30/10/2014 | Yazar: Selaheddîn Biyanî

‘Ya Benimsin ya Toprağın’ anlayışı milyonlarca cinnet anını basit bir magazinel göstergeye dönüştürürken Ferdi Tayfur’un kaseti milyonlarca satmıştır.

“Savaşlarda tecavüze uğramış kadın, erkekliğin/milletin mağlubiyetinin simgesidir. Bundan böyle önemli olan kadınların çektiği acı değil, erkeğin/milletin kırılan onurudur.”
Arus Yumul [Erkek Millet Asker Millet-İletişim] 
 
Dev-letli erkek bilinçaltının lağımlı dehlizlerinden çıkma bir cinsiyetçilikten t-üremiş ve nev-i şahsına münhasır birkaç zat-ı muhteremin aşağıdaki faşist infilaklarına dair hiçbir yorum yapılmayacaktır:
 
“Özür dileyerek söylüyorum, taş gibi delikanlı oğlanlar var elimizde, yirmi yaşında. Yani kalkıp bir kıza bu yoldan işkence yapacaksa, copa müracaat etme ihtiyacını his eder mi? Değil mi? Yani bazı şeyler var, böyle mantıkla çürütülüyor.” [Turgut Sunalp 12 Mart Sıkıyönetim Komutanı / Nisan-1973]

“Gülay Göktürk Hanfendi belki farkındasınız ama o laf attığınız ordu, sizin bacak aranızı da koruyor!” [Fatih Altaylı Haber Türk Aralık 2008]
 
Birkaç hafta önce Rojava sınırında sınırdan geçmeye çalışan Rojava’lı bir kadının önce 200 Dolar parası alındı sonra da kendisine askerler tarafından tecavüz edildi. Basit bir ‘kadınsızlık’ ya da bu topraklara özgü ‘asker abazanlığıyla’ meşrulaştırılıp geçiştirilen bu durum, aslında ergenliğini henüz atlatmış erkeklerin eline silahı tutuşturup ‘erksin, erkeksin ve muktedirsin’ gazıyla doldurup ruhlarını sakat bırakan devletlerin tarihsel ve politik arka planını da görünür kılmaktadır. Bu gelenek, örgütlü şiddeti bir toplumsal varoluş biçimine dönüştüren, uygarlığı ise evcilleştirmenin ve tecavüzün oyun alanına eşitleyen, hükmetmeyi ve talan etmeyi toplumsal bütünlüğün ideolojik bir tutkalı olarak kullanan savaşçı ve ziyadesiyle erkek ataların geleneğidir! Zerzan, kadınların ikincil konuma itilmelerinin savaş ideolojisi sayesinde olduğunu ve savaş ideolojisinin bizzat erkek ideolojisi olduğunu söyler.  Kadınların bacak arasına copla tecavüz eden Turgut Sunalp’in devleti 35 yıl sonra dönüşerek Fatih Altaylı’nın buyurduğu gibi kadınların bacak arasını koruyan yegâne güç olarak karşımıza çıkar…

Erkekliğin tarihi boyunca erkeğin topluma kabul edilme ölçülerini savaşkanlık düzeyi ve bedensel güç belirlemiştir. Savaşta erkek bedenini parçalayan savaşçı gücün yöneldiği ikinci güç uygulama alanı kadın bedenidir. Rojavalı kadına tecavüz eden askerlerin bulundukları sınır kapılarının ve kulübelerinin hemen üstünde büyükçe bayraklar dalgalanır. Zerzan, “savaş hem devletin sebebi hem de sonucudur” der ve ekler: savaşı yaratan sembolik kültürdür; bu kültürün en güçlü göstergelerinden biri olan ulusal bayraklar, insanı insandan saymamamızı salık veren sistematik tür içi katliam çağrıcılarıdır.’ Rojava’da tüm o kara bayraklı katiller sürüsüne rağmen kaybedilen bir savaş, muktedirin şanlı zaferler hanesinde erkekliğinden utanmasını sağlayan kapkara bir lekeye dönüşebilir. Ayrıca Rojavalı kadının bedeni, tecavüzcünün bilinçaltında Kürdistan coğrafyasının en küçük ve en direngen parçası olan Rojava’nın kendisidir! Psivak’ın dediği gibi, “Savaşlardaki tecavüz, toprak kazanmanın yerine geçen bir tür kutlama törenidir.”          
 
