04/02/2011 | Yazar: KAOS GL

Berlin’deki Christopher Street Day (CSD) (www.csd-berlin.de) 2010 yılı buluşmasında Judith Butler’a verilmesi plânlanan sivil cesaret ödülünü Butler reddetti

Berlin’deki Christopher Street Day (CSD) (www.csd-berlin.de) 2010 yılı buluşmasında Judith Butler’a verilmesi plânlanan sivil cesaret ödülünü Butler reddettiğinde böyle bir organizasyonu yüzeysel ve ticarî gördüğünü açıklayıp CSD’nin özellikle ırkçılığı, islamofobiyi, emperyalizmi (Afganistan ve Irak’a karşı savaş) kabul eden ittifakçı politikasını ve CSD’nin bu politikalara açık bir mesafe koymadığını eleştirmişti. Butler bu tavrıyla, aynı zamanda homofobiye, transfobiye ve ırkçılığa karşı mücadele eden GLADT (www.gladt.de), SUSPECT (nohomonationalism.blogspot.com), LesMigras (www.lesmigras.de) gibi grupların uzun süredir şekillendirdiği eleştiri üzerine eğildi.
 
Bu tartışmanın arka plânını, 11 Eylül saldırısından bu yana ve bunu takiben Afganistan ve Irak’a dönük askeri saldırıların Avrupa ve Amerika’da güçlendirdiği islamofobi ve ırkçılık oluşturmaktadır. Özellikle Afganistan’da devam etmekte olan savaş sürekli, “batının” özgürlükçü prensiplerinin savunulması şeklinde gerekçelendiriliyor. Bu sayede, bir kutupta “özgürlükçü” batılılar ve diğer kutupta “geri kalmış” özgürlük karşıtı, homofobik Müslümanların bulunduğu islamofobik bir karşıtlık üretiliyor. Bu minvalde Trans, lezbiyen, gey ve biseksüel bireyler ırkçılığın ve emperyalist savaş ideolojisinin içine çekilmiş oluyor. Bu bağlamda verilebilecek başka bir örnek ise, pek çok Avrupa ülkesinde uygulamaya konan vatandaşlık testidir. Bu test sözde, vatandaşlık müracaatı yapan adayların “yeterince” batılı, Alman, Hollandalı vb. olup olmadığını ve bu kişilerin vatandaşlığı hak edip etmediğini gösterecektir. Adaylara ayrıca öpüşen erkek resimlerinin gösterilmesi ve bu konudaki düşünce ve pozisyonlarının sorulması medyada ciddî bir şekilde düşünüldü. Adayların bu soruya vereceği cevap, onların Avrupalı olmak için ehil olup olmadığını belirleyecekti.
 
Bunlar Butler’ın CSD’yi yeterince mesafeli bir duruş sergileyemedikleri yönünde eleştirdiği politik duruma ilişkin sadece iki örnek. Karnavalın geçit töreni esnasında Afganistan’da savaşı devam ettiren muhafazakâr siyasi partilerin otolarına izin verilmiş olması ve katılımcıların Alman bayraklarını sallaması bu mesafenin olmadığını açıkça göstermiştir.
 
Butler’ın bu ödülü reddetmesine vesile olan mesele, tekrar yeni bir tartışmanın doğmasına neden oldu ki, aslında bu yıllar önce tartışılmaya başlanmıştı. Daha 70’li yıllarda Amerikalı Siyah Feministler, feminist hareket içindeki ırkçılığı teşhir etmişlerdi (özellikle Combahee River Kollektifi). Irkçılık, cinsiyetçilik ve sınıf aidiyeti üzerinden gerçekleşen baskının kesiştiğine dikkat çekmişlerdi. Uzunca bir süre inanılan baskının tek boyutluluğunun, “beyaz” ve burjuva bir tahayyül olduğu açığa çıkarıldı. Toplum içindeki ayrıcalık ve hiyerarşiye tekabül eden, kadınlar arasındaki farklar 80’li ve 90’lı yıllarda daha fazla açığa çıkmaya başladı. Sınıf boyutuna kolonyal baskı ve ırkçılık deneyimleri, engelli bireylere ve eşcinsel bireylere dönük ayrımcılık eklendi. Sadece toplumsal baskı mekanizmalarının çeşitliliğinin kesişme noktaları değil, ayrıca egemen söylemde bunların birbiriyle ilişkisi ve birbirine geçmiş olduğu da belli oldu. Örneğin bilim insanları, İngiliz sömürgeci iktidarının Hindistan’ın fethini Hintli erkeğin “kadınsı” ve eşcinsel eğilimli olduğu anlatımı/tasviri üzerinden meşrulaştırıldığına dikkat çektiler. Bu sadece baskı mekanizmalarının iç içeliğini anlaşılır kılan bir örnektir: Yani ırkçılık burada, cinsiyetçilik ve homofobi üzerinden ifade edilmektedir. Daha başka bilim insanları ise, kapitalizmin (cinsel) kimlikleri nasıl yaratıp ticarîleştirdiğini göstermiştir.
 
