07/01/2013 | Yazar: Ramazan Kaya

Yaratılmaya çalışılan orta sınıf, beyaz, Türk, heteroseksüel kentli ve eğitimli modern kadın kimliği, bu kimliğin sınırlarından taşan farklı etnik, sınıfsal, dinsel ve cinsel kimliklere mensup kadınların dışlanması ve izbe kıyılara sürülmesiyle sonuçlanmıştır.

Yaratılmaya çalışılan orta sınıf, beyaz, Türk, heteroseksüel kentli ve eğitimli modern kadın kimliği, bu kimliğin sınırlarından taşan farklı etnik, sınıfsal, dinsel ve cinsel kimliklere mensup kadınların dışlanması ve izbe kıyılara sürülmesiyle sonuçlanmıştır.
 
“Milliyetçilik tipik olarak erkekleştirilmiş hafızadan, erkekleştirilmiş aşağılanmadan ve erkekleştirilmiş umutlardan doğmuştur”  [Cynthia Enloe]
 
Kemalist modernleşme projesinin bir “kadın devrimi” yarattığı iddiası uzun yıllar boyunca sorgulanmadan kabul görmüştür. Ancak 1980’lerden itibaren Türkiye’deki feminist hareketin önemli bir kesiminin “devlet feminizmi”ni bütün boyutlarıyla sorguladığını, bu feminizm türüyle yüzleştiğini ve bu alana ilişkin artık tatmin edici bir eleştirel literatür bıraktığını söylemek mümkün. Devletin, milliyetçiliğin, militarizmin, kapitalizmin ve muhafazakârlığın “eril tahakküm”le, cinsiyet rejimiyle bağını çözümlemek artık eleştirel düşüncenin olmazsa olmazı haline gelmiştir. “Feministlerin hem özel alana-anneliğe kapatılmaya karşı çıkarak kamusal eşitlik talep eden hem de kadın bedeni üzerindeki eril iktidarı yok etmeye yönelik cinsel özgürlük talepleri ikinci dalga kadın hareketlerinden” bu yana siyasetin gündemini ve rengini belirlemeye devam etmektedir. Serpil Sancar’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar” kitabı Türkiye’deki bu “muhafazakâr modernleşme” projesinin cinsiyet rejimiyle olan ilişkisini bütün tarihsel duraklarını dikkate alarak sorgulamaktadır.  Serpil Hoca, öncelikle bu ülkede bir “kadın devrimi” yapıldığını iddia eden iktidar elitlerine 2011 Yılı İstatistiklerine dayanarak tokat gibi inen bir cinsiyet tablosuyla itiraz etmektedir: “33.443.008 okul yaşı ve üstündeki kadın nüfus içinde hala 2.617.566 kadın okuma yazma bilmiyor. 7.342.881 kadın ise okur-yazar olup hiç okul bitirmemiş. Yani 18.578.188 kadın (%55) ya hiç okumamış ya da sadece 5 yıllık ilkokul bitirmiş. Eğitim görmesi gereken kadınların %75’i en fazla 15 yaşına kadar okumuş ya da hiç okumamış. Sadece %7,5 yüksekokul okumuş. Kadın istihdam oranı, yani üretken bir işle uğraşan kadın oranı %25,6. Geri klan %74,6 ise “ev kadını”. Tarımsal faaliyetlerle uğraşanların %85’ini kadınlar oluşturuyor. Kadınlara yönelik aile içi şiddet üzerine yapılan araştırmalara göre eşi veya aile bireyleri tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılanların oranı %39 ve bunların içinde fiziksel şiddet sonucunda yaralananların oranı %25’tir. Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen personelin %37’si kadın. Ama 193 büyükelçiden 23’ü, 81 validen 1’i, 458 vali yardımcısından 5’i, 861 kaymakamın ise sadece 20’si kadındır”[1]. Günümüzde “kadın devrimi” söylemi artık yerini “kadın mağduriyeti-kadın sorunları” söylemine bırakmış durumdadır.
 
