03/08/2010 | Yazar: KAOS GL

“Evet, ben tatile çıktım, görevimi layıkıyla yerine getirdim. Çok mutlu ve huzurluyum. Anlatacak çok şeyim var.

“Evet, ben tatile çıktım, görevimi layıkıyla yerine getirdim. Çok mutlu ve huzurluyum. Anlatacak çok şeyim var. Yalnız ve asil bir yaban kurdu olsam da, en azından tatile gittim ben!”
 
Görkem Daşkan yazdı.
 
Carson McCullers’ın öykü ve romanlarına aşina olanlar hak vereceklerdir bana: O kitaplarda konu edilenlere, iki bahar mevsimi arasında kalan ve şüphesiz koca bir yazı da içine alan muhtelif zaman dilimleri fon oluşturur adeta. “Adeta” diyorum, çünkü bunun bir okur olarak benim bir sezgim olduğunu ve bu savımda iddialı olmadığımı vurgulamak istiyorum. İşte bu kitaplar sanki bir yerde sıcaklar, sıcaktan başı dönenler, yaz bunaltısı iliklerine kadar işlemiş olanlar hakkındadır. Karakterler ister bedensel bir özre sahip olsunlar, isterse ergenlik bunalımlarıyla baş ededursunlar yahut eşleri tarafından aldatılıyor veya “cinsiyet Belası”ndan mustarip olsunlar – yani onları birer karakter kılan varoluşlarının berisinde bir hava veya mevsim faktörü daima mevcuttur, hayatlarının, dolayısıyla ilgili hikâyelerin gölgesinde. Sözgelimi öğle sonraları taraçada serinlemeye çalışmakta, akşamüstleri gene aynı yerde şarap likörlerini yudumlayarak hayatlarında bir değişikliğin olmasını beklemekte veya gün ortası sokağa çıkarken biraz kalın giyinmiş olmanın bedelini, ara sıra şapkalarını çıkarıp mendilleriyle terlerini silerek ödemektedirler. Burası Kuzey Amerika’nın güney batısında, arzın merkezinin çok uzağında bir yer, ya da o tekinsiz tabirle söylersek “derin güney”dir. Ve oralarda hava daima nemli ve bungundur.
 
Yaz ortasında ve tercihen gün ortasında, işsiz güçsüz ve bir başıma evde oturmaktaysam eğer ve parasını bastırıp tatile gidememişsem; aksi gibi dışarıda tek bir yaprak dahi kıpırdamıyorsa, aklıma hep yukarıda tarif edilen sahneler gelir. Tabii o sahnelerin çok daha bölgeye ve günümüze özgü sürümleri mevcuttur: Uzaklardan başlayıp şehrin bütün seslerini içine alarak kulağınızın dibinde bir uğultu halinde bitiveren o tarifi güç basınç mesela. Diğer her şeyi bastıran korkunç bir otobüs kükremesi veya fren sesi yahut eğer akşamsa, ağustos böceklerinin ipnotize eden cırlamaları, kedilerin bazen acı, bazen gülünç haykırışları ve buna benzer başka uyaranlar ve haller. Bütün bunlar o yalnızlık ve sessizlik anlarını bozmak bir tarafa, sanki daha da koyultur, dramatikleştirir. Sanki o verili mekân ve anda sonsuza dek mıhlanmış ve hiçbir yere gidemezmişsin gibi hissedersin. Şimdi bir insan yaz ortasında neden kendini bu durumda bulmamalıdır ve aslında nasıl kolaylıkla bulabilir, ona değinelim.
 