Bu yüzden, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, transfobi ve ekonomik açıdan dezavantajlı kişiler/gruplar birbirinden ayrı, kopuk ele alınıp değerlendirilemez. Bir yandan egemen siyaset kendi söylemi içinde bu baskı mekanizmalarını birbiriyle ilişkilendirmektedir. Diğer yandan ise, bir birey duruma göre birden çok baskı biçimleri tarafından etkilenmektedir. Örneğin “Kadınlar” veya “Eşcinseller” gibi türdeş kimliklere dayanan bir politika bu sayede sorunsal olmaktadır. Söz konusu olan sadece bizlerin aynı zamanda birden fazla kez marjinalleştirilmiş olabileceğimizi göstermek değil, ayrıca “hâkimiyet ve marjinalliğin eş zamanlılığına” (Jinthana Haritaworn) dikkat çekmektir. Kadın, lezbiyen olarak yaşadığımız için belki sadece marjinalleştirilmiyoruz, tersine Avrupalı, beyaz ve zengin olduğumuz için de her şeye rağmen ayrıcalıklı bir konumda da olabiliyoruz. Şimdiye kadar kendimizi sadece ezilen olarak gördüğümüz durumda egemen ve marjinal olan bizde, kendi hayatımızda kesişmektedir. Feministlerde transfobi, Gey aktivistlerde kadın karşıtlığı ve trans bireylerde ırkçılık olabilir. Bu açıdan kendimize şunu sormalıyız: egemen söylemi ne boyutta yeniden üretiyoruz ve “iktidarın suç ortağı” (Butler) oluyoruz?
 
Butler’ın ödülü reddetmesinden sonra CSD’nin şaşırmış moderatörünün tepkisi, tam da olası bir suç ortaklığı düşüncesi karşısındaki görmezden gelmeyi, cehaleti göstermektedir. Uzun süredir bu alandaki ırkçılığı açığa çıkartmaya çalışan aktivistler Butler’ın kararına sevinip bunu kutlarken moderatör şöyle bir cevap veriyordu: “Irkçılık iddiasına karşı kendimizi şiddetle savunuruz. Bu gerçek değil. Ve istediğiniz kadar haykırabilirsiniz. Bu böyle. Çünkü dürüstçe söylemek gerekirse, siz çoğunluk değilsiniz. Yeter!” Böyle bir reaksiyon, egemenlik mekanizması dâhilindeki rolleri sorgulama için yeterince hazır olunmadığını bir şekilde ispat etmektedir.
 
Her ne kadar “queer” kavramını gittikçe yeni, sabit, değişmez bir kimlik kategorisi biçiminde bir bozulma tehdit etse de kavram köken olarak radikaldir. Queer adı altında 80’lerin sonunda dışlanmış kişiler radikal eylemlerle beyaz, orta sınıf heteroseksüel ana akıma saldırıp lezbiyen ve gey camiasındaki ayrımcılığı da aynı zamanda eleştirmişlerdi. Buradaki hedef, doğal, kuşku duyulmayan, sorgulanmayan şeyleri açıkça yıkmak, insanları şaşırtıp düşüncelerini ters yüz etmek, görünür olmayanı görünür kılmaktı. Milliyetçilik ve Yurtseverliği sorgulayıp bazı durumlarda kısmen gerekli olsa da kimlik politikalarını reddetmekti.
 
Çünkü kimlik politikası, başka deyişle mevcut sistem içinde kalarak hakların talep edilmesi, sadece ön verili düşünce mantığı içinde işlediğinden ayrımcılığı ve tasnifi –normal olan ve olmayanı- ortadan kaldıramaz. Queer siyasete göre ise önemli olan değişmez, sabit görünen, normal ve normal sayılmayanın asıl mantığına saldırmaktır. Transfobi, homofobi, kadın düşmanlığı ya da ırkçılık biçiminde olsun tüm bu egemenlik ve iktidar mekanizmaları bu kategorilerle iş görmekte, “normal olmayanı” fizikî ve görsel olarak ortadan kaldırmaya, hayatı yaşanamaz ya da zor yaşanabilir hale getirmeye çalışmaktadır.
 
Bu açıdan radikal, anti-otoriter bir siyaset, hâkim kategorileri ve doğallıkları sarsmalı, istikrarsız kılmalı, muğlâklaştırmalıdır (veruneindeutlichen) (Antke Engel). Bu siyaset, farklı egemenlik mekanizmalarının çokluğunu bilerek bunların yeniden üretimindeki suç ortaklığını ve işbirliğini sorgulamalıdır. Bu siyaset, anti-homofobik ve anti-transfobik olmalı; ırkçılığa, antisemitizme ve kadın düşmanlığına karşı mücadele vermelidir. Bu siyaset, milliyetçilik karşıtı, anti-otoriter ve antikapitalist yönelimli olmalıdır.


Etiketler: yaşam, dünyadan
nefret