24/03/2010 | Yazar: Kaos GL

‘Taş atan çocukların’ kimler olduğu, niçin taş attıkları, kime taş attıkları, nerede taş attıkları soruları sorulmadan, bunlar araştırılmadan, cevaplanmadan ve de anlaşılm

‘Taş atan çocukların’ kimler olduğu, niçin taş attıkları, kime taş attıkları, nerede taş attıkları soruları sorulmadan, bunlar araştırılmadan, cevaplanmadan ve de anlaşılmadan yapılacak bir hukuksal düzenlemeyle adalet sağlanabilir mi? 

Türkiye’nin gündemine ‘taş atan çocuklar’ ifadesiyle giren ve binlerce çocuğun hukuk düzeninden kaynaklanan mağduriyeti bağlamında ortaya çıkan sorunu hukuki, tarihsel ve siyasal boyutlarıyla Sezgin Tanrıkulu ile konuştuk. Tanrıkulu, Halen Türkiye İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezinin Bilim Danışma Kurulu Üyeliği görevini sürdürüyor. Bir süre önce yayınlanan ‘İnsan Hakları Avrupa Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitabı’ dışında, meslektaşları ile birlikte yapmış olduğu çalışmalar ile insan hakları ve hukuk alanında yayınlanmış makaleleri de bulunuyor.

‘Taş Atan Çocuklar’ ya da ‘TMK Mağduru Çocuklar’ şeklinde gündemimize giren olayın hukuki olarak tanımı, içeriği ve kapsamı nedir?
Bu konuda bir hukuki tanım, içerik ve kapsam belirlemek bence bu mevzuat karşısında mümkün değil. Niye diyeceksiniz? Bir defa, suç tanımlarının belirsiz olduğu bir mevzuatla karşı karşıyayız. Suç fiilinin bireyselliğinin ve kanıtlanabilirliğinin takdir hakkına bu kadar devredildiği bir mevzuatı, demokratik hukuk devleti olduğunu iddia eden başka bir devlette bulabilmek çok zordur.

Ancak, böylesine geniş takdir hakkı tanıyan mevzuatın uygulaması, güvenlik ve yargı bürokrasisinin takdirine ve ‘hoşgörüsüne’ bırakılmıştır. Dolayısıyla bence ilk konuşulması gereken, çocuklardan daha öte bu kuşatılmışlıktır…

Kuşkusuz bu konuda benim söyleyeceklerim ile birlikte çalıştığımız girişim, sivil toplum örgütleri ve baroların ortaklaştırdıkları görüşlere bakılması gerekir. Ancak bu sorun yeni bir sorun değil ve bir çığ gibi büyüyerek şimdi toplumun gündemine geldi. 1997 yılında mahkeme kayıtları üzerinden yaptığım bir araştırmada, sorunun o tarihten geriye 13 yıllık birikimine dikkat çekmiştim. O günden bugüne bu sorun katlanarak büyüdü.
Bu sorun sadece TMK ile de ilgili değildir. Genel olarak suç ve ceza kavramları bireysellikten ve kanıtlanmış olmaktan çıkarılmıştır.
İçerik olarak kimlikleri ve varlıkları kendileri tarafından bile tanımlanamayan, ancak varlıklarının inkâr edildiğini hisseden, yaşayan çocukların, evet tüm uluslararası normlar ile gerçek anlamda çocukların, içinde büyüdükleri şartlara karşı büyük bir öfkeleri vardır.
Kapsam olarak ise bu sorun ‘Kürt bölgesi, Kürt çocukları ve Kürtlerin eylemleri’ ile sınırlı bir adli, hukuki ve siyasi uygulamayı ifade etmektedir.
Şu örnekler belirttiğim bu tespitleri somut olarak ortaya koymaktadır.

•Bu çocukların yargılandığı ve cezalandırıldığı TMK’nın 5. maddesi, 7. maddesi ve 17. maddesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve Türkiye’nin imzalayarak taraf olduğu uluslararası anlaşmaların tamamına açıkça aykırıdır.

•Bu çocukların yargılandığı ve cezalandırıldığı TMK’nın 9. ve 13. maddeleri ile Türk Ceza Kanu’nun 220/6-7 ve 314/4 maddeleri Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve Türkiye tarafından imzalanan uluslararası anlaşmalara aykırıdır.

•Kanunla ihtilafa düşen çocuklara dair Anayasa’da, Çocuk Koruma Kanunu’nda ve BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerinin çocuk polisi, savcılık ve mahkemeler tarafından uygulanması ve özellikle istenmesi, çocukların soruşturmalarının Çocuk Savcısı tarafından bizzat yürütülmesi şartları mevcut değildir ve uygulanmamaktadır.

