04/01/2011 | Yazar: Murat Köylü

Yüzlerce haber ve reklam arasında kayıp giden bir başlık: “16 yaşındaki Zelal’i 15 yaşındaki kardeşi öldürdü”.

Yüzlerce haber ve reklam arasında kayıp giden bir başlık: “16 yaşındaki Zelal’i 15 yaşındaki kardeşi öldürdü”. Devam ediyor: “Kaçtığı sevgilisinin ailesi 20 bin lira başlık parasını çok buldu.” Evinde (haberde “evlerinde” yazıyor) 21 yerinden bıçaklanarak öldürülmüş halde bulunan 16 yaşındaki lise öğrencisi Zelal Ş.’nin, ‘töre’ kurbanı olduğu ortaya çıkmış. 3 haftalık hamile olduğu da anlaşılıp bu bilgisi hemen kamuoyu ile paylaşılan Zelal’in, 2 ay önce sevgilisine kaçtığı, ailesinin istediği başlık parasını sevgilisinin ailesinin çok bulması üzerine baba evine gönderildiği ve 15 yaşındaki kardeşi tarafından öldürüldüğü belirtilmiş. Suçu itiraf eden kardeş İ.Ş. tutuklanmış.
 
Günah keçisi töre
Ne olmuş? Medyanın keşfediverdiği gibi “töre” bir insanı daha “kurban” etmiş. Töre, yine kabul edilemez ve kurtulunamaz günah keçisi. Sülalelerarası kavgalar, çekirdek dahi olamamış çok çocuklu aileler, Fazıl Say’a ve Firavuntürk’e rağmen rehabilite edilememiş, hâlâ bıyıklı atletli kıllı göbekli babalar; başörtülü, yemek kokulu, arabesk yavşaklığında anneler; şiddete eğilimli kardeşler arasında biçimsiz sığlıkta bir cehalet; bir agresif pataloji. Kadın sadece kötüye verilen bir kurban; erkek ise cehalete özgü duygusuzluğun, kaybedenleri saran ufuksuz karanlığın bileşiminde münferit bir cani, bir töre meczubu, bir “törerist”.
Böyle düşünmek, biz Elfler’e iyi hissettiriyor değil mi? Oysa, Facebook ile tıklaşırken ya da TV ile zap olurken karşılaşıverip ikiyüzlü kıvrak beceri ile bir anlığına ucundan tutar gibi olduğumuz bu travmamedyatik öykünün bizler neresindeyiz? Dışında, uzağında, teğetinde; ama onunla ancak bir yabancı boyut kadar tanıdık ve yine de yüzleşmek için hevessizce korkak. İnsanın kendisini iyi hissetmesi güzel; ancak eğitim ve muasır medeniyet seviyemiz “nedeniyle”, yaşam mimarı metropol kasabalarına sığınmış bizler; seçkinci iktidarlarca zihnimizi perdeleyen bu gündüz düşünden artık vazgeçmeli, bu natürmorttaki yerimiz, “töre” ile benzerliklerimiz nedeniyle irkilmeli ve çağdaşlık üniformasının altına sığınmış umarsız aymazlığımız ile yüzleşmeliyiz. Töreyi, törenin şiddetini, onunla gelen ölümü ötekileştirmeden; ürettiğimiz, parçası olduğumuz, meşru ya da mazur bulduğumuz ya da sadece görmezden geldiğimiz her tür şiddeti sahiplenebilmeliyiz.
 