Modernleşmenin Cinsiyeti
“Ulusun inşasını erkek belirler, kadın arka perdeyi hazırlar” [George Mosse]
 
Ulus-inşa süreçleri aynı zamanda “modernleşme” hedefini de içeren bir doğrultuda olmuştur. Modern uluslar genel itibariyle aile metaforlarıyla tahayyül edilmiştir. Milliyetçi modern ideolojilerin aile metaforunu seçmeleri elbette bir rastlantı değildir. Ailenin “doğal” bir kurum olarak görülmesi, kan bağına dayalı bir sınıra işaret etmesi ve temsil ettiği ahlaki kodlar ulusal tahayyüllerin de politik çerçevesini belirlemiştir. Milletin büyük bir aile ve aidiyet kaynağı olarak doğallaştırılması, toplumsal cinsiyet rollerinin doğallaştırılmasıyla çoğu zaman el ele yürümüştür. Genel olarak Ulus erkekle, vatan da kadınla özdeşleştirilmiştir. Ulusal kimliğin inşasında ataerkil toplumsal cinsiyet rejiminin norm ve değerleri modernize edilmiş haliyle devralınmıştır. Toplumsal cinsiyet ideolojisi her daim milliyetçi ve militarist düşünce üretiminin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Modern milliyetçi ideolojiler, bir yandan toplumsal değişim ve ilerleme hedefleri doğrultusunda kadının politik enerjisinden ve eşitlik-özgürlük ideallerinden yararlanmaya çalışırken, diğer yandan ulusun kültürel özünü muhafaza etmek adına verili cinsiyet rejimini korumaya gayret göstermişlerdir. Partha Chatterjee’nin de dikkat çektiği gibi ulusal inşa süreçlerinde, erkek maddi (dış) dünya olarak bilinen iktidar alanına ait pratiklerle özdeşleştirilirken, kadın manevi (iç) dünya olarak görülen evin içinde ulusun özünü temsil etmek ve ulusal kültürü yeni nesillere aktarmakla yükümlü kılınmıştır. “Ev, ulusal kültürün manevi niteliğini yansıtan temel mekândı ve bunu koruyup zenginleştirme görevi kadınlara düşüyordu. Kadınlar, dışarıdaki hayat koşulları ne şekilde değişirse değişsin, özlerindeki manevi (kadınlık) erdemlerini kaybetmemeliydiler”[2]. Erkek kamusal siyasetin aktif öznesi olarak yerini aldığında, kadın özel alanla özdeşleştirilerek veya annelik rolüyle sınırlandırılarak eve kapatılmaya çalışılmıştır. Nira Yuval-Davis’e[3] göre kadınların ulusal inşaya dâhil olmaları beş farklı rol biçiminde mümkün olmaktadır. Yeni ulusun biyolojik üreticileri, farklı uluslar karşısında ulusun kültürel sınırlarının koruyucu muhafızları, ulusal kültürün öğreticisi, aktarıcısı ve yeniden üreticileri ve son olarak ulusal farkların göstereni ve ulusal mücadelelerin katılımcısı (yoldaş) olarak gerçekleşmektedir. Kısacası kadınlar “modern ve bağımsız devletin göstereni, ulusun ‘uçmak’ için sembolik kanatları ya da modernleşmenin öğretmenleri, eğitici anaları konumlarında erkeklerden farklı ama etkin rollerde ulus inşasına dâhil edilmişlerdir”[4]. Devleti ve kamusal alanı şekillendiren siyasi partiler, sendikalar, parlamentolar, bürokratik ve militarist aygıtlar genel itibariyle erkeklerin kontrolünde ve erkek deneyimleri üzerine kurulmuştur. Ayrıca üretim faaliyetinin ‘haneden ayrılması’ kadınların aile içindeki konumunu değiştiren temel faktörlerden biri olmuştur. Sanayileşmenin yoğunlaştığı coğrafyalarda kadın emeği ucuz, kolayca sömürülebilen bir işgücü kaynağı olarak piyasaya dâhil edilmiştir. Kadının ev içindeki emeği değersiz, üretken olmayan ve karşılığı ödenmeyen bir emek türü olarak kapitalizme eklemlenmiştir. Hukuki yaptırımlar ve normlar cinsiyetçi karakterini korumuş, evlilik, bekâret, namus, aile içi şiddet, çocuk ve mülkiyet üzerindeki haklar konusunda erkeğin yararını gözeten eşitsizlikler sürdürülmüştür. Sömürgeci metropol ülkeler ile sömürge deneyimi yaşayan toplumlarda kadın hakları veya kadının özgürleşme deneyimleri farklı güzergahlar izlemiştir. 
 