•Diyarbakır Valiliği İl İnsan Hakları Komisyonu ile Türk Tabipler Birliği’nin Nisan 2009’da Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi’ne yaptıkları ziyaretler sonucunda hazırladıkları raporlarda bu sorunlara ilişkin yaptıkları tespitler ile çözüm önerileri dikkate alınarak bir an önce ilgili kurum ve kuruluşların cezaevi koşullarına yönelik çalışmalara başlaması gerekmektedir.

•Son olarak, bütün bu anti-demokratik uygulamaların nedeni olarak gösterilen ‘Kürt sorununun’ demokratik ve barışçıl temelde çözümü için gerekli anayasal ve yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.

Bu mağduriyetin ortadan kalkması için TMK’da yapılması öngörülen değişiklikler yeterli midir?

Hayır yeterli değildir. Mevcut tasarıyla yapılması düşünülen değişiklik TMK’nın 3 maddesinin, yani 5., 9. ve 13 maddelerinin değiştirilerek, çocukların işlediği suçların TMK kapsamından çıkarılmasını öngörmektedir. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi verilecek cezalarda kısmi bir indirim olacak ama sorunun esası çözülmeyecektir.

Örneğin, TCK’nın 220. maddesinin 6. fıkrasında ‘örgüt üyesi olmamakla birlikte, örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan cezalandırılır’ düzenlemesi yer alıyor.  İşte benim ‘mahkeme kararıyla örgüt üyeliği’ olarak tanımladığım bu yasal düzenleme ve bu siyasi algı mevcut olduğu sürece, alt sınırı 3 yıl hapis cezası olan yasal düzenleme tek başına bile çocukların mağduriyetlerinin devamını sağlamaya yetmektedir. En önemli sorun da bana göre bu düzenlemedir. Devlet ve güvenlik-yargı bürokrasisinde egemen olan anlayış ve siyasi algı her Kürt’ün potansiyel olarak bir PKK üyesi olduğu şeklindedir. PKK karşıtı örgütlere üye olan ve hiçbir şiddet olayıyla ilgisi olmayan birçok Kürt bile mahkemelerde, polis sorgularında ve hatta bir kısım basın organlarında PKK üyesi olarak yargılanmakta, sorgulanmakta ve adlandırılmaktadır. Bunun binlerce örneği mevcuttur.

Devlet, özellikle de güvenlik ve yargı bürokrasisi Kürtleri ve özellikle de Kürt çocuklarını ‘potansiyel tehlike, terörist, bölücü’ gibi ötekileştiren, dışlayan, peşinen mahkûm eden söyleminden ve eyleminden vazgeçmelidir. Bunun yerine, örneğin ‘türban’ sorununda olduğu gibi genel olarak Kürtlerin ve özel olarak da Kürt çocuklarının isyanlarının ve mağduriyetlerinin temel nedenlerine inme cesaretini ortaya koymalıdır.

Cezaevlerinde uzun zamandan beri tutuklu bulunan çocukların (çocukları cezaevinde tutarak terbiye etme düşüncesinden bir an önce sıyrılarak çocuğun yüksek yararı ilkesi temelinde) tahliye edilmeleri gerekmektedir. Çocukların tutuklanmaları, cezaevlerine konulmaları ve çok uzun süre cezaevlerinde tutulmaları, terör suçları ile cezalandırılmaları gelecekte gösterilere katılmalarını önlemeyecektir. Uzun yıllar cezaevinde tutulan çocuklar, cezaevinde kaldıkları süre zarfında tabi tutuldukları koşullar, gördükleri muamele ve yargı erkinin uyguladığı adalet sistemine olan inançlarını giderek kaybetmeye başlamaları; onların yaratıcı ve üretken kişiliklerini yok edecek; yaralanmış, intikam peşinde koşan nefret dolu bireyler haline getirecektir.

Okulda “roj baş” diyemeyen 12 yaşında ve henüz yeni soyut düşünme yetisine sahip olmaya başlayan bir çocuğun karşılaştığı muamele, bir sonraki gün kendi mahallesinde, şehrinde bir topluluk veya protesto esnasında panzere veya polise taş atmak ile sonuçlanmaktadır. Gerçek budur ve bu gerçek kavranmadan hukuk ve adalet de gerçekleşemez.

