30/01/2012 | Yazar: Sarphan Uzunoğlu

The Artist görsel ve duygusal bakımdan harika bir film. Sinemada izlemekse bu filmden zevk almanın tek yolu. Ancak film ciddi bir argüman problemi yaşıyor ve ‘eleştirerek başladığı’ kapitalist sinema sektörünün ‘vicdanını’ kutsayarak bitiyor…

Türkiye’de 27 Ocak 2012 tarihinde vizyona giren ve Michel Hazanavicius’un yönettiği The Artist 2000′lerin çocuklarına fazlasıyla yabancı gelebilecek bir geçmişi anlatıyor; dahası teknolojinin kapitalizmin evrimi ve insan faktörünün ‘tüketilebilirliğindeki’ rolünü gözler önüne seriyor. Filmdeki temel sorunsa herhalde şimdinin küresel vicdan hareketlerine denk düşecek bir ‘kapitalizmin içindeki vicdan’ reklamı olagelmesi…

The Artist önemli bir film. Bu saptamayı yaparak başlamamın nedeni, Taylorist-Fordist topluma geçiş sonrası dönemin ve ekonomik buhran sonrası dönemin medya alanına nasıl yansıdığını ve o dönemin ‘star’ endeksli sinemasının (sanki şimdi değilmiş gibi!)  öğütücülüğüne dair bir eleştiri içeriyor.

Film, sessiz sinema çağının altın oyuncusu George Valentin’in parlak kariyerinden sahnelerle başlıyor.  Valentin’in kendine has üslubu, karizması ve ‘ışığı’ ile bir star olmasının tesadüf olmadığını görüyor ve döneminin ‘önde gelen’ ismine bizi de hayran eden filme o sırada kapılıp gidiyoruz. Siyah ve beyazın çekiciliğinin yanında siyah beyaz sinemanın nasıl işler hale getirildiği, gösterimlerin nasıl yapıldığı gibi detayları görmemiz de filme ilgi duymamıza neden olan faktörlerden oluyor.

Elbette filmin temel olayı bir ‘sessiz film güzellemesi’ değil; film kapitalizmin ‘yenilikçiliği’nin vahşiliğine dair olağanüstü bir eleştiri ile başlıyor. Özellikle kâbus sahnesini izleyenler; yenilik diye sunulan kapitalizm karşısında ‘geleneksel’ emeğin aldığı yarayı açıkça görebiliyorlar; dahası bireyin egosu ile birlikte alınan yaraların ne kadar derinleşebileceğine dair fikir sahibi oluyorlar.

Filmin temel argümanı sinemasal evrimler karşısında oyuncuların yaşadığı kişisel bunalımın aslında ‘kişisel’ sebeplere dayandığı kadar sinemanın kapitalizme içkin tüketici ve yırtıcı karakterine de dayandığı gerçeği. Ancak film boyunca ‘gözümüze sokulan’ bu gerçeklik yine kapitalizm içerisinde özne olan bir kişi tarafından ‘pansumanlanarak’ geçiştiriliyor.

Emek ve Sermayenin Bitmek Bilmez Kavgası
Filmde 99 Frank’ı izleyenlerin çok yakından hatırlayacağı Jean Dujardin’in canlandırdığı George Valentin karakteri alışılagelmiş emeği ifade ediyor. Bu emeğin ‘alışılagelmişliği’ dönemsel bir gerçeklik olmakla birlikte, dönemin sinemasal ifade trendleri bakımından, insan sesinin sinemaya girmesi ile birlikte alışılagelmişlikten sıyrılamayan yahut sıyrılması hâlinde tehdit altına girecek bir emekçinin durumu var. Her ne kadar konumuz Valentin gibi bu işin ‘ekmeğini yemiş’ bir karakter olsa da yönetmenin öyküyü tuttuğu bu nokta birçok açıdan teknoloji karşısında geleneksel emeğin dönüşümü sürecinde yaşanan krizi çok iyi anlatmış.

Ancak tam bu noktada Berenice Bejo tarafından canlandırılan Peppy Miller karakterinin oynadığı rol çok önemli. George Valentin’in bir ‘fan’ı olmaktan bir stüdyonun ‘yeni yüzü’ olmaya uzanan yolculuğunda Valentin’in duygusal ilgi duyduğu (tesadüfen de olsa) ‘fan’ı Peppy Miller’a ‘eklediği’ ‘beauty spot’ (dudağın hemen yanındaki güzellik ibaresi ben) ile benliğine kavuşan Miller, kısa zamanda ‘sesli sinemanın’ yüzü oluyor. Sesli sinemayı reddeden Valentin ise ‘demode’ bir sinema akımının temsilcisi… Güzellik ve ‘yenilik’ birer ideoloji olarak kapitalizmin aygıtlığı görevlerini hızla görüyorlar. ‘Eski’ olanı sahnenin dışına itmek konusunda ise bir an olsun tereddüt etmiyorlar.

Şimdi tam bu noktada filmdeki kâbus sahnesine dönmekte fayda var. Bu sahnede George Valentin’in kâbusu başlıyor; ancak bu kabus bir uyku sürecinden ibaret değil. Kendi emeğinin gözden çıkarıldığı bir süreç söz konusu. Hatta bu sürecin filmin sonunda da -yönetmenin iddiasının aksine- bittiği söylenemez. Valentin, kendi yarattığı yıldız “Peppy Miller’ın vicdanı” sayesinde (kapitalizmin vicdanı?) bulunduğu noktadan kurtulmuş olsa da bu bayat ‘aşk öyküsü’ inandırıcılığını yitiriyor.

Çünkü, filmdeki temel argümanın, liberalizmin hepimize öğrettiği ‘kişisel başarı hikayeleri’ klişesinden çok emekçilerin tamamına yansıyan bir sınıfsal başarıyı gözardı ettiği ortada… Örneğin Valentin’le birlikte o dönem sessiz sinemaya emek verenlerden kaçı ‘vicdanlı birer el’ sayesinde süreci atlattılar yahut bugünün sinemasına baktığımızda teknik değişimler kaç kişiyi işsiz bırakırken kimlerin istihdam edilmesine neden oluyor.

Güzellik kavramının yıldan yıla değişen mantığı ve iletişim stratejileri, politik trendler gibi mevzular hangi filmlerin henüz çekilmeden yok olmasına neden oluyor?

Özetlemek gerekirse The Artist görsel ve duygusal bakımdan harika bir film. Sinemada izlemekse bu filmden zevk almanın tek yolu (görsel olarak). Ancak film ciddi bir argüman problemi yaşıyor ve ‘eleştirerek başladığı’ kapitalist sinema sektörünün ‘vicdanını’ kutsayarak bitiyor…


Etiketler:
İstihdam