Metropol ülkelerde feminizm, sol ve liberalizmle etkileşim içinde daha özerk bir konumda etkin olur iken, sömürge ülkelerde milliyetçi taleplere veya anti-sömürgeci ulusal inşaya eklemlenmiş bir mücadele bağlamında gelişim gösterebilmiştir. Sömürgeci metropol ülkeler ile sömürgeler arasındaki siyasal ve ekonomik eşitsizlikler, tahakküm ilişkileri ve kültürel gerilimler, kadının konumlandırılma biçimlerine ve özgürleşme sınırlarına doğrudan yansımıştır. “Batı’nın eril iktidarı, ‘Doğu’nun ezilmiş kadınları’nı Doğulu barbar erkeklerin zulmünden kurtarma ve onlara ‘kadın haklarını’ verme misyonunu üstlendi ve kendi sömürgeci emellerini bununla meşrulaştırdı. Öte yandan Doğu’nun eril zihniyeti de Doğulu kadın kimliğini ‘Batı’nın ahlaksızlığı’na bulaşmamış mazbut bir aile kadını olarak tahakkümü altında tutmaya çalıştı”[5]. Irk, sınıf ve cinsiyet hiyerarşilerine dayalı olarak egemen bir dünya sistemi haline gelen kapitalizm aynı zamanda egemen erkeklik anlayışlarını da şekillendirmiştir. Kadın bedeni ulusal stratejilerin adeta ideolojik savaş alanı haline getirilmiştir. Sömürgeci erkek bakışı; “Üçüncü Dünya” kadınlarını ezik, sessiz, itaatkâr ve haklarının farkında olmayan kurban kadınlar olarak görürken, anti-sömürgeci hâkim erkek bakışı da iffetli ve masum yerli kadınının karşıt konumuna, aile ve namus değerleri aşınmış, ahlaken düşük, hafifmeşrep Batı kadınını yerleştirmiştir. Yani kadınların bedeninin denetimi, giyim kuşamı, doğurmak zorunda olduğu çocuk sayısı, çocukların hangi etnik kimlikten olması gerektiği konusu ulusal bir ödev olarak görülmüştür. Kadınlar ulusal siyasetler açısından “ya pasif mağdurlar ya da aktif hainler” ikilemine sıkıştırılmışlardır. Milliyetçi düşünce aynı zamanda heteroseksüel güçlü erkeklik imgesine yaslanarak ulusal temsillerini üretir. Bu da başka uluslara karşı saldırganlığı ve şiddeti meşrulaştırmakta, başka ulusları efemine güçsüz erkekler olarak konumlandırmakta, kadını bir kuluçka makinasına indirgemekte ve militarist örgütlenmelerde eşcinsel erkekleri dışlayan, aşağılayan bir hegemonik erkekliğin yeniden üretilmesini sağlamaktadır. 
 
Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti
 
Serpil Sancar, Türk modernleşmesini “aile odaklı modernleşme” olarak kavramlaştırmaktadır. “Türk modernleşmesinin cinsiyet rejiminin aile odaklı modernleşme olarak şekillendiğini ve bunun aile politikaları aracılığıyla toplumu yönetmeyi sağlayan bir iktidar stratejisi olduğunu gördüm. Bu şekillenme, benzer sömürge-karşıtı siyasi hareketlerde olduğu gibi, erkeklerin devlet, kadınların aile kurarak modern bir ulus yaratma mücadelesine giriştikleri bir tarihsel momentin ürünü”[6]. Aile, özel veya kişisel bir alan olarak görülmekten çok modern kamuyu düzenlemekte işe yarayacak bir ideolojik araç olarak değerlendirilmiştir. Çünkü devlet egemenliğinin eril karakteri ailedeki egemenliğin eril karakteri ile birlikte var olur. Türk modernleşmesi, milliyetçilik ve muhafazakârlıkla iç içe geçerek onların deneyimleri üzerinden yükselen bir modernleşme projesidir. Türk modernleşmesi bir anlamda “ideal kadın nasıl olur?” sorusuna verilen yanıtlar doğrultusunda pazarlık, dışlama-içerme ve uzlaşma arayışı olarak şekillenmiştir. Bu eril modernleşme deneyiminde, kadınların modernleşirken hangi “aşırı” davranışlardan kaçınması gerektiğini saptama hakkı sürekli erkek elitlere ait olmuştur. Yani cumhuriyet tarihi boyunca “aşırıya kaçmak” kadınlara mahsus bir “cinsel ahlak ihlali” olarak kodlanmıştır. Modern kadının modernlik sınırlarının ne olması gerektiği konusunda “kurucu irade” adına konuşanlar hep erkekler olmuştur. Sancar’ın etkili bir şekilde vurguladığı gibi “erkeklerin yanlışını saptama erki devlette, kadınların yanlışını saptama erki ise erkeklerdeydi”. Yaratılmaya çalışılan “aseksüel kamu” hayatında kadınlık düzenlenmesi gereken bir toplumsal sorun olarak görülmüştür. Kamusal temsili sağlayan örneklerde kadınlar cinsellik sahibi özneler olmaktan çok toplumsal gelişime adanmış cinsiyetsiz bedenler olarak konumlandırılmıştır. Kadınların kamusal yaşama katılım örnekleri Batı’dan, annelikle ilgili örnekler Doğu’dan seçilmiştir. “Cumhuriyet’in asil kızları”, alaturkalık ile iffetsizlik arasındaki hassas dengeyi koruma kaygısıyla “siyah döpiyesleri içinde aseksüel öğretmenlere” dönüşmüşlerdir”[7]. Batı’nın cinsel ahlakı veya kadın modelleri, Türk aile yapısını yozlaştıracak bir tehdit kaynağı olarak görülmüştür, Kadının cinsel özgürlüğüne karşı sürekli teyakkuz halinde olan, erkeklik korkularının yön verdiği bir modern cinsiyet rejimi yaratılmıştır.  
 
