02/07/2015 | Yazar: Gonca Nebioğlu

Yürüyüşün yapılamamasına sebep olan bahaneler, sadece yürüyüş açısından bir engel değildi. Aynı zamanda, inançla cinsel yönelimlerin bir araya gelemeyeceğinin bir üst yazısı niteliğindeydi.

Kimliklenme karşısında bir yazı olacağını umduğum için bu yazıyı aktivist kimliğinden öte bir yürüyüşçü, bir gözlemci olarak yazıyorum. 28 Haziran 2015 tarihinde 13. İstanbul LGBTİ Onur Yürüyüşü’nde olanlar hakkında konuşmanın en iyi biçimi olarak dans edip eğlenmeyi uygun gören biri olan ben, pasif direnişimi bir kenara bırakıp o gün hakkındaki düşüncelerimi yazıya dökmeye karar verdim.
 
Onur yürüyüşünün oruç tutulan aylara denk gelmesi sebep gösterilerek engellendiği o pazar günü benim açımdan beklenmedik bir gündü. Yanlış anlaşılmasın, tabi ki kişilerin tercihlerine saygı duyulmadığını bir kez daha görmem ya da farklı görüşlerdeki insanların birbirine şiddet uygulamasına şahit olmam açısından değil. 21 Haziran tarihinde aynı şekilde oruç tutulan aylara denk gelen ve bir müdahale yapılmadan yürüyebildiğimiz trans yürüyüşünden sonra alenen bahane niteliği taşıyan bu gerekçenin söylenmesiydi beni şaşırtan. LGBTİ bireylerin yaşadıkları zorlukları bilmeme ve bunun üzerine oldukça fazla okuma yapmama rağmen, bir trans kadın tarafından gayet içten bir şekilde söylenen “önce okulumdan sonra işimden sonra da ailemden kovuldum, sizin yüzünüzden şu an seks işçisiyim” sözlerinin o günde gözleri doldu halde söylenmesiydi beni üzen. En azından o gün söylememeliydi bu insanlar bu sözleri. Şamil, Recep ve Ramazan ayı isimlerinin geçtiği pankart, “tuhaf” giyinişleri olan insanların sokakta yürümesi gibi çeşitli gerekçelerle meşrulaştırma sistemi kurmaya çalışanlar keşke bu şekilde düşüneceklerine bilseler ki; katılmasalar bile herkesin istediği gibi yaşamaya hakkı olduğuna kafa yormak gerçekten daha kolay… Hayır klasik olarak “olumlu düşünmek daha kolay, sevelim- sevişelim” demek için söylemiyorum. Bilimsel anlamda daha kolay. Şöyle ki; bilişsel çarpıtmalara ve genellemelere harcanan enerji, başkasının yaşama hakkını kabul etmekten çok daha fazla. Ki zaten hem fiziksel hem de çalışma saati olarak polisin ya da her bireyin hakkı olan sokaktan geçen ve “tuhaf” insanları eleştiren insanların enerjilerini nasıl da harcadıklarına, yürüyenler ve gözlemciler olarak o gün şahit olduk. Gerçekten herkes gibi yaşama hakları olan bireylerin yaptığı karnaval gibi renkli mi renkli bir yürüyüşün biber gazıyla taçlandırılması ayrı bir ONUR mu bilmem ama kocası tarafından dayak yediği için sığındığı polisin böylesi bir olay yerine onur yürüyüşünde canla başla çalışması, insanların renkli bayraklarını ve çiçeklerini ellerinden alması, bize azimle toma önünde çekilen fotoğraflar olarak geri döndü orası kesin.
 
Foto: Barış Paksoy, Docu Press Agency
 
Yürüyüşün yapılamamasına sebep olan bahaneler, sadece yürüyüş açısından bir engel değildi. Aynı zamanda, inançla cinsel yönelimlerin bir araya gelemeyeceğinin bir üst yazısı niteliğindeydi ve bu bahaneler gerçekten sorgulamayan bir zihniyetin kafasında tarifi imkansız bir büyüklükte genellemelere yol açabilirdi. Buna tanıklık ettikten sonra homofobi ile ilgili okunan makalelerin ya da homofobinin kaynağını farklı biçimlerde açıklayan yazıların aslında tek bir başlığı oluştu gözümde. Yanlış anlama, düşünmeme ve genelleme…
 
Yaşadığımız toplumda insanlar kendilerini yaptıkları işle, siyasi ve ya cinsel kimlikleriyle (çoğunlukla heteroseksüelse) tanımlamaya çok yatkın. Adeta kimlikler, karşıdaki kişinin nasıl bir insan olduğunu ve ona nasıl davranmamız gerektiğini belirtiyor. Bir arkadaşım sayesinde okuduğum Baumeister, bu durumu “tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan meselesine” olarak açıklamıştır. Yazdığım yazının bir sonucu yok varsa da bunu ben yazamam fakat bitirmek gerekirse; herkesin en azından başkasının yaşama hakkına karışmaması ve saygı duymayı öğrenmesi dileğiyle. Herkese daha ONURlu günler dilerim.  

Etiketler:
İstihdam