03/08/2012 | Yazar: Hakan Bilge

Ezeli kedi-fare oyununda, şiddetin bahçesinde sonsuz kere karşı karşıya gelir Tom ve Jerry. Şimdi bu çizgi dizinin bileşenlerine ve genel karakterine bakalım.

Giriş
 
MGM’in (Metro-Goldwyn-Mayer) çizgi dizilerinden Tom ve Jerry dünya çapında popülerliğini uzun süre koruyabilmiş çizgi filmlerdendir. Rüya-fabrikatörleri William Hanna ve Joseph Barbera yönetiminde yüzlerce bölümü bulunan çizgi dizi, çok basit olarak kaçma-kovalamaca serüveni üzerine inşa edilmiştir. Komplike bir örgüsü bulunmayan, çizgi-figürlerin şiddetinin rengine paralel orkestra müziğiyle devindikleri hareketli bir çizgi film. Bütün bölümlerde minik seyirci için özdeşleşim-figürü ise Jerry’dir. Bu sevimli fare kurnaz, akıllı, entrikacıdır. Tom’la birlikte aynı çatı altında yaşayan/yaşamaya çalışan Jerry, bazen uyurken, bazen hiç hazırlıksız; bazen de hırsızlık yaparken Tom’un tacizleriyle karşılaşır. Her tehlikeli durumda eni sonu Tom’u alt etmeyi başaran Jerry, savaş ve düellolardan alnının akıyla çıkar. Tom ise “yenilen pehlivan güreşe doymaz” sözünün canlı bir örneği olarak saldırgan, sadist, tahrik edici, şakacı bir kedidir. Ezeli kedi-fare oyununda, şiddetin bahçesinde sonsuz kere karşı karşıya gelir Tom ve Jerry. Şimdi bu çizgi dizinin bileşenlerine ve genel karakterine bakalım.
 
