23/03/2017 | Yazar: Karin Karakaşlı

İyi filmler ve diziler, hayatın sonsuz olasılıklarını gösterir bize.

Tesadüf diye bir şey var mı dersin? Yoksa bütün o rastgele karşılaşmalar hayatın, senin ve diğerlerinin yaydığı enerjilere göre şekillendirdiği bir kurgu oyunu mu? Ben hep ikincisine inandım.

İyi filmler ve diziler, hayatın sonsuz olasılıklarını gösterir bize. Böylesi dizilerden biri olan ‘Angels in America’ da, birçok şey şeyin yanı sıra ilk andan itibaren tesadüf tanrısının küçük oyunlarını düşündürdü bana. Fark etmeden ördüğümüz şu incecik örümcek ağlarını.

Epi topu altı bölümlük bir mini dizi seti ‘Angels in America’. Gel gör ki kimi küçük şeylerin büyük gücünü düşündüren bir miniklik onunkisi. Aday gösterildiği her dalda Altın Küre ve Emmy ödüllerini silip süpüren 2003 tarihli dizi, esasen Tony Kushner'in aynı adlı Pulitzer ödüllü oyunundan bizzat yazarı tarafından uyarlanmış. Kushner’in sanat yorumu uruculuğunun sırrını da içeriyor. “Sanata ihtiyaç duymamızın ve ona değer verişimizin sebeplerinden biri de gerçek hayatta karşılaşmak için fazlasıyla korkutucu, fazlasıyla sarsıcı ya da fazlasıyla muhteşem olan bir şeyle yüz yüze gelme ve bunu da güvenli bir ortamda yapmanızı sağlar.”

Mike Nichols'ın yönettiği dizi, genç yeteneklerin yanı sıra Meryl Streep, Emma Thompson ve Al Pacino gibi devlerle dolu. Thomas Newman tarafından hazırlanan yaylı ağırlıklı müzikler doğrudan kalbe işlerken, tıpkı tiyatro oyununda olduğu gibi kimi roller aynı oyuncu r-tarafından oynanmış. Her şeyin mükkererliğine dair tuhaf bir etki bırakıyor bu sanatsal tercih. Ve elbette Meryl Streep, Hannah Pitt ve Ethel Greenglass Rosenberg rollerinde, Jeffrey Wright; Belize ve Mr. Lies kimliğinde Emma Thompson da Hemşire Emily, evsiz kadın ve Amerika'nın meleği rollerinde sanatlarını konuşturuyor.

Kader buluşması

Neden eşzamanlı olarak anlatıldığını sorgulayacağımız denli birbirinden farklı hayatlar süren bir avuç insanla tanışıyoruz ‘Angels in America’da.  Ve elbette 80'li yılların Reagan Amerikasıyla… Kahramanlarımızdan Joe Pitt (Patrick Wilson), eşcinsel olduğunu kendisine söyleyememiş bir Mormon. Cumhuriyetçi, hırslı genç bir avukat olan Joe Pitt’e Adalet Bakanlığı’na geçmek üzere hayatının terfi fırsatını sunan Roy Cohn (Al Pacino) da adaletten ziyade zafer üzerine kurulu kariyerini hastalığı nedeniyle noktalamanın eşiğindeki efsane hukukçu. Joe, Manhattan’dan Washington’a taşınmasını gerektirecek işle ilgili tereddütünü eşi Harper Pitt’in (Mary-Louise Parker) şehir değiştirmek istememesine bağlıyor ama asıl mesele hiç cinsellik içermeyen ve çatırdamakta olan bu evlilik nedeniyle Harper’ın valium hapı bağımlısı bir insan haline gelmiş olması. Aynı evde yalnızlık çoğaltan bu iki insan, içlerini oyan koca bir yalan eşliğinde kıvranıyor. Joe Pitt eşine çıkış yolu bulmak için birlikte dua etmek istediğini söylediğinde Harper, “Tanrı benimle konuşmak istemiyor. Konuşmak için insanları ikna etmem gerek” diyor. En önce de Joe’yu ikna etmek zorunda. Oysa biliriz işte, kişi kendisi hazır olmadan, bütün sorular sorgu tınlayacak, bütün yanıtlarsa yalan olacaktır.