Savaş, uygarlığın gıdasıdır. Bu gıdanın üretildiği en güçlü alanlardan biri fallik ideolojisidir; bu ideoloji kendini savaş ortamlarında sürekli üretir. Vatanla özdeşleşen toprak ana imgesi işgal ve talana uğrayan kadın bedenidir. Muzaffer tarafı erkek, mağlup tarafı kadın temsil eder. Psivak’a göre “Milliyetçi söylemde ‘ana’, ‘eş’, ‘sevgili’, ‘bakire’ imgeleriyle bezenmiş, -somut özelliklerini kaybedip soyut bir ideale indirgenen – kadının namusu aynı zamanda milletin namusunu, kadının utancı milletin utancını temsil eder. Cinsel şiddet, aile olarak kurgulanan muhayyel cemaati yani milleti sevgilisinden, anasından yoksun bırakmaktır. Bu yüzden savaşta arzu ve korkular kadın bedenine yönelir.” Aktaran: Arus Yumul [Erkek Millet Asker Millet-İletişim]
 
“Ağrı Direnişinin ünlü komutanı Biroyê Heskê Têlî, yenilgiye yakın bir dönemde kendi eşi ve kızları düşmanın eline geçmesin diye kendi elleriyle öldürmüştür” hikayesi Kürdistan’da çok yaygındır. Bu durum, dünyanın her yerinde hala günceldir. Ebu Garip Hapishanesindeki Iraklı kadınlar hapishaneyi basan Iraklı savaşçılara ‘Bizi, bu hapishaneyi ve karnımızdaki Amerikan piçlerini birlikte yakın’ diye yalvarmaları bu toprakların başka bir öyküsüdür...

“Ya benimsin ya toprağın”
Erkekliğinin o muazzam egosu sert bir duygusal çatışmayla yüzleştiğinde ve kadını teslim alma girişimlerinin tümü yenilgiyle sonuçlandığında erkekte beliren yenilmişlik ve kendine söz geçirememe durumu erkeğin hükmünü yitirdiğini düşünmeye başladığı eşiğe dönüşür. İşte tam da bu noktada kaybettiği iktidarını kadın bedeni üzerinden yeniden kurmaya çalışan erkek saldırganlığı ve hükmetme arzusu her an bir tecavüze dönüşebilir. Tecavüzde kadının ruhunun, bedeninden çok daha büyük bir tahribata uğradığını iyi bilen erkek, bunu işgalci bir güç gösterisine dönüştürür. Kadının ruhu örselenirken erkeğin insanlığı kaybolur; tecavüz eden erkek bedeninin bir başka bedene aşkla ve sevgiyle dokunduğuna bir daha rastlanmaz! Savaşçı ve ziyadesiyle erkek olan karakollarda ve kışlalarda hiçbir şekilde teslim olmayan bir düşman ile kurulan ilişkinin kadın ve erkek bedenine yönelmiş haline döner gözaltında tecavüz; hem de Turgut Sunalp’in ‘genç ve delikanlı oğlanları’nın vatan savunması motivasyonuyla…

‘Ya benimsin ya toprağın’ şarkısı basit bir Ferdi Tayfur şarkısı değildir. Kendine yenilmiş, iradi olarak zayıflamış hatta zavallı bir erkek egosundan çıkma bu haykırış, erkek iktidarının kadını nasıl bir kurgusallığın içine hapsettiğinin de turnusol kâğıdıdır. Bu topraklarda aşk denilen ama aşkın dışında bütün sakatlanmış duyguları bünyesinde barındıran o ‘muhteşem cinnet patlamaları’ yüzünden kadına tecavüz eden ya da öldüren erkeklerin bu kadar çok oluşu, erkeğin kadın bedenini kendi iktidarını sürekli teyit ettirdiği bir etkinlik alanına dönüştürmüş olmasındandır. ‘Ya Benimsin ya Toprağın’ anlayışı milyonlarca cinnet anını basit bir magazinel göstergeye dönüştürürken Ferdi Tayfur’un ‘ya benimsin ya toprağın’ şarkısının olduğu kaseti milyonlarca satmıştır. 