Şiddetin Stil Araçları ya da Sado-mazohist Bir Gösteri
 
Sinema filmlerinde ve elbette çizgi filmlerde, kaçma-kovalamaca tek başına kalıcılığı ve sürekliliği sağlayamayacağı için öyküler örgenleştirilirken birçok işlevsel-araçtan yararlanılagelmiştir. Alfred Hitchcock, aksiyon filmlerinin atası North by Northwest’de (1959, Gizli Teşkilat) başroldeki Roger’ın (Cary Grant) kaçış öyküsüne birçok işlevsel boyut eklemiş, öyküyü zenginleştirmiştir. En başta seyircinin özdeşleşebileceği bir karakter vardır sahnede -ki bu karakter suçsuz, her şeyden habersiz bir reklamcıdır. “Seyirci suçsuz insanlarla daha çabuk özdeşleşir” sinemasal kuralı Hitchcock için temel prensiplerden biridir ve birçok filminde bu unsurdan yararlanmıştır (The 39 Steps, The Wrong Man, Frenzy, To Catch a Thief, I Confess, Saboteur, Dial M for Murder vd.). Diğer unsurlar ise belirsizlik ve gizemdir (mystery). Üstüne soğuk İngiliz mizahı eklenir. MacGuffin de destekleyici bir elementtir. Görülebileceği gibi Hitch Amca, bir polisiye-casusluk-serüven öyküsüne aksiyon motifleri ve daha birçok öge ekleyerek ilginç ve sürükleyici bir bireşim elde etmiştir. Bu parlak formül halen birçok filmde pratize edilmeye çalışılmaktadır.
Road Runner (Yol Koşucusu) 1960’lı ve 70’li yıllarda sahnedeki varlığını sağlamlaştırırken, Türk televizyonlarında ancak 1980’lerden itibaren görülmeye başlar. “Bip Bip!” sesiyle tozu dumana katan, yollar boyu devamlı maraton halindeki şu sinir bozucu yaratık ve peşindeki daimi pervanesi zekâ küpü Tazı (Wile E. Coyote) çöl coğrafyasını turlarken; klasik kaçma-kovalamacanın ruhuna entrika ve tuzak kurmanın teorisini dâhil ederler. Absürd şiddetin diz boyu sınandığı bu çizgi dizi popüler kültürle bağlantı kuran ve özünde bir korku parodisi niteliğindeki The Shining’de de (1980) (1) işitilir, hatırlanacağı üzere. Stanley Kubrick’in bu filminde, psişik güçlerle (ki bu güç shining’in -sözümona parlama yeteneğinin- özünü oluşturur) donatılmış Küçük Danny (Danny Lloyd) televizyonda bu çizgi diziyi izliyordu. Jack Torrance (Jack Nicholson) ise baltasını banyo kapısına saplarken aslında The Wizard of Oz’dan (1939, Oz Büyücüsü, Victor Fleming) bir sahneyi yeniden-canlandırıyordu. Uzatmayalım; Road Runner’daki kaçma-kovalamacanın iki figürü, biri planları, tasarıları ve edimselliği açısından modern bir mühendis gibi hareket ederken (bu, Tazı’dır); bir diğeri de (kısaca, “Bip Bip” diyelim ona) bütün tuzakları yarıp geçen, hiçbir gücün durduramadığı bir çizgi-figür olarak sahneye çıkıyordu. Mühendis Tazı, roketleri, bombaları, dinamitleri ve envai çeşit savaş stratejilerine karşın tek yeteneği koşmak olan bir kuşun hakkından gelemiyordu. The Shining’de Jack Torrance’ın, minik Danny’nin hakkından gelememesi gibi! (Sonu labirentte biten kaçma-kovalamaca sahnelerini anımsayalım yeter.) Konumuz bahsinde Tom’un da tüm yeteneklerini harcadığını görüyoruz; fakat nihaî altın kural (‘klişe’ diye okuyun) gereği kazanan hep Jerry’dir. Jerry’e karşı Tom’un, Şirinlere karşı da Gargamel’in yanında olur muydun ey okuyucu?
Tom ve Jerry’nin heyecanlı arenasında aksiyon binbir çeşit şiddet gösterisine sahne olurken; kılıçlar, silahlar, çatal ve kaşıklar, olmadı tencere ve tavalar havada uçuşur. Sopalar, sineklikler ve daha birçok nesne… Örneğin Tom’un en basit silahı mutfaktan bi’ koşu alıp geldiği tavalardır. Jerry ise odadan odaya, bahçeden sokağa, caddeden çatıya var gücüyle fink atar. Tom kovalar, Jerry kaçar; Jerry koşar, peşindeki Tom’dur. En basit mantık budur. İkilinin rekabetine orkestra müziği paralel düzeyde eşlik eder. Yaylı çalgılar, piyano müziği, vesair. Neredeyse şiddete methiye düzülürcesine aşırı ve ölçüsüz, adeta sado-mazohist bir şiddet gösterisine tanık ediliriz. Ama kimsecikler ölmez bu fantezi dünyasında. Düellolar, uzaktan uzağa bakışmalar, gizli baskınlar, faka bastırmalar ve daha niceleri sonsuz kere sonsuz sürer gider. Bu sonsuz çoğaltma, salt kendi aralarındaki rekabetin figürleri olarak hayvanlar dünyasını dış dünyaya, insanların dünyasına -ve elbette janr sinemasına- (genre movie) bağlar ister istemez. Şövalyeler gibi, kovboylar gibi düelloya girişirler örneğin.
 