İktidar ve töre
Öncelikle, olgunun örtülerini kaldıralım. Kurtulalım şu “aile, abla, kardeş, baba, düğün, başlık, töre” kavramdramından. Yüzüklerinefendisivari bir “iyiler, kötüler, kurbanlar” fantazmasından kurtulalım. Ne olmuş? Bir çocuk, bir genç kadın veya sadece Zelal; öldürülmüş. Diğer bir çocuk tarafından, 21 kere bıçaklanarak “kurban edilmiş”. Ekonomik, sosyal, ahlaki, vb. nedenlerle bir canlının yaşamına son verilmiş, öldüren de intikam alma merkezlerimize gidecek. Ne olmuş? Erkeklik, bir kadını daha yok etmiş; ve bilmeliyiz ki bu politik bir vurgu, bir tutum, bir tepki. Bu, bir nefret suçu!
O zaman bu, İktidar’ın da suçu! Tüm canlılar için, yüzün ölüme dönük olduğu an, herhangi bir iktidar ilişkisinin de tezahürü değil mi? Tıpkı gezegenin bir yerinde meydana gelen bir ölüm, cinayet, katliam ya da soykırımın olduğu gibi. Dünyadaki toplam mülkiyetin yüzde doksanı erkeklerin elindeyken; ve kadın, erkeğin eli altındaki bir mülk-perest-e (anne) dönüşmüşken, iki cins arasındaki herhangi bir ilişkide türlü türlü politika aramak ajitatif hayalperestin abartısı ile açıklanabilir mi? Üzgünüm. “Sahip” olmanın, var olmaktan önemli olduğu bir kültürde, bir kardeşin “sahip” olunan değerleri korumak adına diğerinin varlığını sona erdirmesi şaşırtıcı olamıyor. Aklı baştan alıcı şiddet ve cehalet, sadece yabanıl artıklara özgü değil ve oldukça yaygın.
Konu mülkiyet ve iktidar olduğunda, aile içi ya da dışı cinayetler, geçmişten bugüne örgütlenme anlayışlarımızda yaşamaya devam ediyor. Birçok ülkenin, hem geleneksel hem de en aydınlanmacı kadrolar tarafından, kan üzerinde kurulduğunu ve sistemin sürdürülebilir ölüm üzerinde durduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yamyam iktidarın kendisini sosyal olan ile eşleyerek çoğalttığı durumda, en küçük sosyal birimlik ile kutsallık atfedilmiş aileyi sorgulamalıyız. Aile, tüm kötülüklerin “anası”; ancak yalanlar ile ayakta durabilir. Aile; terörün hak, hakkın ise terör olarak kanıksandığı yer. Aile; çocuklarını yiyen Satürn gibi. Ailemizden biri bir gün bizi, kişiliğimizi veya bize ait bir şeyleri yok etmeye yeltendiyse, buna şaşırmamalıyız. Yoksa; kutsal ailemizden birileri, başkasının kutsal ailesinden birilerine bunları yaptığında –ki bunu her an yaparız- buna daha az mı şaşırmalı, daha az mı öfkelenmeli, isyan etmeliyiz? Hatta başkalarının ailelerinden ölümleri törenlerle, tatiller ve eğlenceler ile kutlamaya bayılırız. Son derece çağdaş bir ahlak anlayışı. Peki ya, hiçbirimiz bir anlığına bile düşünmedik mi kendi ailemizden birilerini yok etmeyi? Değerlerimiz, özgürlüğümüz, kişiliğimiz için. Kendimize “sahip” olabilmek için.
Aile, her türlü güç ilişkisinin transmisyon kayışı; kutsal yurttaş makinesi. Gücü dağıtan çark, ışığı ayıran prizma gibi. Aile, İktidar’ı bölüyor ve birleştiyor da. Aile, iktidarın en küçük askeri timi; ve biliriz ki askerler ölür, öldürür ve bunu onaylarlar. Bununla birlikte, muhafazakarlar tarafından sürekli pompalanan “sığınak aile, düşman yabancılar” paranoyasına rağmen, kadınları öldürenler veya onlara tecavüz edenler (biyolojik ya da sosyopsikolojik olarak) sıklıkla pek ahlaklı babalar, abiler, kardeşler, amcalar, eşler, sevgililer oluyor. Tıpkı, yurttaşların aslında en çok kendi devletlerinden ve askerlerinden çektikleri gibi. Tehdit ne kadar büyük olursa, kurtarıcı da o kadar büyük ve kutsal oluyor. Kutsallıkla birlikte itaat, kurban, fedakarlık, şiddet ve ölüm art arda geliyor.
 
