06/09/2009 | Yazar: Can K.

"Kampüs kapısından çıkarken içimde tuhaf bir tedirginlik hissettim.

"Kampüs kapısından çıkarken içimde tuhaf bir tedirginlik hissettim. Herkesin ellerinde ve çantalarında o kitap en gözde yerini çoktan almıştı bile ve sanki benim haricimde kimse bu durumdan rahatsız değildi."

1 Eylül Dünya Barış Gününde, Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsünde kayıt sırasından bir tanıklık... 

‘Tek kitaplı insandan korkarım’ (Timeo hominem unius libri) sözü, okuduğum ilk andan itibaren kendi hayatım içinde kendi fikir dünyamı değiştiren çok önemli bir cümle olarak belleğimdeki yerini almıştır. Cümlenin iç yüzünde en basit anlamıyla anlatmak istediği durum, tek bir olaya ya da tek bir kitaba inanma üzerinden gelebilecek her türlü saldırı ve gafletin altını kara kalemle çizme eylemidir. Hayatta her şey insanlar içindir. Hepimiz bir şeyleri öğrenmek veya anlatmak için mücadele veriyoruz. Bir olayı veya bir durumu ‘bilmeyen’ bir insana aktarmanın ve o kişiyi aydınlatmanın daha kolay olduğunu düşünüyorum; fakat ‘yarı cahil’ bir insana bir gerçeği göstermenin hakikaten daha zor bir mücadele olduğunu anladım. Çünkü onun doğrusu en doğru; en eleştirilmez gerçektir. Bu doğruya sarsılmaz bir inançla bağlıdır. Yanlış olsa bile bunun gerçekliğini kabul etmez ve kafasının dikiyle nice hayatı mahvedebilir nice doğruyu kirletebilir. Bunun örneklerini ülkemizde kemikleşen töre, milliyetçilik, ayrımcılık, namus kavramı ve nefret cinayetlerinde görebiliyoruz. Biz bu zihniyetimizi değiştirmediğimiz sürece bu sorunu ve bu sorunun neden olduğu acıları yaşamaya devam edeceğiz.
 
Savaşların ve militarist söylemlerin hüküm sürdüğü bir coğrafyanın çocukları olarak bizler, içimize işlemiş bu hastalıktan bir türlü kurtulamıyoruz. Sistemin dayattığı tüm faşizan eylemlerin istemeyerek de olsa kurbanı ve bir parçası oluyoruz. Kutsanmış ahlak, din ve milliyetçilik kavramları bizi mahvediyor ve bizleri tek tipleştirmeye çalışıyor. Farklı düşünemiyoruz ve farklı hareket edemiyoruz. Düşünmeye veya hareket etmeye yöneldiğimiz zaman ise ayrımcılığa uğruyoruz, öteleniyoruz, dikkate alınmıyoruz ya da tehlike olarak görülüyoruz.
 
Şimdi size bu durumla ilgili yaşadığım bir olaydan bahsetmek istiyorum:
 
Dünya barışının konuşulduğu 1 Eylül gibi bir günde kendimi üniversiteye giriş için bir kayıt kuyruğunda bulmuştum. Kampüse girdiğim andan itibaren gözlemlediğim tek şey kampüsün bir savaş alanını andırıyor olmasıydı. Bir Türkiye klasiği olan karmaşadan, metrelerce uzayan kuyruklardan, çocuklarının kayıtlarına gelip kendini kaybeden çocuklaşan ebeveynlerin tepkilerinden ve ilgisiz görevlilerden detaylı bir şekilde bahsetme gereği bile duymayacağım. Panayır ve savaş alanı karışımı bir görüntüyü andıran bu gerçeklik Türkiye Cumhuriyeti’nin sözde modern ve çağdaş eğitim veren bir üniversitesinin; düzenin hâkim olduğu bir kurum görünümden çok uzak olması beni bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı. Ayrıca kayıt masasında yaşanan kavgalar, bilgisayarı başında yanlış komut girdim diyerek ağlamaya başlayan bir memurenin durumu cabasıydı.
 
Tüm bu kargaşanın içinde aslında kimse ne yaptığını bilmiyordu; yaptıkları sadece onlardan istenilen görevi yerine getirmekti. Saatlerce beklenilen sıranın ardından bu yaşadığım ‘işkence’ mi yoksa ‘kayıt’ mı gibi soruların beynimde dolaştığı bir anda ellerimize üstünde gülümseyen kocaman bir yüzün olduğu bir kitap tutuşturuldu. O karmaşık ruh hali içinde kitabın dış yüzeyinin özenle kaplanmış karton kabının üstündeki kelimeyi yavaşça heceledim: ‘Nutuk’ Ve o anda kan beynime sıçradı. İstediğim çok fazla bir şey değildi; sadece kimlik kartımı alıp kayıt işlemlerimi bitirmiş bir şekilde evime gitmek istiyordum. Çağdaş bir eğitim yaptığını iddia eden bir kurumun nasıl oluyor da böyle bir şeyi yaptığını kavrayamıyordum. Bunca saat beklemem bu kitap için miydi? Kalabalıkların içinden: ‘Şimdi sıra kimlik kartlarımıza gelecek yaşasın!’ konuşmalarını duyumsuyordum. İnsanlar susuyordu ve bu duruma ses çıkartmıyorlardı. Ben ve benimle birlikte bir kaç insanın dışında kimse itiraz etmedi. Farklı bir görüş dile getirmek çok kısa bir süre içinde bizi ötekileştirdi.
 
Başıma üşüşen görevlilere cevabım çok kısaydı: Ben ‘Nutuk’ istemiyorum; ben sadece kimlik kartımı istiyorum! Bir de elimize tutuşturulan kitabı aldık diye imza atmak zorunda bırakıldık. Kayıt yaptırmaya o gün o kampüse gelmiş binlerce öğrenciye aynı kitap dağıtıldı. Binlerce akla aynı düşünce aşılanmak istendi ve yapılan bu davranışın farkında olan çok az kişi vardı. Herkes üç maymunu oynuyordu. Böylesine faşizan bir eylemin görünürde ne tehlikesi olabilirdi ki sadece bir kitaptı ve herkesin kütüphanesinin bir yerinde bulunamaz mıydı? Peki, bu kitabı her aklı başında olan insan kendi isteğiyle elde edemez miydi? Neden üniversite o kitabı binlerce gence zorla dağıttı? Neden rektörlük böyle bir bütçenin yükümlülüğü altına girdi? Neden bu kitap; ‘eleştirilmez tarihimiz’, ‘hareket kitabımız’, ‘kahramanlıklar destanımız’ olarak ellerimize tutuşturuldu. Oysa 1 Eylül gibi bir günde bu olay sadece çok ironik bir durum olarak hafızama kazındı. Yaşadığım ülkenin değer yargılarının ve acı gerçekliklerinin bir kez daha farkına varmamı sağladı.
 
Kampüs kapısından çıkarken içimde tuhaf bir tedirginlik hissettim. Herkesin ellerinde ve çantalarında o kitap en gözde yerini çoktan almıştı bile ve sanki benim haricimde kimse bu durumdan rahatsız değildi.
 
İşte bu yüzden, ‘Tek Kitaplı İnsandan Korkarım!’


Etiketler: insan hakları, eğitim
nefret