1980’ler: Şiddet Kabuk Değiştiriyor
 
1980’lerde çocuk, şimdilerde anne-baba olan/olmaya başlayan nesil Voltron: Defender of the Universe (1984, Franklin Cofod) ile birlikte çizgi dünyaların fantastik evreninin giderek şiddet ve kanla daha çok boyanmaya başladığını anımsayacaklardır. Bu dönemde Nils no fushigi na tabi (1980, Nils ve Uçan Kaz), Clémentine (1985, Jean Cubaud), HeMan and the Masters of the Universe (1983) gibi dünya çapında büyük başarı kazanan çizgi filmler TRT’nin tek kanallı dönemlerinde birer birer arz-ı endam ediyordu. Ne zaman ki Voltron uzayda belirdi, işte o vakit bir şeyler değişmeye başladı. Ama elbette çizgi filmler var olduğundan beri şiddet de vardı. Sinema filmlerinde olduğu gibi.
Yine de şiddete bakışta birçok eleştirmen ölçüyü kaçırmıştır. A Clockwork Orange (1971, Otomatik Portakal) gösterime girdiğinde İngiliz basını ve eleştirmenleri Kubrick’in gençleri şiddete teşvik ettiğini yazıyorlardı. Bu filmden sonra şiddetin İngiltere toplumunda daha da arttığını belirtiyorlardı. Kuşkusuz bugün artık dünya yüzeyindeki şiddet filmlerdekini çoktan geçti. Daha doğrusu gerçek hayattaki şiddet filmlerin hep önündeydi. Bkz: 1. ve 2. Dünya savaşları. Filmlerin insanları daha da saldırgan yaptıklarını söylemek komik görünüyor işte bu yüzden. Elbette sanat öyle veya güçlüdür. Belirli bir gerçekliğe kendi üst-gerçekliğinden hareketle yeni bir görünüm verir sanat. Gerçekliği kendi imajları açısından dönüştürür. Eğer filmlerin insanları insanlıktan çıkardığını savunuyorsak, çizgi filmlerdeki şiddete de bakmamız gerekecek.
Çizgi filmlerin hedef kitlesi her zaman minikler oldu; fakat yetişkinleri de hedefleyen veya salt yetişkinlere hitap eden birçok çizgi film de var ve olacak da. Özellikle son yıllarda büyük sükse yapan Japon animeleri. Şimdi, şiddetin dinamikleri açısından hem sinema filmlerinde ve hem de çizgi filmlerde olup-bitenin, birbirlerine oldukça yakın bir mantığın ürünü olduklarını mimleyebiliriz. Tom’un çatal-bıçakla Jerry’e tüm hışmıyla saldırmasıyla The Shining’de Jack Torrance’ın OverlookHotel’de baltayla koşuşturması yan yana getirilebilir mi? Öncelikle bu bir sorun yaratabilir. Şu: Tom ve Jerry özünde fantastik bir düzlemden hareket eder. The Shining ise aile içi şiddeti betimlemek ister gibi görünürken aslında o da fantastik bir tabana dayalıdır. Öncelikle klostrofobik bir otelde gönüllü izole bir aile var burada. Fakat neresinden bakarsak bakalım, The Shining aslında sürreal bir filmdir ve şiddetin kökeni ise çok daha gerilere, OverlookHotel’in kanlıgeçmişine dayandırılmaktadır. Bu film bir korku parodisidir, demiştik yukarıda. Mamafih aile içi şiddetin göstergeleri üzerine de ilginç tezler sunan bir filmdir de. Ki bu açıdan çift uçlu bir okuma yapılarak, iki farklı düzlemden hareket ederek bakabiliriz The Shining’e. İlk okuma, reenkarnasyona dönük fantastik bir okuma olurdu ki hayaletler, sanrılar vb. ilk elden sınamamızı gerektiren veriler olurdu. İkinci okuma ise alkol sorunları olan ve başarısız bir dönem geçiren bir yazarın aile içi estirdiği terör. Evet, bu iki farklı düzlemin sarmaştığı bir okuma da yapılabilir. (2)
Öyleyse sormalı: Çizgi filmlerdeki şiddet aslında sinema filmlerindeki şiddetin gerisinde midir? Bu sorunun yanıtı tam ve kesindir kanımca: Hayır, hiç de gerisinde değildir. Çizgi filmlerdeki şiddet çoğu kez fantastik de olsa, geçmişte olduğu gibi bugün de en üst düzeydedir. O zaman şöyle sormamız gerekecek: A Clockwork Orange gibi filmlerin şiddeti körüklediğini savunan muhafazakâr eleştirmenler çizgi filmleri neden baz almıyorlar? İşte, tam bu noktada The Shining’in popüler şiddet endüstrisini parodileştiren bir film olduğunu bir kez daha anımsatabiliriz. Zaten yukarıda Road Runner’ın The Shining’de vurgulandığını ifade etmiştik. Benzer bir yaklaşım, Michael Haneke’nin Funny Games (1997, Ölümcül Oyunlar) ve yeniden çevrimi (remake) Funny Games U.S. (2007) adlı nitelikli filmleri için de geçerlidir. (Pastiş [Pastiche] denemeleridir bu filmler) Burada da şiddetin popüler göstergeleri Amerikan sinemasından (sevişen gençlerin biçildiği slasher’lardan küçük bütçeli abukluklara ve istismar sinemasına değin geniş bir yelpaze) hareketle sorunsallaştırılmaktadır. Birkaç soru daha beliriyor: Filmler yetişkinleri, çizgi filmler de çocukları yoldan çıkarır mı? Şiddete sürükler mi? Hadi canım, buna ahmaklar bile güler! Peki, neden A Clockwork Orange gibi filmler tehlikeli bulunuyor da Terminator (1984, Yokedici, James Cameron) gibi metrekareye üç cesedin düştüğü filmler tehlikeli bulunmuyor? Hıh… Cevabı net değil mi? İktidarlar, hükümetler, ideolojiler veya sosyal sistemler kendilerine dönük tehlike arzeden filmleri eleştirirler, sansürlerler, olmadı yasaklarlar. Ama Terminatör gibi etliye sütlüye dokunmayan filmleri de uluslararası bir fenomen haline getirirler. Rambo ve devam filmleri ise, Susan Sontag’ın deyişiyle, faşist estetiğin (3) cisimleşmiş bir görünümü olarak kapitalist sistemin içinde varlıklarını sürdürmeye devam ederler. Olup-biten aşağı yukarı budur. A Clockwork Orange 2: Alex’in Yükselişi veya A Clockwork Orange 3: İngiltere Cadı Kazanı gibi devam filmleri neden çekilmiyor zannediyorsunuz!
 