Bir yazınızda bu çocuklar için ‘90 kuşağı çocuklar’ ifadesini kullanıyor dolayısıyla da sorunu aslında hukuki olmaktan ziyade, tarihsel-politik bir yerde konumlandırıyorsunuz. Ama bir yandan da hukuki mücadeleyi verenlerin başında geliyorsunuz. Bu ikisi arasında nasıl bir bağ vardır? Yani çocuklar için adaleti çağırırken bu ‘adalet’ ifadesi hukuki bir çağrı olarak mı anlaşılmalı, yoksa siyasi bir çağrı mı?
Elbette ki ‘taş atan çocuklar’ sorunu esas olarak tarihsel, siyasal ve sosyal bir sorundur. Sorunun hukuki boyutu ise bu çocukların mevcut hukuk sisteminde karşılaştıkları mağduriyet durumu ve hatta bütün geleceklerinin mevcut hukuk sistemi, yasalar ve siyasal algı ile karartılması sorunudur. Ayrıca bilindiği üzere tarihsel, sosyal, siyasal, kültürel bir arka planı olmayan bir hukuk da yoktur, olamaz da zaten. İşte tam da bu nedenden dolayı ben bir yandan mesleki kimliğimle bu sorundaki mağduriyetin kaldırılması için bir hukuk mücadelesi içinde yer alırken, aynı zamanda sorunun gerçek muhtevası, yani tarihsel, sosyal ve siyasal arka planı hakkında tespitlerimle de bir insan olarak ve insan hakları mücadelesinin bir üyesi olarak adaleti istemekteyim. Bu iki durum birbirini dışlayan değil, birbirini tamamlayan, biri diğerinin nedeni ve sonucu olan durumlar ve tutumlardır.

‘Taş atan çocukların’ kimler olduğu, niçin taş attıkları, kime taş attıkları, nerede taş attıkları soruları sorulmadan, bunlar araştırılmadan, cevaplanmadan ve de anlaşılmadan yapılacak bir hukuksal düzenlemeyle adalet sağlanabilir mi? İşte bu nedenlerden dolayı benim hukuk mücadelem aynı zamanda bir adalet mücadelesidir ve dolaysıyla siyasal, sosyal bir içeriğe de sahiptir.

‘90 kuşağı çocuklar’, devlet katında ve resmi belgelerde ‘düşük yoğunluklu savaş’ olarak adlandırılan ve pratik yaşamda faili meçhul cinayetlerin kol gezdiği, köy yakma ve boşaltmaların zirveye çıktığı, şehirlerin köyleştiği, işsizlik ve yoksulluğun toplum yaşamını felç ettiği bir dönemin, kimliği yok sayılan, dili inkâr edilen, evi yakılan, büyükleri öldürülen veya hapsedilenlerin çocuklarıdır.

Toplumun geleceği olarak gördüğümüz bu çocukların daha fazla yara almalarının ve toplumun kanayan yarası haline gelmelerinin önüne geçmek için, hukukun üstünlüğü ilkelerinden uzaklaşarak öç alma gayesiyle hazırlanan kanunların ve öngörülen ceza oranlarının, insan onuru ve demokratik hukuk devleti değerleri temelinde değiştirilmeleri acilen gerekmektedir.

Çocukların konuldukları cezaevi ortamı, çocukların gelişimi, eğitimi açısından engelleyici ve örseleyici olup, topluma yeniden kazandırılmaları yönünde büyük engel oluşturmaktadır. Yargılama sürecinin çok uzun sürmesi, sonucunun belirsizliği ve çocukların hâlâ o koşullarla cezaevlerinde tutulmaları, yaşadıkları örselenmenin üzerine ek bir tahribat oluşturacaktır.

İşte hukukçu olarak mesleki kimliğimle ön plana çıkardığım bu boyutlar kalıcı, demokratik, çocuk hakları ve uluslararası sözleşmelere uygun bir hukuki çözümün de temel gerekçelerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bu gerekçeleri ve gerçekleri dikkate almayan hukuksal düzenlemenin sonuç alıcı değil, sorunu erteleyen ve kısmen de kalıcılaştıran bir rol oynayacağını düşünüyorum.

Kamuoyunda vicdan üzerinden kurulan tartışmanın aslında iki tarafı var. Birinci taraf, devlet vesayetini ailelerin de üzerine yükleyerek, “çocuklarınıza sahip çıkın, sokaklara salmayın” çağrısını bir tür vicdan çağrısı olarak kullanıyor. Bunun soldan da örnekleri var. Filistin’deki çocuklara alkış tutarlarken vicdanları Kürt çocuklarının sokaklara salınmaması yönünde karar veriyor. Diğer taraf da çocuklara reva görülen bir zulme karşı vicdanı devreye sokuyor. İki taraf için de bu vicdan algısında bir sorun var mı sizce?
Evet, var! Diğer sorulara verdiğim cevaplarda da özellikle siyasal algı biçimine yaptığım vurgu bu nedenledir ve tüm taraflar için geçerlidir.

