18/03/2014 | Yazar: Samet Atasoy

Taviz vermekten yoksun, tek yönlü beslenen ve istikrar gösteremeyen koalisyonlu arazide duble yol olma vaadiyle geliyordu AK Parti.

Bugün içinde bulunduğumuz melodramatik kargaşanın miladı 25 Mayıs 2013 günü, Ankara’daki Kurtuluş metro durağıdır. O gün hükümet bir kurum olarak, öpüşen iki genci uyarmıştı. Olağan bir durum gibi görünse de, bu olayın önemi aslında ayrıntılarında gizli.  Bu hikâyenin en çarpıcı noktası, öpüşen iki gencin uyarılması değildi. Öpüşen iki gencin güvenlik kameraları tarafından görülmesi ve anons megafonları ile uyarılmasıydı. Uyarı da dolaylı biçimde “ahlak kurallarına uygun olma” emrini veriyordu. Bu yalnızca hükümetin istek ve dileklerinin bir dışavurumu veya uygulaması değildi. Bu, öpüşen iki gencin etrafını saran gözlerin ve seslerin ilahi niteliğiydi. Bir kişinin kendilerini doğaüstü bir güç ile gözetlemesi ve vahiy gibi yalnızca ses ile uyarması destansı bir sıkıntıya işaret ediyordu. Bu olay sembolik olarak, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu tek                                               celsede özetlemesi bakımından 2013 yılında birçok kişiyi bir gerçeğe uyandırmıştır. 
 
O haberin çıktığı gün Türkiye’de bir iç savaşın tohumlarının atıldığını hissettim. Aslında, altı üstü iki genç öpüşmüş birisi de laf atmıştı. Neden bu kadar çok tepki çeksindi?
 
Bunun için nasıl bir gerçeğe uyandığımızı hatırlayalım. AK Parti 2002 yılında ilk kez hükümeti kuracak çoğunluğa erişmeden önce ve eriştikten sonra, hususi bir namus sözleşmesi yapıldı. Bu sözleşme, modernleşmiş, bireyselcilikten, liberallikten, demokratlıktan nasibini almış Türkiye Vatandaşları ile AK parti arasında yapılmıştır. Bahsettiğim sözleşme yazılı olarak hiçbir yerde kaydedilmemiştir. Zira bu bir onur ve namus anlaşmasıdır,
 
Türkiye kendisini en demode hissettiği bir anda, AK Parti yeni bir nefes gibi ortaya çıkmıştı. Avrupa Birliği sözleri, kalkınma yeminleri, “parti içi demokrasi” gibi yenilikçi fikirleri ile birlikte yeni bir partiyi eksiğiyle fazlasıyla yarattılar. Taviz vermekten yoksun, tek yönlü beslenen ve istikrar gösteremeyen koalisyonlu arazide duble yol olma vaadiyle geliyordu AK Parti. Politik görüşleri çok keskin olmayan bıkkın çoğunluk karşılarındaki anlaşmaya eyvallah demeye hazırdı. O anlaşma iki taraflıydı ve:
 
Cumhuriyet sever, özgürlükçü demokratların altına imza attığı bölüm:
 
“2000’li yıllara geldik, Türkiye için yeni ve güzel şeyler olabilir, bu seferlik istikrar adına, AK Parti’nin dini söylemleriyle sağlamlaştırdığı tabanına ekleneyim, AK Parti başkanının ve ekibinin din ile köklü bağlantıları olan siyasi geçmişlerini görmezden geleyim, hem belki Avrupa Birliğine gireriz.”
 
AK Parti’nin güya imza attığı kısım ise:
 
“Sağdan biraz ortaya kayabiliriz, dini söylemlerimiz sembolik olarak popülerliğimizi sürdürmek üzere devam edecek ancak aslında yapmak istediğimiz şey, güzel bir işbirliğiyle ülkeyi ekonomik olarak kalkındırmak ve hatta Avrupa Birliğine girmek için meclis çoğunluğundan yararlanarak hızlı yasama süreçleriyle reformlar yapmak. Bu süre içerisinde Şeriatı getirmeyeceğiz ve özgür olanlar özgür olacak.”
 