Özdeşleşim Politikaları
 
Tom ve Jerry’de şiddetin kökeni Tom’a dayan(dırıl)dığı için özdeşleşim-figürü de doğal olarak Jerry’dir. Ebedî loser Tom, kazanan ise Jerry’dir çoğu kez. Klasik kazanan-kaybeden öyküleri zaten Hollywood’da A filmlerinden alternatif filmlere uzanan çizgide hemen bütün sinema dünyasına egemendir. Bu açıdan Tom ve Jerry’nin öyküsünde de hep bir kazanan, bir de kaybeden vardır. Yine HeMan’de loser İskeletor’dur, Clémentine’de ise Malmoth. Sahi, kazanan veya kaybedenin olmadığı bir film veya çizgi film var mıdır? Bir kazanan ve bir de kaybeden olduğuna göre devreye otomatik olarak seyircinin özdeşleşim (identification) kuracağı bir karakter/çizgi-figür girecektir. Tom ve Jerry için oldukça belirgin bir durumdur bu. Burada dikkat edilirse, olay örgüsünü sistematikleştiren çizgi-figür Tom’dur. Genel olarak ilk harekete geçen, ilk eylemde bulunan O’dur. Fakat eni sonu eyleme geçerken eylemin nedenselliği de çoğu kez Jerry’yle ilintilidir. Jerry ya buzdolabından bir dilim peynir aşırmıştır ya da ortalıkta fazla gürültü ettiği için Tom’un huzuru kaçmıştır. Tom şömine önünde ya da odanın kuytu bir köşesinde tembel tembel miskinlik yapmak ister. Rahat rahat uyumak ister. Fakat bu sükûnet Jerry’nin coşkulu eylemselliği yüzünden bozulur. Doğal akışı bozulan Tom, müdahaleci bir hayvandır. Bu minvalde, evde pijaması ve beyaz atletiyle oturan ve üst kattan sesler geldiğinde komşusunun önüne kabadayı gibi dikilen apartman sakinlerini anımsatır. Zaten içten içe nefret ettiği Jerry’i bir şekilde bozguna uğratma peşindedir. Jerry de bu fırsatı birçok kereler O’na verir. Önünde fırsatlar belirse de Tomcağızın, Jerry kaotik savaşların hepsini kazanır. Kurulan tuzakları bir bir faş eder. Çılgınca şiddet senfonilerinin sonunda küçük deliğine gidip temiz bir uyku çeker. Görülebileceği üzere, şiddetin kökenleri/dayanakları basit nedenlerden ileri gelmektedir. Her ne şekilde meydana gelirse gelsin, şiddet, tam bir curcuna, bir karnaval havasında cereyan eder. Bu karnavala klasik müzik yapıtlarının eşlik etmesi ise gerçekten düşündürücüdür.
Bu konu alabildiğine geniş bir skalaya oturuyor. Bu doğrultuda mutlu son (happy end) izleğinin parametreleri okunabilir. Sinema filmleri tek atımlık olduğundan, bir filmi analiz ederken baştan sona derecelendirme kriterleri ya da okuma stratejileri daha sağlam belirlenebilir. Fakat çizgi filmlerde total kriter, çok belirli göstergeler dışında biraz olanaksız kalıyor doğal olarak. Bu açıdan örnek (prototip) bir okuma yapmamız icap ediyor. Aşağıda inceleyeceğimiz The Missing Mouse, mutlu son mantığını altüst ettiği için okumak için olası en mantıklı seçim olarak göründü bana. Okumaya devam et okuyucu.
 
