07/09/2011 | Yazar: Osman Bulugil

Bugünün stadyumları futbolun işçi sınıfının elinden nasıl kaydığının mekansal görünümü olarak karşımıza çıkıyor.

Bugün kapitalizmden bağımsız düşünemeyeceğimiz ve endüstriyel futbol olarak nitelediğimiz, daha karmaşık iktidar ilişkilerini barındıran, sadece kitlelerin afyonu olarak algılayamayacağımız, aynı zamanda tahakkümün olduğu yerde direnişin de olduğu, farklı düzlemlerde mücadelenin olduğu bir alan futbol.
 
İngiltere’de Thatcher döneminde holiganizme savaş adı altında başlatılan çalışan sınıfların stattan dışlanması süreci başladı. Bir tarafıyla endüstriyel futbolun temelleri atılıyordu. 1989 Hillsborough ve Hill statlarında yaşanan facia ve ölümler sonrası yayınlanan Taylor raporuyla beraber holiganizme karşı savaş yaftasıyla statların dönüşümü başlıyor ve bu aynı zamanda taraftar profilinin de dönüşümünü de içeriyordu.
 
Öncelikle taraftarın ne olduğunu kısaca açıklayalım. Taraftar bir kimlik değildir. Bu noktada Ulus Baker’den yapacağımız alıntı anlamlı olsa gerek:
“Taraftar... kimdir nedir? bunun bir "kimlik" olduğunu kabul etmemizi isteyenler var... oysa kimlik kapalı bir şeydir, tanımlanır ve tanımlandığı yerde durur-kalır... oysa varoluş sürekli hareket halindedir ve "kimlik" kavramıyla kavranamayan bir açıklığı, belirsizliği vardır... taraftar hem bireydir hem de değildir... çoğu zaman gevşektir ve tırsar... kalabalık olgusundan destek bulduğu anda ise canavarlaşabilir... ya da tam aksine kalabalığa karşı çıkar... çoğullukların davranışlarını hesaba katmadan hiçbir toplumsal tipi ayırdetme şansınız olamaz...”[1] 
 
Taraftarın sadece uyku tulumunda uyutulan kalabalık olarak ele almak yetersiz kalıyor. Futbol popüler bir kültür alanı. Aynı zamanda ideolojik bir mücadele alanı da. Türkiye açısından baktığımızda da, futbolla var olan semboller özellikle milliyetçiliğin güçlenmense yol açıyor. Futboldaki birçok tartışma, medya yoluyla aktarılan bir dil sürekli milliyetçilik sorunsalı içinde kalıyor ve milliyetçiliği yeniden üretiyor. Bu noktada futbolu / taraftarlığı bir kenara atmak yerine tam da içinde mücadele etmek gerekiyor.  Çünkü tahakkümün olduğu yerde direniş de vardır.
 
Futbolun ‘oyun’ dan ‘iş’e evrimi kapitalizme içkindir ve bugün bunu endüstriyel futbol olarak nitelendiriyoruz. Endüstriyel futbolun, gösteri yapan oyuncuları, onların oynadıkları oyunu bilen -oynama yönüyle değil- izleme ve tüketme yönüyle kitlelerin bir arada bulunması bugünün seyirci/müşterisine karşılık geliyor.  Bu noktada stadyumların dönüşümü ileri kapitalistleşmiş ülkelerden bağımsız gelişmemekle beraber, Türkiye’deki gelişimin farklı bir tarafını Tanıl Bora’da yapacağımız alıntıyla açalım:
“(…) kapitalizm genişliyor, bir müşterileşme süreci söz konusu ama taraftarlar ve futbolu bu saf haliyle sevenler de bir şeyler yapmaya çalışıyorlar ve kendilerine bir takım patikalar buluyorlar. Bu gerçekten önemli. Buna ek olarak Türkiye’de bizim şöyle bir feci durumumuz var. Andre Gunder Frank’ın kadim kavramını kullanırsak; lumpen burjuvazi, lumpen kapitalizm, lumpen gelişme. Türkiye’de bir yandan endüstrileşme, kapitalistleşme süreci ürüyor fakat eksik kurumlaşma ve sıfır şeffaflık olduğu için lumpen burjuvazi, lumpen kapitalizm çerçevesinde yürüyor. Örneğin futbol endüstrisinin gelişmesine bağlı olarak güvenlik paranoyası gelişiyor diyoruz, evet, fakat bir yandan da Türkiye’de statlar zinhar güvenli falan değil. Konfor, müşterileşme falan diyoruz, doğru, böyle bir ideoloji var fakat stadlar zinhar konforlu değil. Müşteri memnuniyeti ilkesi zinhar gözetilmiyor; yani hem pahalanıyor, endüstrileşiyor sözümona ama seyircileri asla memnuniyeti gözetilmesi gereken reşit müşteriler olarak görmeyen, çakalca bir yapı söz konusu”[2].
 
Türkiye’de durumu açıkladıktan sonra genel fotoğrafa tekrar bakalım: Futbol, toplumsal rızanın sağlandığı, egemen ideolojilerin üretildiği bir alan olduğu aşikar. Futbolun endüstrileşmesinde televizyonla evliliğine ayrıca vurgulamak gerekiyor. Futbol’un şimdiye vurgu yapması ve bir sonraki (turnuva, maç, sezon vb.) ile yeniden üretilmesi artık futbolun medya yolu ile metalaştırılıp tüketildiği gösteriyor.
 
Futbol, birçok organizasyonu (Dünya kupası, Şampiyonlar Ligi vb) ile bir çeşit totem haline getirilmiş ve medyanın yönlendirdiği bu futbol algısı, oynamayı değil seyretmeyi/tüketmeyi ön plana çıkarıyor. Böylece de izleyenlerin edilgenleşmesine aracı oluyor.
 
Endüstriyel futbolda statların yeniden inşası (organize edilmesi, düzenlenmesi) tüketimin yeniden üretilmesinin mekansal bir görünümünü sunuyor. Bugünün futbolunda modern statlar olarak sunulan mekanlarda dönüşümün önemli bir ayağını da UEFA standartları oluşturuyor. Bu standartlar içinde de otoparklarla ilgili bölüm dikkat çekici. Statlarda bir yönüyle otopark zorunluluğu, sınıfsal uçurumun hissedildiği mekanlar olarak toplumsal yaşama yansırken aynı zamanda onu yansıtıyor. Bugünün stadyumları futbolun işçi sınıfının elinden nasıl kaydığının mekansal görünümü olarak karşımıza çıkıyor. Stada gittiğinizde artık sahadaki oyuncunun formasının reklamlarla kaplandığını (isimler numaranın altına geçiyor, reklamlar üstte yer alıyor) görüyorsunuz.  Yazımızı bitirirken sözü Matias Jesus Almeyda’ya bırakalım:
“Biz futbolun sahte dünyasının içindeyiz. bu tamamen düzmece bir dünya. bize basit bir oyun oynamamız için milyonlarca dolar ödeniyor. ama biz sadece sistemin devam etmesi için kendini satan köleleriz. ben sadece futbolcu almeyda değilim. bir insanım, bir babayım ve bir çiftçiyim. işte bu benim. ve futbolun içinde kaldığım her gün gerçek almeyda’dan uzaklaşıp, kişiliğimi yitiriyorum"


[1] http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,221,0,0,1,0
[2] Bora,Tanıl.. 2008. “Futbol üzerine konuşmak…Yüksel Akkaya, Ahmet Çiğdem, Tanıl Bora, Erkan. İletişim kuram ve araştırma dergisi, Sayı 26 Kış-Bahar. Sf:32914

Etiketler: yaşam, spor
nefret