Bu bir namus anlaşmasıydı ancak birbirinden çok farklı iki grup arasındaydı. Bu iki farklı grup en cüzzamlı tartışmaları yapmak konusunda uzmandı zaten. Birbirlerinin dikine yıllardır gidiyorlardı. Heykellerin pipisi memesi görünüyor diye yıktıranlar, başörtüsünü dünyanın en büyük sıkıntısı edenler... Belki AK Parti burada bir çözüm olabilirdi.
 
İktidara geldikten sonra her ne kadar modernleşme sözleri verdilerse de, ya da o niyetle bir işe kalkıştılarsa da, Avrupa Birliği’nin memeleri bu bıyıklı mutaassıp adamlara fazla gelmişti. Yıllardır ülkede tabu olan şeyleri, öyle höt diye bırakmak olmazdı. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan masaya yumruğunu vurdu. “Avrupa mısın nesin, bizi oyalıyon sen, kafama sıkar giderim” dedi bir nevi. Bunun Türkiye’de uyandırdığı yankı, Tayyip Erdoğan’ın yurt içi ve yurt dışı ilişkilerinde gelecekte nasıl olacağını belirler nitelikteydi. Çünkü kafa tutmaya, dikine gitmeye, gurur yapmaya alışkın olan toplum bunu uluslararası arenalarda böylesine tanıdık biçimde görünce umutla doldu (Bkz. Van Münüt). Avrupa, sancılı yüzyılların ardından yavaş delegasyonlarla oluşmuş bir yer olmadığı için, bir Türk padişahı “ne var lan” deyince Viyana’nın kapıları ardına kadar açılacaktı tabii. Ama açılmadı. Çünkü diplomaside böyle kişisel tatsızlıklar, oyunbozancılıklar, böylesine hassas uluslararası görüşmelerde olumlu sonuçlara götürmez. Olumlu sonuca zaten gerek yoktu. Tayyip Erdoğan Avrupa Birliği’ne öyle bir sinirlenmişti ki, AB’ye girilmese bile, sorumlusu yalnızca artık haddini aşmış AB ülkeleri olabilirdi. 
 
Batılılık ile AK Parti arasındaki ilk husumet işte burada hortladı. Bir kimya uyuşmazlığı vardı. Ama istikrar ve ilerleme için gerekli olan tek şey geçerliydi hâlâ... AK Parti’nin devletin tamamını eldiven gibi giymesi gerekiyordu. Aksi halde iktidarın, Türkiye’nin ihtiyacı olan her şeyi çözmesine imkân yoktu.
 
AK Parti’nin ve Tayyip Erdoğan’ın büyük bir başarı hikâyesi olmak için yola çıktığı zaten ortada. O yüzden ülkenin sorunlarının tümüne saldırmak hemen çözmek ve bu başarıları nişan gibi taşımak istiyordu. Beyaz elbisesine binbir cumhuriyet altını takılmış tesettürlü modern bir gelin gibi ortalıkta gezmek istiyordu AK Parti. Hepimizin bildiği gibi, bir düğünde de bir gelin olur. O yüzden AK Parti başarıyı paylaşmak istemezdi. Bütün milletin ortak hafızasına başarılarla yazılmak istiyordu. Bu hikâye sürdükçe artık bu başarıların tüm partiden ziyade yalnızca bir kişide odaklanması daha mantıklı gelmiş olacak ki, Türkiye’nin tüm projelerini Büyük Usta Lider Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan açmaya, yönetmeye başladı. Kurdeleler kesildikçe resim netleşiyordu, Türkiye’de iyi ve güzel olan her şeyi Tayyip Erdoğan yapıyordu. AK Parti’nin genel reklam stratejisi olan standart icraat cümleleri artık Recep Tayyip Erdoğan’ın vurgusuna ve ses tonuna göre ayarlanmıştı. Bu reklamcı lafların en klasik örneği “X şu kadar milyonken, şu kadar milyar oldu” şeklinde ardı arkası kesilmeyen istatistikler ve alkışlar zinciridir. Tayyip Erdoğan’ın her mitinginde kullandığı bu tip sözlerle hem zaten AKP severler memnun kalıyordu, hem de sekülerciler. Çünkü X’in bu kadar milyar olması kadar seküler bir şey olamazdı. Bu reklamların seslendirme sanatçısı da Erdoğan oldu, iktidarın kapak yüzü de.
 