Örnek Bir Okuma: The Missing Mouse (1953)
 
1953 yapımı The Missing Mouse (Kaçak Fare, Joseph Barbera & William Hanna),Tom ve Jerry üzerine karakteristik olarak ilginç doneler sağlamaktadır. Bu karakteristik şiddetin parametrelerini gözden geçirmemiz için elzem ipuçları barındırıyor. Henüz ilk sahne şiddetin kökenlerini sunar: Jerry, buzdolabından bir parça peynir ve bir şişe sütü aşırmaya kalkar ama nafile; evin yegâne bekçisi Tom, buzdolabının üzerinde Jerry’i keyifle rontlamaktadır. Duruma hemen müdahale eden sâdık bekçi, ilk iş olarak Jerry’nin kafasını dolaba sıkıştırır. Var gücüyle toz olan Jerry’i bu kez sağlı sollu pasta tabakları beklemektedir. Tom’un yüz ifadesi alaycıdır, yaptıklarından büyük bir haz duymaktadır. Kaçmaya devam eden Jerry’i fare tuzağıyla taciz eden Tom kuyruğunu sıkıştırmaya çalışır. Başı dönen Jerry deliğine doğru kaçmaya çalışırken kafasını duvara çarpar ve duvarda çatlaklar oluşur. Tom iyice keyiflenir ve farenin hakkından nasıl da geldiğini anlatırcasına kahkahayı basar. Bu da yetmezmiş gibi Jerry’nin üzerine beyaz ayakkabı boyası dökülür. Birinci sahne böylece tamamlanır ve ikinci sahneye geçilir. Koltuğunda keyifle, ayaklarını sallayarak Wow (4) adında bir ‘dişi-kedi dergisi’ okuyan Tom radyodaki sese kulak verir. Ses, heyecanlı bir tonla bir dizi malumat geçer: Burada beyaz bir fare, bombayla yüklüdür ve herhangi bir darbe aldığında da infilak edecek şekilde tasarlanmıştır. Radyodaki haber, Beyaz Farenin çok tehlikeli olduğuna dair beyanatlar verir kısaca. Radyodaki sese kulak misafiri olan Jerry, her zamanki kurnazlığıyla aklına bir hinlik gelir ve hazır üzerine beyaz ayakkabı boyası dökülmüşken, adı geçen Beyaz Fareyi oynamaya/onun yerine geçmeye karar verir. Ve Tom, bir de bakar ki Beyaz Fare evinin sınırları içerisinde bitivermiş. (Aslında Jerry’nin ta kendisi) Beyaz Farenin alacağı en ufak darbe patlaması anlamına geldiğinden ve bunu adı gibi bildiğinden korkuya kapılan, öyle ki, tir tir titreyen Tom, bu davetsiz bücürün tacizleriyle karşı karşıya kalır. Beyaz Fare, deyim yerindeyse Tom’u şamar oğlanı gibi kullanır ve adeta bütün farelerin ezeli intikamını alır. Tom’un kafasına çekiçle vurur filan. Bu arada ansızın su dolu lavaboya düşen Beyaz Farenin bütün boyası da çıkar ve farenin Jerry olduğunu anlar Tom. Kuyruğundan tuttuğu gibi pencere kenarına götürür, kıçına tekmeyi bastığı gibi uzaklara şutlar. Bu esnada gerçek Beyaz Fare de kapı önünde dikilmektedir. Tom fareyi görmesine rağmen inanmaz ve oncağızı kapar, akvaryumda yıkamaya çalışır; fakat fare radyonun bahsettiği fare değil midir? Sonra yine aynı radyo, tehlikenin geçtiği yönünde malumat geçer. Spiker ağbinin dediklerine bakılırsa, Beyaz Fare tehlikeli değildir artık. Dolayısıyla heyecana kapılınmaması gerektiği yönünde mesaj verir. Doğrusu bu Beyaz Farenin içine bombayı kim yerleştirmiştir, fare aslında bir robot mudur, hiç anlaşılmaz. 6 dakikalık çizgi-gösteri boyunca da gizemini korur. Alfred Hitchcock’un Notorious’unda (1946, Aşktan da Üstün) Nazilerin malikânesindeki şarap mahzeninde şişelerin içinde saklanan uranyumlar nasıl ki genel öykü boyunca herhangi bir işlev taşımıyorlarsa, buradaki bombanın da varlığı giderek önemsizleşir. Zaten çizgi film bittiğinde bile bombanın kim tarafından hazırlandığı yönünde herhangi bir enformasyon verilmez. Dolayısıyla bomba fikrinin aslında öykünün kurgulanması yönünde bir MacGuffin olduğu anlaşılır.
Radyo daha önce verdiği haberi tekzip edip Beyaz Farenin tehlikeli olmadığına dair malumat verse de, aslında fare bomba yüklüdür. Nihayet Tom ve Jerry’nin paylaşmayı bir türlü beceremediği evle birlikte havaya uçar. Tom da kendi kazdığı kuyuya düşecektir. Ev infilak ettiğine göre de artık Tom ve Jerry aynı çatıyı paylaşamaz hale gelirler. Bir çatıyı paylaşamama, bir mekânı ortaklaşa kullanamama ucu felakete varan bir evreye düğümlenmiştir. Kedi ve fare arasındaki ezeli rekabet, bilindiği gibi aynı evi paylaşamamanın da bir uzantısı görünümündedir. Jerry’nin varlığından sürekli rahatsız olan Tom, Jerry’i bir şekilde yoketmeye çalışır; onunla aynı çatıyı paylaşmak istemez. Rekabet, özel mülkiyetin önemini vurgular. Özel mülkiyet ise kapitalizme içkin bir olgudur. The Missing Mouse sonunda kendi elindekileri de yitiren bir kedi hakkındadır aslında. Söylemeye bile gerek yok ki, çizgi-figürler Walt Disney’den beri insanların basit ve fazla karmaşık olmayan karikatürüdürler. Disney’in prodüktörlüğünde ve David Hand’in yönetiminde kotarılan Snow White and the Seven Dwarfs (1937, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler) bu açıdan en iyi örneklerden biridir.
 