Türk modernleşmesinin kadın hakları veya cinsiyet eşitliği alanında gerçekleştirdiği reformlar (örtünme zorunluluğunun kaldırılması, seçme, seçilme, eğitim ve çalışma hakkı) kadının özgürleşme mücadelesinde kuşkusuz belli güçlenme araçları sağlamıştır. Ancak bütün bu haklar, kadınların aile sorumluluklarını üstlenmesine öncelik veren bir biçimde tanımlanmıştır. Kadın hakları, toplumsal cinsiyet ayrımlarını ortadan kaldırma ve bireysel özgürlükler çerçevesini genişletme temelinde değil, gelişme ve uluslaşma sürecinin zorunlu bir parçası olarak ele alınmıştır. Devlet feminizmi, Yaprak Zihnioğlu’nun tabiriyle “kadınsız kadın hakları inkılabı” şeklinde gerçekleşmiştir. Kemalist iktidar, kadınları ulusun eşit vatandaşları veya siyasi failler olarak görmemiştir. Osmanlının son döneminde başlayan kadın hakları mücadelesi, kurulan kadın dernekleri, çıkarılan kadın dergileri ve bu mirası yaratan kadınlar (Şair Nigar, Fatma Aliye, Halide Edip, Nezihe Muhittin, Emine Semiye, Ulviye Mevla, Hayganuş Mark) bilinçli bir politikayla görünmez kılınmıştır. Türkiye’nin bir sömürge geçmişinin olmaması, Batı’dan alınan belli yasaların, gerçekleştirilen modern reformların daha kolay kabullenilmesini, yerel ile modern arasındaki ideolojik gerilimin daha yumuşak olmasını sağlamıştır. Sonuç itibariyle Cumhuriyet’in özgürlük nimetlerinden, “kurtarılmış kadın” ayrıcalıklarından her kadın şüphesiz eşit derecede yararlanamamıştır. Yaratılmaya çalışılan orta sınıf, beyaz, Türk, heteroseksüel kentli ve eğitimli modern kadın kimliği, bu kimliğin sınırlarından taşan farklı etnik, sınıfsal, dinsel ve cinsel kimliklere mensup kadınların (Kürt, Ermeni, Türbanlı, Yoksul, Lezbiyen, Transseksüel) dışlanması ve izbe kıyılara sürülmesiyle sonuçlanmıştır. “Kurtulmuş” ile “kurtarılması gereken” kadınlar arasındaki politik ayrım, kadın mücadelesi içinde oluşan hiyerarşilerin, sınıfsal eşitsizliklerin, kültürel deneyim farklarının üstünü örtmüş ve sömürgeci, liberal feminist yaklaşımları meşrulaştırmıştır.
 
BirGün Kitap Eki - 8 Aralık 2012

 
[1] Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti - Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar, İletişim Yayınları, s.14-15
[2] Partha Chatterjee, Kadın Sorununa Milliyetçi Çözüm, s.115, Vatan, Millet, Kadınlar, İletişim Yayınları
[3] Nira Yuval–Davis, Cinsiyet ve Millet, İletişim Yayınları
[4] A.g.e, s.74
[5] A.g.e, s.49
[6] A.g.e, s.306
[7] Meltem Ağduk, Cumhuriyet’in Asil Kızlarından ‘90’ların Türk Kızlarına - Vatan Millet Kadınlar, İletişim Yayınları, s.305

Etiketler: kadın
İstihdam