Her şey bir tanıtımdı. Son derece hesaplanmış, çalışılmış ve hazırlanmış bir reklam furyasıydı. Siyasette daha farklı bir şey zaten beklenemezdi. Ancak her seçim ve iktidar sürecinde olduğu gibi halkın duygusal bağlantılar kurması gerekliydi. Halkın bu duygusal bağları partiyle kurması beklenemezdi. Çünkü partilerle kurulan bağlantılar hiç demokraside olacak şey değil (!) Duygular bir partiye olacağına bir adama olsundu. O zamana kadar okuduğu şiirler, popüler nostaljik şarkılarla Tayyip Erdoğan bu iş için biçilmiş kaftandı. Böylece AK Parti iki karaktere sahip oldu. Bu namus anlaşmasının bir devamıydı. Bir yanda soğukkanlı, işini yapan, devleti siyah deri bir eldiven gibi giymiş olan AK Parti, öteki yanda, halkın sevgilisi, kimsesizlerin kimsesi, yağmurda ıslanan bir hakiki delikanlı Erdoğan’ı merkezine alan AK Parti.
 
Cumhuriyet altınlarının sayısı arttıkça, alışveriş merkezleri, yollar, binalar, köprüler yapıldıkça, buhranlı bir yanılsama çoğunluğun aklına yerleşti. Bu işi AK Partiden başkası yapamazdı artık. Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin başına gelen tüm güzel olayların sebebiydi. Türkiye’nin istikrarı ve geleceği için zaruri bir hale gelen AK Parti, Türk halkının süregelen özgüven eksikliğine bir ilaç gibi gelmeye başlamıştı bile. Bu da bilinçliydi tabii, AK Parti’nin hiçbir konuda yardıma veya desteğe ihtiyacı yoktu. Her tülü mevzu, tek bir talimatla, çalıştaylarla, araştırmalarla, anketlerle çözülebilirdi.
 
Bu şartlar altında, AK Parti’nin başarıyı paylaşmasını gerektiren mevzularda sıkıntı yaşaması tabii ki olağan bir durumdur. Örneğin geçen iki senede planlanan Anayasa Reformu. Anayasa reformunun sancılı süreci, koalisyonun ne kadar faydasız ve sıkıntılı bir şey olduğunu göstermek için güzel bir fırsat oldu. Seçim barajı öncesini hatırlatan, huysuz huysuz hiçbir konuda taviz vermeyen kuru gürültüsüyle Anayasa yenileme/değiştirme süreci tabii ki hüsranla sonuçlandı. Bu hüsranın tek sebebi diğer partilerdi tabii ki. Çünkü hizmetten başka bir hedefi olmayan AK Parti, yeni meyveli yoğurt aroması çıkarır gibi yasa çıkarmaya, paket paket değişiklik yapmaya alışkındı.
 
Bunca yıl devam eden süreçte, muhalefet de başka bir karaktere dönüşmüştü. Kayda değer çoğunluğa hiçbir şekilde sahip olmayan ve kendi aralarında zaten sevimsiz husumetler bulunan diğer partiler etkisiz kaldı. Bu etkisizliğin büyük ölçüde nedeni başından beri arzulanan “istikrar” tablosuna ayak uyduramamaları oldu. Eskiden kalma katı delikanlılıkları ile kendi içine kapalı bir istikrarsızlığı temsil etmeye başladılar. Bu da AK Parti için ideal bir durumdu çünkü AK Parti hem planlarını devreye sokabiliyor, hem de bunu muhalefetin zulmüne rağmen yaptığını söyleyebiliyordu. Bu bir reklam olarak inci gibi bir durumdu ve muhalefeti de Türkiye’nin işini yokuşa sürenler kervanına ekliyordu.
 