Son Söz
 
Beyaz Fare sahneden uzağa fırlatılır, yitip gider; fakat Tom ve Jerry’nin ebedi kavgası/çatışması başka öykülerde devam eder. Farklı öykülerde yine aynı çatı altında biraraya gelirler, yine sonsuz kere savaşırlar, yine şiddetin en çılgınca valsinde buluşurlar. Çok basit ve kör parmağım gözüne bir şekilde, çizgi dünyaların fantastik ve sürreal boyutlarını düpedüz ve sosyolojik bir refleksle anında aktüel dünyaya uyarlamak elbette ki anlamsızdır. Yine de bir kez daha ve ısrarla sormak gerekiyor: Çizgi film izleyerek eğlenen zihniyet (izleyiciden sansür kuruluşlarına değin), şiddeti stilize eden filmleri neden hor görüyor veya yasaklıyor? Bu yazıyla bunun yanıtını verdiğimi düşünüyorum.
Ve Tom ve Jerry, Micky Mouse ve Donald Duck gibi uluslararası fenomenlerden biridir. Ve uzun bir süre de öyle kalacağa benziyor.
 
Notlar
 
1)   Bu filmi popüler kültür dağarcığı “Cinnet” şeklinde çevirmiştir. Uygun çeviri ‘Parıltı’ olmalıdır.
2)   Bu iki noktanın kaynaştığı The Shining analizini merak edenler, Bireylikler Dergisi’nin 21. sayısındaki (Temmuz-Ağustos, 2008) Jack Torrance’ın Bir Ortayaşlı Yazar Olarak Portresi adlı yazımı okuyabilirler.
3)   Sinemadafaşist estetik ve örnek filmlerle ile ilgili olarak bkz.Fascinating Fascism/Büyüleyen Faşizm, Susan Sontag, New York Review of Books, February 6, 1975. Metnin tamamına şu adresten ulaşılabilir:
http://www.history.ucsb.edu/faculty/marcuse/classes/33d/33dTexts/SontagFascinFascism75.htm
4)   Penthouse veya Playboy tarzı bir dergidir ki Tomcağız genelde şömine karşısında bu dergilerle vakit geçirir. Acımasız olacak belki ama söylemek durumundayım: Evlerimizde, sözümona sanal-mağaralarımızda çoğumuz bu şekilde vakit öldürmüyor muyuz?
 

Etiketler:
İstihdam