Kürdistan’da kurutulan bunca nehrin ve yakılan bunca ormanın şarkısı, sömürgeci erkeğin bilinçaltında buna benzer bir tınıyla mırıldanıp durur: Ya benimsin; ya hiç kimsenin! Kadir İnanır’ın sert ve güçlü eliyle Serpil Çakmaklı’ya attığı tokattan kalan beş parmağının izi daha kadının suratından çıkmamışken Kadirizm diye garip bir erkek akımı toplumsal zeminde neredeyse sert ve güçlü bir erkek ideolojisinin temsili olarak karşılığını çoktan bulmuştur.

Erkeğin güçsüzlük gösterisi
‘Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla’ repliğini hepimiz 1970’lerin bol tecavüzlü Yeşilçam filmlerinden biliriz. Bu replik aynı zamanda tarihin derinliklerinde yatan ve kendini sürekli güncelleyen bir duruma gönderme yapar: ‘Ruh ve bedeni tıpkı insan ve doğa gibi birbirinden ayırıp apayrı şeylermiş gibi sunan uygarlaşma tarihinin iddia ettiğinin aksine, beden ve ruh bileşiktir; içkin ve aşkın olanın birbirine geçtiği birbirini tamamlayıcı bir durumdur. 

Saldırıya uğrayan bir bedenin acısını ruh, talan edilen bir ruhun bedelini ona özdeş olan beden ödemiştir her zaman. Kadının ‘ruhuma asla’ itirazı aslında beyhude bir karşı çıkıştır. Ayrıca tecavüzün faili, bedenden ziyade çok başka bir yere yönelir aslında: “iktidar her zaman insanın en temiz ve en kırılgan tarafına saldırır ve tecavüzde erkeğin hedefinde kadın bedeni değil, aslında kadının çocukluğu vardır. O yüzden karakollarda, evlerde, yurtlarda, sınır boylarında tecavüze uğrayan kadınlar boydan boya erkeklerin yönettikleri bir savaş alanına dönüştürülen hayatın içinde ağır bir yenilmişlik duygusuyla sessizce yaşarlar; çünkü çocuklukları gasp ve talana uğramıştır! Tecavüz bir insan icadıdır; muhteşem uygarlaşma serüvenimizin(?) bize en rezil hediyesidir; tarihseldir, politiktir; psiko-sosyaldir ve en nihayetinde fantastik yönünden ziyade erkeğin erkini ilan ettiği ideolojik bir durumudur.
 
Erkeğin zihinsel kurgusunda bir savaş alanına dönen kadın bedenine karşı geliştirdiği ele geçirme, talan etme ve kirletip kullanılmaz hale getirme şeklinde ortaya çıkan her tecavüzü aslında erkeğin güçsüzlüğünden beslenen bir güç gösterisidir. Üstüne üstlük binlerce yıl önce yaşam bir uyum ve denge üzerinden ilerlerken cinsiyeti kategorileştiren ve her ideolojinin omurgasına cinsiyetçi ayırımları döşeyen erk ve erkek merkezli iktidar ilişkilerinin buyurduğu gibi yaşam ve varoluş denilen şey, sadece yenen-yenilen, eril-dişil, alttakiler ve üsttekiler ikiliğine sıkıştırılacak kadar basit ve sıradan bir şey de değildir.
 
Zaferle çıktıkları her savaştan sarışın ve beyaz tenli cariyelerle dönen sultanların ve padişahların, ülkeyi anarşistlerden temizlerken copu her yerde kullanıp devlet yönetmiş Turgut Sunalp’ların, köhnemiş, ağlamaklı ve bozguna uğramış bir duygunun mağduriyetini kulağımıza bağırıp duran Ferdi Tayfur’ların ülkesinde tecavüz bir nevi gündelik yaşam pratiğine dönüşmüştür… Doğayı, bitkiyi ve hayvanı evcilleştirirken kadını da bu evcilleştirmeye dâhil eden ve kadını büyük günahın aynı zamanda kutsal öznesi haline getiren ‘güzide uygarlığımızın’ bir savaş ideolojisi olarak önümüze sunduğu tecavüz, hepimizin insanlığının aynı anda öldüğü bir eşiktir. Bu eşiğe varmayı ret etmenin tek bir yolu kalmıştır: Tarihin, bilimin, ailenin, devletin, okulun, ideolojinin ve bilumum kutsiyetlerin bize sağladığı bütün iktidar olanaklarını ret edip erkekliğimizden tamamıyla istifa etmek!...  

Etiketler:
nefret