Tören cinayetleri, cinayet törenleri
Töreyi salt cehalet olarak görüyoruz. Eğitimsiz insan öldürür, sanıyoruz. Sanki insan eğitimsiz olduğu için bunu yapar. Bir çocuk ablasını öldürüyorsa, bu eğitimsizlikten midir? Bir baba oğlunu öldürüyorsa, bu sevgisizlikten midir? Sanki eğitimsiz, yoksul, Batı kültüründen nasiplen(e)memiş insanların duygularına ket vuran, çıldırmışçasına pişmanlığa ve yaşamın tüm pırıltılarına rağmen uymak zorunda kaldıkları kurallar olamaz. Aynı bizler gibi. Ayrıca kendi eğitim maceramı gözden geçirdiğimde, tüm üniversite öncesi öğretimim boyunca sevmekten çok nefret etmeyi öğrendiğimi hep anımsıyorum. “Evrensel Aydınlanma”nın sonucu iki dünya savaşı çıkmışken, aile içi cinayetler bu paradigmadan ne kadar bağımsız olabilir? Töreyi bizden ırak, çağdışı kültürel bir motif, bir medeniyet artığı, bir duygu ve düşünce bozukluğu sanıyoruz. Bu paranoyak yorum, gündelik tüketim fantezileri dışında odağını ve umudunu kaybetmiş, aydınlanma tortuları ile paslanmış düşlem için pek şaşırtıcı olmasa gerek.
Modern, on yıllar boyunca kendisini geleneksel, uhrevi, irrasyonel, baskıcı iktidardan apayrı saydı. Gelenek; modernite için aşılması veya evcilleştirilmesi, kamusal alandan bireysel veya grupsal alana hapsedilmesi gereken bir takıntı (obsesyon) olarak görüldü. Eskide kalması gereken bir durum; tamamen kurtulunası bir çocukluk hastalığı. Ya da gelenek; bir hobiye, alt-kimliğe, performansa dönüştü. Modernite, dinsel monarşik iktidar için bunu düşünürken ve onu böylesine pasifize ederken; aydınlanmanın etekleri altında kurulan merkeziyetçi ulus devletler kendilerini ne kadar bu eski paradigmadan devralınan arketiplerden koruyabildiler?
Modern dönemde; mucizevi peygamberler, havariler, din şehitleri anlamlarını kaybederken; peygamber yerine Üst-insan Ata’yı, Marks’ı ya da Öcalan’ı, hilafetin yerine merkezi diktatöryayı, havarilerin yerine devlet veya örgüt büyüklerini, duaların yerine ulusal marşları veya örgüt marşlarını, kutsal kitapların yerine değişmez “evrensel” anayasaları ve ütopyaları koyduk. Yine, bu kez bilim ve teknoloji yardımı ile, daha çok insan öldü; ama töre gibi ilkelce yapmadık bunu. Törenin yerini tören aldı. Trajedinin yerini sanat. Makul çağdaş törenler ile tacize, asimilasyona, psikolojik ve fiziksel şiddete uğra(t)mıyor muyuz? Milyonlarca insan, törenler ile ölüyor; törenler ile öldürüyor. Şiddeti ve baskıyı törenler ile öğrenip benimsiyor. Bu kez, inanç götürme savı ile değil ama, “evrensel bilim ve teknoloji”, piyasa (demokrasisi) ihraç etmek için milyarlarca insanı bu meşru çağdaşlıklara harcıyoruz. İşin eğlenceli tarafında ise; futbol, Formula 1 ve Top Modeller, sefilce irrasyonel birer töre(n)e dönüşmüşken; açlıktan ölen milyonlar, yok edilen doğa ve görmezden gelinen emekçiler kimin umrunda? Törenler; bizlere kahramanlığı, kurban etmeyi ve olmayı, aşkın idealleri, şerefi, düşmanı, şehadeti, yok edici başarının ve hoyrat vurdumduymazlığın kana benzer tadını anımsatıyor.
 