Biri, kendisi için değerli ve mubah olarak gördüğü şeyi, diğeri için değersiz ve suç olarak değerlendirmektedir. Sorunuzda da vurguladığınız gibi devlet ve toplumun önemli bir kesimi katında Filistinli çocuklar için “one minute” denilebiliyor, ancak benzer şekilde ‘taş atan çocuklar’ Kürt oldukları zaman ve bu taşlar Türkiye’de atıldığı zaman sorun oluyor, ‘terör’ oluyor! Bu çifte standarttır ve sorunludur.

Öte yandan Kürtlerin hak ve özgürlükleri için mücadele içinde veya iddiasında olanların da, şiddet ve özellikle de çocukların şiddet kullanmayla bağlarını teşvik edecek, takdir edecek ve destekleyecek tutum ve davranışlar içinde bulunmaları da sorunlu bir durumdur. Bu tür toplumsal sorunlarda her ne kadar her zaman, her şeyi ve herkesi kontrol edebilme imkânı örgüt açısından mümkün olmazsa bile, şiddet kullanımının çocuklar arasında yaygınlaşmasını teşvik etmemek de önemli bir sorumluluktur. Bu sorumluluk yerine getirilmeden vicdani bir serzenişte bulunmanın en azından inandırıcı olabilme ihtimali zayıftır ve sorunludur.

Değişik alanlarda hukuki boyutları olan ve sorunları kökleştiren çeşitli uygulamalar açılımlar döneminde devam etti. Belediye başkanlarının tek sıra halindeki kelepçeli görüntüsü örneğin gözümüzün önünde. Çocuk tutuklu ve hükümlüler için de böyle bir durum söz konusu. Demokratik açılım iddiası ve bu yaşananlar arasında bir bağlantı ya da çelişki görüyor musunuz?
Süreç içinde farklı sıfatlar kazanan ‘açılım’ politikası ile bu yaşananlar arasında elbette ki bir ilişkinin olduğu algısı toplumda mevcuttur. En azından sıradan vatandaş bu uygulamaların siyasal iktidarın onayı olmadan gerçekleşemeyeceği görüşündedir. Maalesef Türkiye’de genel olarak hükümet, devlet ve toplum ilişkileri ekseninde dünden bugüne var olan uygulamalar ve bugün de egemen olan algı böyledir. Böyle bir algı, ‘açılım’ politikasının hızlandırılması, Kürtlerin kendi kimlikleriyle toplum yaşamına ve özellikle de siyasal yaşama katılabilmelerinin, kendilerini ifade edebilmelerinin, örgütlenebilmelerinin, kısacası Kürt olarak var olabilmelerinin hukuki olarak meşru zeminlere taşınmasını sağlayabilecek düzenlemelerle ortadan kaldırılabilir.

Yargının siyasallaştığını belirten bir hükümet, bu siyasallaşmanın sadece hükümetin engellenmesini hedefleyen sorunlarla ilgili ve sınırlı olmadığını, aksine sorunuzda belirttiğiniz uygulamalarla de böyle bir görüntü verdiğini telaffuz edebilseydi muhtemelen böyle bir bağlantı ve ilişki kurulmayabilirdi. ‘Kelepçeli’ görüntüler hakkında bir iç soruşturmanın bile yapılmamış olması, bunun rutin bir uygulama olduğunun bu hükümetin İçişleri Bakanlığı’na bağlı birimlerce teyit edilmesi, hükümetin bu konudaki sorumluluğunu artırmaktadır. Bir soruşturmanın başlatılmış olması elbette ki olumlu bir yaklaşımdı, ancak ortaya çıkan sonuç ve sorumluların tespit edilmemesi ve cezalandırılmaması bu konudaki samimiyetin bizim açımızdan önemli bir ölçütüdür. Soruşturma öncesi yaratılan atmosfer böyle bir uygulamanın yapılacağı öngörüsünü bende yaratmıştı ve önceden dostlarımla paylaşmıştım bu görüşüşümü de. Bu devlete halen hâkim olan ve bu hükümet tarafından da bu tür uygulamalarla hayata geçirilen ‘teslim alma’ zihniyetini yakın tarihimiz mahkûm etmiştir, bundan sonra da her hayata geçirilme biçimini de tarihi yazanlar mahkûm edeceklerdir.
 

Etiketler: insan hakları
İstihdam