16/02/2009 | Yazar: Elif Gazioğlu

Bugün, cinsiyet üzerine mevcut olan sosyal bilimler literatürünün (özellikle feminist literatürün) büyük bölümü cinsiyeti, biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet olarak ikiye ayırıyor.

Bugün, cinsiyet üzerine mevcut olan sosyal bilimler literatürünün (özellikle feminist literatürün) büyük bölümü cinsiyeti, biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet olarak ikiye ayırıyor. Buna göre, her kişinin bir biyolojik, bir de toplumsal olarak iki cinsiyeti vardır. Biyolojik cinsiyet, kişinin fiziksel durumuna verilen isimken, modern tıp bu adlandırmadan yola çıkarak iki temel cinsiyet kalıbı tanımlıyor; dişil organlardan mürekkep kadınlık ve eril organlardan oluşan erkeklik. Cinsiyete dayalı bu belirlenimin yanında bir de, bu tür biyolojik özelliklerden farklı olarak gelişen ve kişinin toplumsallaşma süreciyle birlikte oluştuğu kabul edilen toplumsal cinsiyet var. Buna göre, toplumsal cinsiyet, kişinin fiziksel durumundan bağımsızdır. Doğuştan gelmez; yaşantı içerisinde öğrenilen davranış kalıplarına, dolayısıyla gözlem, taklit ve deneyime dayanır.  Bu savununun mottosu da, Simone de Beauvoir’ın ünlü sözüdür: Kadın doğulmaz, olunur. Gerçekten de, bebekliğimizde üzerimize giydirilen tulumun pembe ya da mavi oluşu, elimize tutuşturulan oyuncağın ya bebek, ya tüfek oluşu, beden eğitimi derslerinde ip atlamakla top oynamak arasında seçim yapmaya zorlanışımız ve bunlara benzer onlarca pratiği hatırladığımızda kadın ya da erkek doğmuş olmaktan ziyade, bunlardan biri olmaya zorlandığımızı daha iyi anlıyoruz.
 
Cinsiyet, fiziksel özelliklere, yani biyolojiye göre tanımlandığında, iki başat kalıp var kabul edilen ve doğduğumuz andan itibaren bu kalıplardan birine girmeye zorlanıyoruz, dedik. Bunun bir zorlama olduğunun en önemli göstergesini bize, tıbbi literatürde çift cinsiyetli olarak anılan cinsiyet türü (durumu, rolü) sunuyor. Yapılan araştırmalara göre sayısı hiç de az olmayan, tıbbi olarak çift cinsiyetli teşhisi konulmuş kişilere, önce yakın çevreleri, sonra tıbbi kurumlar, durumlarının normal olmadığını, düzeltilmesi gereken bir anormallik olduğunu ve tıbbın normal kabul ettiği kadınlık ve erkeklik kalıplarından birini seçerek, hayatlarını ona göre devam ettirmelerini öneriyor. Bu öneriyi de, anormal olduğuna inandırılan kişinin deneyimleriyle şekillenmiş olan eğilimleri doğrultusunda bir karar vermesi ve ameliyatla, sahip olduğu, cinsiyeti belirlediği varsayılan organlardan kurtulması izliyor. Aslında bu yaygın pratik, günümüz tıbbının cinsiyete dar bakışını ve toplumsal koşullanmalarla el ele ilerlediğini göz önüne sermesi bakımından önemli. Çünkü, birbirinden keskin çizgilerle ayrıştırılan, aralarında geçirgenlik ya da benzeşme türü hiçbir ilişkiye izin verilmeyen kadınlık ve erkeklik kalıplarının sadece gündelik hayatın sosyal koşullandırmaları olmadığını, tıbbın da bu koşullanmaların yeniden üretildiği ve bireylere dayatıldığı bir alan olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, tıbbi literatürün tanımladığı ‘normal, sağlıklı, sağlam’ terimlerinin her biri de, aynı cinsiyetçi varsayımlardan nasibini alıyor ve kalıplara uymayanları ‘anormal’ olarak tanımlıyor. Böylece dilin, tıbbın ve toplumsal olanın cinsiyetçilikte kesiştiğini, kimliklerimizi, yani bir anlamda kendimizi inşa etmemizde bu kesişimin rolünü göstermiş oluyor bize.
 
Toplumsal cinsiyet üzerine feminist literatür ise, biyolojik determinizmin savunduğu bu iki kalıbın karşısına, içinde yeşerdiği sosyal bağlama göre çeşitlenen birçok cinsiyet durumu koyuyor. Konuştuğumuz dilin sınırları içerisinde, bu durumları (şimdilik) heteroseksüellik, homoseksüellik, transseksüellik, interseksüellik olarak saymak mümkün. O zaman önümüzdeki hafta köşemizde, biyolojik cinsiyetin kadınlık ve erkeklikten ibaret tanımladığı cinsiyet kategorilerinin, toplumsal cinsiyete göre nasıl çeşitlendiği tartışmasıyla devam edelim.


Etiketler: kadın
İstihdam