Beri tarafta Yahudi bir entelektüel olan Louis Ironson (Ben Shenkman), HIV pozitif sevgilisi Prior Walter (Justin Kirk) karşısında aciz kalıyor. Ya da Prior’ın o eşsiz sözünde özetlediği gibi kendi yüzeselleğine çarpıyor. “Ağladığında ağlamıyorsun bile Louis. Ortada sadece ağlamanın düşüncesi var sende.”

Bizse ilk kez Manhattan’daki bütün bu farklı insanların ortak derdini fark ediyoruz. Sahi, kendi hakikatinle nasıl başa çıkarsın?.. Dizinin karakterleri bize hep aynı soruyu yöneltiyor gibiler. Kabulleniş dediğin de önce inkârını itiraf etmekle başlar. Joe Pitt için bu, bastırdığı eşcinsel kimliğinden kaçış olmadığını anlamasıdır. Keza, Harper Pitt için içten içe bildiği bu gerçeği bastırmak için haplara bağımlı hale gelmiş olduğunu kabullenişidir. Kaçamaklar şampiyonu Louis Ironson için belirleyici an, Prior’a olan aşkının onun “hastalık sürecini” kapsayacak güçte olmadığını farkedişidir. Cohn içinse hayatını temellendirdiği iktidar alanlarının, “hasta ve muhtaç” hale gelişiyle birlikte elinden kaydığını algılayışıdır.

Hayat eşlikçileri

Üstelik tesadüf tanrısı oyunları sever. Kendi oğlunun eşcinselliğini reddeden Joe’nun annesi Hannah Pitt, Louis’nun hayatındaki yeni erkeği görmek için Joe’yu izlerken yolu Mormon merkezine düşen Prior’la karşılaştıktan sonra onun sürecine eşlik etmeye başlar. Eşlik dediğin de temas ve etkileşimdir. Prior’ın sanrılar, kabuslar ve acı uyanışlarla dolu dünyası, bu kadını da kendi sarsılmaz gibi görünen inancı, yok saydığı eşcinsellik ve bastırdığı kadınlığıyla yüzleşmeye götürür.

Üstelik tesadüf tanrısı oyunları sever. Dizinin iki büyük kaçağı Joe ve Louis’in yolu kesişir. Göstermelik vicdan azablarını, birlikte yeni bir ilişki deneyerek atlatmayı seçerler; Harper ve Prior’ın kimliğinde kendi korkularından, zaaflarından kaçmayı. Ta ki kaçışın sonu olduğunu öğrenene kadar.

Angels in America’nın zaman ve mekân boyutlarını aşan kurgusu, akıl ve delilik çizgisinde gezinen karakterlerinin birbiriyle kimi zaman rüyalarda ya da bilinçaltında kimi zaman da günlük hayatın ta kendisinde buluşturuyor. Prior ve Harper’ın rüya ve halüsinasyonların kesişmesiyle boyutlar ötesi buluşması buna en çarpıcı örneklerden biri. Prior’ın sanrılar sırasında kendi atalarıyla karşılaşması ve sanrıların doruk noktasında bir haberci meleğin kendisine görünerek ölüm peygamberi olduğunu ona bildirmesi kara mizah eşliğinde insanlık tarihinden bugüne dünyanın içinden geçtiği bütün evreleri izlemek için eşsiz bir fırsat.

Özgürleşmek dediğin

Harper Pitt, gerçekler katlanılmaz olduğunda valium eşliğinde halusinatif yolculuklara çıkar. Buzdolabının kapısını açtığında öte taraf, hep olmak istediği Antarktika’dır. Yolculuğu ise Mr. Lie (Bay Yalan) ayarlar. Harper’ın sığınağında huzur eriyen kar kadardır ve “ Neden ölmediğimi anlamıyorum. Kalbin kırıldığında ölmelisin” dese de, güçlüdür o, hem de kendisinin farkında olmadığı kadar güçlüdür. Harper Pitt’in halüsinasyonlarında açlıktan, savaştan, vebadan ölenler görünür. Her çağda önyargıların en büyük silah olarak kuşanıldığını fark ederiz. AIDS’i ‘eşcinsellerin laneti’ olarak kodlamak, hastalığa dair tedavi sürecini geciktirecek, muhfazakâr politikaların geçici zaferini pekiştirecektir. Ama yine Harper’ın dediği gibi  “Hiçbir şey sonsuza kadar kaybolmaz. Bu dünyada acılı bir süreç var. Ardımızda bıraktığımız ve hayalini kurmaya devam ettiğimiz bir şey. En azından ben böyle düşünüyorum.”

