22/03/2018 | Yazar: Aslı Alpar

"İşe Yarar Bir Şey"in ardından yenilik diye yutturulmaya çalışılan betonarme bir bilinçten, evvelden sahiplendiğimiz ne varsa el değiştirmesinden imtina ederek ölümü ve yaşamı düşünüyorum.

"İşe Yarar Bir Şey"in ardından yenilik diye yutturulmaya çalışılan betonarme bir bilinçten, evvelden sahiplendiğimiz ne varsa el değiştirmesinden imtina ederek ölümü ve yaşamı düşünüyorum.

İmam Adnan Sokak’ı bile unutmuşum. Sora sora buluyorum. Sokağı baştan sona iki defa yürüdükten sonra pes edip bir dükkâna soruyorum: “Yeşilçam Sineması” nerede?

Önünden iki defa geçmişim, hiçbir tabela, levha yok bu binada sinema olduğuna dair. Otuz yedi yaşındaki salona bir bar tabelasının altından giriyorum.

Öğrenci 8, tam 10 lira. Salonda benden başka kimse olmayınca burada izlediğim filmler geliyor aklıma, en son çok sıcak bir yaz günü buradaydım. Anısı saklıdır.

Film başlamadan teker teker üç kişi daha giriyor salona. Sonra hep birlikte Haydarpaşa’dan kalkan bir trene biniyoruz.

Diyeceksiniz ki Haydarpaşa’dan son tren 2013’te kalktı. Yok, öyle değil. O treni biliyorum. 18 Haziran günü ben o treni kaçırmıştım. Beşiktaş’ta işten çıkıp Kabataş’tan Taksim’e yürümüş, Atatürk Kültür Merkezi önünden gözaltına alınmadan Kadıköy’e geçmiş ve akşam biramı “tencere tava sesleri” içinde içmiştim. Haydarpaşa’dan kalkan son trene ben İmam Adnan Sokak’tan, “İşe Yarar Bir Şey”i izlediğimde bindim.

İki kadının yolculuğu

 “İşe Yarar Bir Şey” Haydarpaşa’dan İzmir’e bir Mavi Tren yolculuğu. Film, yönetmeni Pelin Esmer’in bir röportajında belirttiği gibi şimdiden bir dönem filmi çünkü artık trenlerde bira içilmiyor hatta yemekli vagonlar yok. Her şeyin çabuk tarih olduğu, unutulmaz bildiğimiz birçok şeyin yaşanmamışlıkla anıldığı bir dönemde aniden dönem filmine dönüşen “İşe Yarar Bir Şey”, tüm zamanların dışında bir yerde ev sahipliğine soyunuyor izleyiciler için.

Barış Bıçakçı’nın yazdığı, Pelin Esmer’in yönettiği “İşe Yarar Bir Şey” Başak Köklükaya ve Öykü Karayel’in başrollerini paylaştığı bir film. Farklı sebeplerle yola çıkan, farklı hikâyeleri olan iki kadının seyahati, edebiyatsever bir mühendisin ölümü beklediği bir evde son buluyor.

Filmi çevreleyen şiir

Ölümü beklemenin kendisi sizde nasıl yankılanıyor bilmem, belki korku, belki tedirginlik belki karamsarlık ama yaşadığımız her gün ölümü beklediğimiz gerçeği ile yüzleşince filmin kara bulutları dağılıyor, ölümü hayatın bir parçası olarak içimize işliyor.

Filmin çerçevesini ise şiir oluşturuyor. Yaşama dair her şeyi içine alan bir şiir. Başak Köklükaya’nın canlandırdığı Şair Leyla karakterinin defterinden, iç sesinden film boyunca şiirler dinliyoruz. Şiir ölümü bekleyen Yavuz’un vereceği kararı, Canan’ın zor görevini, Leyla’nın bize aktarımını sarıp sarmalıyor.

Film belki tren ve yolculuk metaforları ile yaşam-ölüm arasındaki ilişkiyi yeniden örüyor. İlmeklerini de şiirle güçlendiriyor.

Bazen

Yeşilçam Sineması’nın tarihi salonunda film sona erip ışıklar açıldığında, Gülten Akın’ın şu dizeleri takılıyor aklıma: Bazan acıyı sevmeliyiz/Ölümü sevmeliyiz bazan/Hiç sevmemekle birlikte/Çünkü görülecek/Bizden ve karşıdakilerden

Sinemadan, tabelası olmayan Yeşilçam Sineması’ndan, güçlü ama isim koyamadığım bir duygu ile çıkıyorum. Yenilik diye yutturulmaya çalışılan betonarme bir bilinçten, evvelden sahiplendiğimiz ne varsa el değiştirmesinden imtina ederek ölümü ve yaşamı düşünüyorum.

Size şiir okuyan bu filmi mutlaka izleyin.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler:
İstihdam