21/05/2012 | Yazar: Andaç Yazlı

Türkiye’nin toplumsal hayatı halen içinde bulunduğumuz kültürel ve siyasal çatışmaların, değişim ve dönüşümün var ettiği dinamiklerin ’modernleşme’ adı altında sürdürüldüğü bir savaş yeridir.

Türkiye’nin toplumsal hayatı halen içinde bulunduğumuz kültürel ve siyasal çatışmaların, değişim ve dönüşümün var ettiği dinamiklerin ”modernleşme” adı altında sürdürüldüğü bir savaş yeridir. Modernleşme kavramının tek başına açıklayıcı olmayacağının farkındayım. Fakat Türkiye’yi modern bir ülke olma yolunda girişilen ”modernleşme” çabalarının başarısızlığıyla deneyimlenen tarihin kendisi olarak okursak, modernleşme kavramının çok boyutlu tezahürlerini yakalayabiliriz. Derin bir kutuplaşmanın, fikirler ve yönelimler ekseninde cemaatleşmenin zihniyetlere, gündeliğe ve en önemlisi tarihi yeniden inşa süreçlerini belirleyen siyasetin kolektif hafızayı denetleyen hegemonya ilişkilerine kadar belirleyici bir öğe olduğunu saptayabiliriz. Yakın zamanlarda üzerinde sıkılıkla durduğumuz laik-anti laik, kültürel muhafazakarlık, 80 sonrası yükselen siyasal İslam’ın post-modern kulvarda yeniden şekillenişi, oluşan güç dengeleri ve gündelik pratikleri gibi birçok meselenin modernleşme mefhumuyla doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bir ülkenin bugünü ve geleceği bugünden belirleyecek toplumsal kodların geçmişle bağını kimse inkar edemez. Geçmiş hem bireysel hem toplumsal manada bugünün şartlarını ve süreklilik arz eden insan ilişkilerini kuşatan bir bilinç halidir. Bergson’un ”hafıza bilinçtir” sözü asıl olarak unutmak ve hatırlamakla yakından ilişkilidir. Bireysel ve toplumsal hafıza da bu bilincin sürekli ve yeniden inşası ile meşguldür. Dolayısıyla toplumsal yaşamın devinimi geçmiş ve onun kırıntılarıyla sürekli temas halindedir. Geçmişi tam anlamıyla incelemeden bugün hakkında söz sahibi olmak bir hayli güç. Modernleşme meselesini Türkiye özelinde tartışmaya açmamız için edebiyatı bir seçenekten ziyade imkan olarak görmemiz sırf bu yüzden şart. Geçmişi bugüne doğru yansıtabilmemiz için.  Bu topraklarda modernleşme hafızanın iki yönlü boyutunu, yani unutma ve hatırlamayı, tek boyuta indirme işlevi gördü. Modernleşmek için unutmak lazımdı. Geleneği, alışkanlıkları, töreleri, maneviyatı unutmak demekti. Yeni olan ve Batı’da yer eden her şey alınmalı, geleneğimize ait olanlar bir kenara bırakılmalıydı.  Besim F. Dellaloğlu’nun Kapı yayınlarından çıkan son kitabı ”Ahmet Hamdi Tanpınar: Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi” bu düzlemde tartışılması gereken önemli bir metin. Kitabın bir nevi en açıklayıcı ve şüpheye mahal bırakmayacak kadar üzerinde hemfikir olabileceğim ”Tanpınar gerçek bir moderndir” sözünün arkasındaki ironiyi ”modernleşme sendromu” üzerinden açmak niyetindeyim. Dellaloğlu’ndan hareketle soracağım birtakım sorular bu noktada önem kazanmakta: Modern olmak nedir? Modernleşme ve modern arasındaki ayrım nerede başlar?   Batı modern olmayı nasıl başardı? Rönesans ve aydınlama Batı modernizminde neyi ifade etmekte? Batı Rönesansı Antik Yunan geleneğiyle sentezleyerek nasıl aydınlanmacı bir paradigmaya ulaştı? Türkiye modernleşmeyi neden geleneğin karşıtı olarak yorumladı? Tanpınar bir modern miydi yoksa Yahya Kemal geleneğinden gelme bir muhafazakar mı?  Türkiye modernleşmesinin  Tanpınar’ı muhafazakar olarak nitelendirmesi modernleşme sendromuyla açıklanabilir mi?
 