Sarsıcı gerçeklikte gösterilen hastalık evreleriyle AIDS bir yandan da soyut bir metafora dönüşür. AIDS; sanki insanın itiraf edemediği her şeyi barındıran uzay boşluğudur. Siyasetin yalanı, toplumun riyasıdır. Amerika’nın gerçeğini bize bir yandan hastabakıcı olarak çalıştığı ve son olarak da Roy Cohn’a baktığı hastanede sistemin en çıplak haliyle yüzyüze gelen hem de lubunyalar kraliçesi siyahi Belize nefret ettiği Louis’e isyan ederken haykırır. “Amerika’dan nefret ediyorum, Louis. Bir demet büyük fikir ve hikâye ile ölen insanlardan ve bir de senin gibilerden başka bir şey değil.  Ulusal marşı yazan herif ne yaptığını biliyordu. ‘Özgür’ kelimesini o kadar yüksek bir notaya koydu ki kimse ulaşamıyordu ona.  Kasıtlıydı bu.  Dünyada hiçbir şey daha az özgürlük gibi tınlamıyor kulağıma. Benimle hastanede 1013 numaraya gel de sana Amerika’yı göstereyim. Ölüm döşeğinde, manyak ve kötücül. Amerika’da yaşıyorum diye onu sevmek zorunda değilim Louis.”

Yeni bin yıl

Yüzleşmelerin en büyüğü, kötülükten zerre pişmanlık duymamış Roy Cohn’un payına düşer. “Erkeklerle seks yaparım ama bunu yapan diğerlerinden farklı olarak takıldığım adama Beyaz Saray’a getiririm. Başkan Reagan bize gülümser ve onun elini sıkar” diyen, eşcinselliğini de AIDS’i de kabullenmeyi rededen ve düzenin ta kendisi olan Cohn, Mc Carthy döneminde sisteme tehdit olarak görülen komünist Ethel Rosenberg ve eşi Julius’un ajan oldukları iftirasıyla ölüme mahkûm edilişinde çok büyük rol oynamıştır. Şimdi ölüm döşeğinde yanına gelen de Ethel’in soğuk ruhundan başkası değildir. Ve Ethel kendisinden daha beter bir şekilde ölmesi için beddua ettiği Roy’dan intikam almak için oradadır. Almaya yemin ettiği intikam da ölmeye mahkûm edildiği ölüm gibi kişisel değildir. Roy’a söylediği söz bütün insanlığa söylenmiş sayılır: “Tarih çatlayarak açılmaya başladı. Yeni bin yıl yaklaşıyor.”

Bütün karakterlerini kâh rüyada kâh gerçek hayatta karşılaştıran dizi, zamanın sarmallığına ve hayatın absürdlüğüne selam duruyor. Halleşilmemiş geçmiş, geçmiyor. Bugün denen ânı, o an içinde tohuu saklı olan geleceği belirliyor. Tıpkı Prior Walter’ın dediği gibi: “Bu hastalık pek çoğumuzun sonu olacak ama hepimizin değil.  Ve ölüler anılacak, biz sağ kalanlarsa kaçmadan hayatla mücadeleye devam edeceğiz. Artık gizli saklı ölmeyeceğiz. Dünya ileri doğru gidiyor, dünya vatandaşı olma zamanımız geldi.”

‘Angels in America’ meramı olan ve birden çok izleyeceğiniz bir dizi. Çok şeyin yanı sıra en başta da şunu der gibi. Anladık, dünya kimi zaman çok boktan. İnsan maruz bırakıldığı kötülükler karşısından bazen pek aciz ama bir o kadar da güçlü, bir o kadar da özgür, vahşi ve büyülyici. Sınırsızlığımızı ne kadar erken fark etsek o kadar iyi.

*Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin 150. sayısında yayınlanmıştır. Kaos GL'ye basılı ya da internet üzerinden erişmek için abone olabilir ya da bu bağlantıda bulacağınız kitabevlerini ziyaret edebilirsiniz. 


Etiketler:
İstihdam