Tüm bunları düşünürken
Günün gazetesinde başka bir haber: Üniversitede porno tez sorun olmuş. Bilgi Üniversitesi’nde bitirme projesinde porno film çekilmesinin haber olmasından sonra üniversite bir öğretim üyesi ve iki öğretim görevlisinin ilişiğini kesmiş. Kutsal muhafazakar Türk ailesi kendi çocuklarının simsarlığını yapamadığında, dilediği fiyata satamadığı sebzeyi yola döken tüccar misali, çocuklarını katlediyor. En değerli sayılan bekaret ve masumiyet; başlık parasına, mala mülke, kariyere pazarlanıyor. Böyle bir ortamda pornoyu araştırmak, özgürlükçü bir üniversitede işten çıkarılma nedeni olabiliyor. Ya da Türkiye’nin başarısız ve antipatik lideri, salt porno yüzünden yerinden olabiliyor. Çünkü aile ahlakı düzüşmeye takıntılıdır. Yaşamları boyunca çocuklarının önünde birbirlerine ancak asker/mücadele arkadaşları gibi davranan, birbirine muhtaç ve bu yüzden birlikte, ama el ele tutuşamayan, öpüşemeyen, yiyişemeyen, düzüşemeyen ölesiye sıkılmış ve sıkıcı annelerin babaların çocukları; apış aralarında yaşarlar, ve öyle değilmiş gibi yaparlar. Buna Türk aile yapısı ve ahlakı filan diyorlar.
 
Sonuç
Bizler bu haberler karşısında birkaç dakikalığına ve birkaç tıklama boyunca şaşırmış, isyan etmiş, öylesine çok üzülmüş olsak da, aslında töresiz dünyalarımızda da insanlar her an ölüyor, öldürülüyor ve biz bunun için çalışıyoruz. Bir atom bombası, bir savaş tatbikatı, küçük asker kılığına sokulmuş histeri krizinde çığıran tören çocuğu ya da dua okuyan küçük müminler bizi gururlandırabilir. Ya da başka bir yerlerde şehadetin kılıcı veya darbecilerin mahkemeleri bunu kanla yapabilir. Tüm suçu töre batağına saplanmış kalmış dediğimiz feodal aileye atalım. Bu bizi belki huzurlu, ama aymaz kılar ve kendimizi göremeyiz.
Ölüm biyolojik olabildiği gibi, kişiyi, çocuğu, kadını siyasi bir tutsak haline getirerek ve onun varoluşunu bir şeylere feda, kurban etmekle de gerçekleşebilir. Buradaki ölüm, doğamamaktan da kaynaklanır. Militarizm, aile, din, ekonomi veya ideoloji tarafından suistimal edilmeyen insan var mı? Hangi ideoloji bu soykırımdan veya asimilasyondan kendisini muaf tutabilir? Töreler ile heba edilen çocuklar ve kadınların karşısında; 23 Nisan, 19 Mayıs töre(n)lerindeki beyin yıkayıcı çabanın sefaletini eleştirmeden durabilir miyiz? Tüm bu törenler ile zaten katil yetiştirmiyor, ve onları onaylamıyor muyuz? Sünnet, kurban ve askerlik törenleri ile erkekleri daha da şiddete alışkın kılmıyor muyuz?
Manipülasyon seven kibirli aydınlanmacılar ya da pasifist post-modern halk pudraları; bizler, çağdaş bilim, eğitim, kültür ve bu bileşenlerin kaçınılmaz sonucu gibi görünen DEĞERLERE, naif ama yine de her zaman görkemli sanatsallığa SAHİPKEN; çağdaş töreler, kutsallıklar ve değerler için öldür(ül)mekten ne kadar muafız? Tüm bunlara karşı sesimiz ne kadar gür? Yanıt bugünün politika haberlerinde ve gezegeni paylaştığımız canlıların bize seslendiği her noktada, canımızı sıkmaya devam ediyor.


Etiketler: insan hakları
İstihdam