İşte böylece Tayyip Erdoğan’ın tüm çemberi çizildi. Avrupa’ya, İsrail’e, muhalefete yumruğu vurdu. AK Parti ve Tayyip Erdoğan bazı insanlara nasıl oluyor da bu kadar sempatik geliyor sorusunun cevabı burada gizlidir işte. Özgüvenini yitirmiş, kendisini demode ve geride kalmış hisseden, hınçla dolu, gurur duyulacak bir şey bulamayan halkın dünyaya atamadığı yumruğu Tayyip Erdoğan attı. En azından attığına inandırdı. Çünkü kimisine avam ve mantıksız gelen çıkışlarının ve dikbaşlılıklarının çoğu, duygusal bir rezonansa sahipti, halkın bir kesiminde.
 
Geçen bahar aylarında %50’yi evlerinde zor tutuyoruz derken Recep Tayyip Erdoğan kendisine inanıyordu, biliyordu ki, bildiği ve tanıdığı Türkiye adına, çok büyük güçleri karşısına alıp onlara yumruk atmıştı, gerekirse halk onun için bu yumruk borcunu ödemeye hazırdı. Bu inanca sahip çıkmak için Tayyip Erdoğan’ın yapması gereken tek şey, klişe bir Türk kahramanı gibi DİK DURUP, EĞİLMEMESİYDİ.
 
Bu senaryo’nun devamı zaten AK Parti’nin tek yol olduğuna inananlar için çok doğal ve olağan biçimde gelişti. Atılan yumrukların mağdur ve mağrur Usta’nın başına bela açacağı belliydi, Türkiye’nin bolluğunu ve ilerleyişini istemeyen hesapçı güçler ve perde arkası adamlar Tayyip Erdoğan’ın ayağını kaydıracaktı. İşte burada tekrar AK Parti’nin ikili karakteri devreye girdi. Soğukkanlı ve işini bilen taraf devletin diğer eldivenlerini de köküne kadar giymeye çalışıyor, duygusal ve delikanlı taraf ise tabanını seçimler için milletin gerçek iradesi olarak gerekeni yapmaya ve oyunları bozmaya şevk ile teşvik ediyor. Seçimlerde çoğunluk kazanmak da demokrasinin diğer tüm prensiplerini görmezden gelmeyi meşrulaştırmak için son derece geçerli bir sebep kabul ediliyor.
 
%50 sözünü ilk kullandığı anda, Tayyip Erdoğan %50 ile aynı şey oldu, %50 de Tayyip Erdoğan ile aynı şey oldu. Artık %50 içinde hisseden herkes, iyilik ve güzellikten başka niyeti olmayan Tayyip Erdoğan’ın karşısına dikilen herkese nispet yaparcasına Büyük Usta’nın yanında olacaktı. Ancak %50 ve Tayyip Erdoğan büyük bir metamorfoz sayesinde aynı kişi olduklarından ötürü sürtüşmenin korkunç bir tehlikeye de gebe olduğunu görmezden gelmeleri nedense bir türlü bu işte bir bit yeniği olduğunu insanlara gösteremedi. Çünkü artık, Tayyip Erdoğan siyasi bir kimlik değil, siyasi bir hareket veya fikir oldu.
 
Aşağı yukarı 10 yılda, reklamla, medyayla ve laflarla, ve en önemlisi İCRAATLA bir politikacının, insandan efsaneye nasıl dönüştüğünü gördük. Efsaneler genelde doğaüstü ve sihirli şeylerdir. Tehlikeli ve ihtişamlı olabilirler. Kaprisli ve heyecanlı da... Yıllar önce yaptıkları namus anlaşmasını unutabilirler. Hepimizin yapamadığını yaparlar, bazen bir kız ile erkeğin öpüştüğünü orada olmadan görürler ve onlara görünmeden kulaklarına fısıldarlar: "Ahlak Kurallarına Uygun Hareket Ediniz."
 
Ve anlaşma bozulur... Türkiye’nin eski efsaneleri tekrar uyanır… Bakalım hangi ejderha kazanacak...

Etiketler:
İstihdam