”Bizde gelenek hep türban, başlık parası, takkeyi çağştırır. Ama gelenek sadece bu değil ki! Rönesans da gelenek, Barok da gelenek. Batı’nın ise böyle bir kompleksi yok. Üniversite de bir gelenek. Batı’da rektör, dekan cübbe giyer. Bizde de giyiyor ama bizde bunun bir karşılığı yok, Batı’da öyle giyindikleri için biz böyle giyiniyoruz. Oysa orada, adam kendi medresesinin kıyafetini giyiyor törende. Üniversite bir ortaçağ kurumu. Kilisenin ve tarikatların kontrolünde gelişen bir kurum. Aslında üniversite de o dönemde dini eğitim kurumu. Bunun bizdeki karşılığı ise medrese. Onlar kendi medresesinden üniversite yaratabiliyorken, biz ise medrese kavramını reddederek üniversite kavramınıkullanabiliyoruz.” (Besim F. Dellaloğlu, A.H.Tanpınar: Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi, S.157)
 
Alıntı yaptığım bu pasaj Tanpınar’ın dünya görüşü ve modernizm algısına birebir oturuyor. Dellaloğlu’na göre Tanpınar Türkiye Rönesansçısıdır. Haksızda sayılmaz. Çünkü, Rönesans aynı zamanda Batı’nın gelenekle olan bağının da tarihidir. Batı, modern kimliğini içsel bir sürecin kendindenliğine bırakmış, geleneğine ait olan değerler sistematiğini yoğurarak bugünlere gelmiştir. Antik- Yunan’ın tüm Batı toplumlarında geleneğin temsilcisi olması bu yüzden değil de nedir? Türkiye’de modernleşme ise gelenekle yüzleşme, temas etme şöyle dursun ondan büsbütün kurtulma yolunda bir proje olarak hayata geçmiştir. Tanpınar tam bu noktada Türkiye modernleşmesinin ötesine geçebilmiş, maziye ait olan kültürel ve sanatsal renkleri bugünün dünyasına taşıyabilmiştir. Bu durum onu, modernleşmecilerin gözünde ”gelenek düşkünü”, ”geçmişe meraklı” dolayısıyla da ”muhafazakar” olarak anılmasına katkıda bulunmuştur. Bir başka deyişle, Tanpınar modernleşme çabalarının sembolik değerlerler ve ithal ikametçilikle gözden kaçırılmış ve etiketlenmiş yazarıdır.
 
Octavia Paz ”Bir geleneğe muhalefet o geleneğe ait olmakla başlar” der. Çoğu zaman birlikte ya da birbirinin yerine kullanılan ”modernleşme” ve ”modern” kavramları tam bu yüzden dolayı ayrışır. Modern, geleneği bir anlamda anlamaya çalışan ve onu hayatının sürekliliğine yayarak değişebilen biriyken, modernleşmeci gelenekle arasına mesafe koyan, dolayısıyla değiştiğini düşündükçe kendiliğini kaybeden biridir. Batı modernizmi ile Türkiye modernleşmesinin uyuşmamazlığı tam da buradadır. Tanpınar sanki bu uyuş(a)mama halini dert edinen bir yazardır. Onun musikiyle, eski hatıralarla, Dede Efendiyle, Yahya Kemal’le, yitirilmiş zamanla içli dışlılığı vardır. Aynı zamanda Proust, Mallerme, Baudelaire gibi modern sanatçıları kendisine üstat bellemiştir. Yani, hem Yahya Kemal’in hem Proust’un mecralarında dolaşır. Yahya Kemal Türkiye muhafazakar düşüncenin temsilcilerinden biri olmasından ötürü, Tanpınar daha çok onun izinden gitmekte olan maneviyatçı bir şahsiyet olarak ele alınır. Yalnız hesaba katılmayan bir şey var ki o da; Tanpınar gibi özünde geleneğini bilerek, onu derinlemesine inceleyerek, ondan alınması gereken kültürel değerleri bugüne ve yarına taşıyarak ancak ve ancak modern olunabileceğinin idrak edilememesi. Türkiye modernleşmesinin Tanpınar örneğinde neden ortak değerler üretemediğinin, neden toplumsal sürece dahil olamadığının en büyük kanıtı bu olsa gerek. Örneğin Proust bilmek, okumak Türkiye modernleşmeci cephede ayrıcalıklı bir sembolizmin değişimci yönünü ifade ederken, Tanpınar dünyasında Proust ancak Dede Efendilerin, musikilerin, Osmanlı tarihinin, medreselerin, Neyzenlerin, türbelerin birlikteliği ile özümsenmenin öngördüğü bir değişimi ima eder. Tanpınar’ın ”Değişerek devam etmek, devam ederek değişmek” sözüyle anlatmak isteği birazda budur. Ne yazık ki, Türkiye tarihinin değişik evrelerinde türlü etki ve yansımaları olan tüm modern ideolojilerin ( sosyalizm, liberalizm, muhafazakarlık vs) eksik kalmalarının ya da toplumsal bir hissiyatı tam olarak gerçekleştirememesinin ardında Tanpınar tarzı bir modernist anlayışının zihniyetlere nüfuz edememiş olmasında. En büyük dileğim, bugünün yoğun kutuplaşmasının, farklı kesimlerin birbirini dinlememe ve hor görme geleneğinin, bizden olan/olmayan ayrımının gün geçtikçe yaygınlaşmasının nedenlerini düşünürken aklımıza bir nebze olsun Tanpınar’ı getirmemizdir. 

Etiketler: kültür sanat
nefret