Kış mevsimi, yağmuru ve soğuğuyla bizleri dört duvar arasına hapsetmeye sonsuz müsait olsa da, hiç kaçarsız çalışırız kışları, evde durmayız. Dünyanın yazılmamış evrensel anayasası yaz gelince farklı sebeplerle de olsa gene evde durmamamızı emreder bize. Bütün kış güneş yüzü görmemekten sararmış bedenlerimiz ve kararmış ruhlarımızla hantal birer bavula dönmüşüzdür. Dağlara, denizlere, organik çiftliklere, ören yerlerine ya da Türkiye’ye vize uygulamayan herhangi bir Balkan ülkesine tatile gitmeliyizdir. Kâğıt üzerinde yazan amaç şüphesiz dinlenmek ve eğlenmektir. Kışın kazandıklarımızı harcamak gerekliliği ise bu işin aracı olmaktadır. Cüzdanı kabarıkların rotası hep çok daha bol seçenekli ve değişken olur ama onların bu yazıyı okumayacaklarını bildiğimden, nerelere gidip ne yaptıkları konusunda tahmin yürüterek okuyucuyu boş yere imrendirmek ve oyalamak istemem. Sözün özü, yaz zamanı gelip gonga vurdu mu, gönül iyot kokan bir yerlere gitmek, azıcık bronzlaşmak, taksitle aldığı yeni mayo ve parmak arası terliklerini eskitmek; yazın gözde içkisinden tatmak, bir gece yarısı tatil bütçesinin üçte birini bir plaj etkinliğine bırakmak ve birkaç zararsız tatil kaçamağı yapmak ister. Sair zaman burun kıvıracağınız üç beş yapışkan yaz hit’ini ezberlediğinizi görüp şaşırmak bile bu şirin tatil paketinin bir parçasıdır. Günlük gazeteler ve hafta sonu ekleri, dergiler ve televizyon kanalları, internetteki reklamlar, yolda her direğe asılı bulunan gezi ilanları; ana baba, konu komşu, ünlüler ve siyasiler, herkes ama herkes söz birliğiyle tatil yapmamız gerektiğini söyler bize. Bu mesaj, yıl hatta ömür boyu o kadar tedirgin edici bir sıklık ve yoğunlukla işlenir ki beynimize, gözümüzün üstünde kaşımızın olması kadar doğal gelmeye başlar artık. Öyle ki, sokakta çöp kutusunu eşeleyen bir evsize durumu anlatsanız, o bile acilen tatile çıkmanız gerektiğini, güneşin herhalde başınıza filan geçtiğini söyleyebilir size. Bunca vaazın tesiri birike birike öyle bir raddeye getirir ki sizi, bir sabah iç sesiniz “Evet, gerçekten tatile çıkmalıyım” diyerek uyandırır sizi. Buraya kadar hepsi çok tanıdık, değil mi? En tanıdık kısmı ise esas şurası: Malum tatili yapıp eve döndükten sonra içinizi kaplayan, sıranızı savmış olmanın verdiği o ferahlatan iç huzuru. “Evet, ben tatile çıktım, görevimi layıkıyla yerine getirdim. Çok mutlu ve huzurluyum. Anlatacak çok şeyim var. Yalnız ve asil bir yaban kurdu olsam da, en azından tatile gittim ben!”
 
McCullers’ın gündüz düşleri gören tedirgin kahramanlarına geri dönecek olursak; günlük hayatları çepeçevre saran tüketim odaklı kitle kültürünün baskısı neticesinde, modern zaman bireyleri için o kahramanlardan biri haline gelmek işten bile değil, hele bizim memlekette. Kimi için kaçınılmaz sonuç, kimi içinse gönüllü bir tercih belki de. Şundan eminim ki tatil fikrine yabancılaşma hali bir yanıyla son derece orta sınıf bir şey ve buraya kadar bahsetmiş olduğum tatil önermesinin onda birine tav olacak (sadece o zamanı ayırabilmek bile yeterli) belki milyonlarca insan var dışarıda. Ayakta kalmak için durmaksızın işe güçte olması gereken ve o imkânı bulduğunda, “Dışarıda keşfedecek ne kaldı? Oturayım oturduğum yerde” diyecek kadar alçak gönüllü olmayan. Onlara tatile çıkmayın, evde pinekleyin, hatta şu dizileri ve reklamları da izlemeyin artık, demek ve buna uymalarını beklemek bönlük olur. Sonra bu tartışma beni kaçınılmaz olarak, kimin hangi tatili ne kadar hak ettiği gibi başka bir soru kümesine savurabilir. (Bunun cevabının “kim ne kadar kazanıyorsa, o kadar” olmayacağı da ortada) O yüzden ben gene dönüp dolaşıp kendi ait olduğum sosyoekonomik ve kültürel sınıfa ve onun davranışlarına eleştiri yöneltsem iyi olacak. Çünkü ahlaken buna hakkım olabilir ancak. Ve tam bu noktada utana sıkıla da olsa diyorum ki: Evet, yazın evde oturmak ayıp değil, yanlış değil, bir eksiklik hiç değil. O gidilen yerlerin çoğunda ise aslında hayat yok. Douglas Sirk’ün, filminin kendisi kadar manidar olan adıyla da söyleyecek olursak “Imitation of Life”, yani “hayat taklidi” var. En “sofistike” ve “alternatif” addedilenlerinde bile para ve iktidar ilişkilerinin bayat kokusu var. Gene de, bütün bunların farkında olsak da gidip yapacağız tatilimizi veyahut yapıp geldik bile çoktan. Hatta belki tatili toptan değil üçe beşe bölüp yaptık, keyfi sürdürmek için. Süper egolarımız ve toplumun geri kalanı onaylasın artık bizi bir zahmet: “Ne iyi ettin, çünkü bunu hak etmiştin!”
 
Şimdi ben gerçekten dişe dokunur birkaç tatil hikâyesi okumak istiyorum mümkünse. Yazdıklarımın bir nebze olsun aksine inanmak için. Sıcak ve klostrofobik yaz günlerinde evde nöbet tutmak yerine yollara düzülmenin en derin bir yaşamsal ihtiyacı karşıladığına, rasyonalist akılla üretilmiş kimi yapısal varsayımlara hizmet etmediğine (“Yılın şu vaktinde şu veya bu yapılır” gibi) ve icabında ekonomik ve sosyal sömürü çarklarına yem olmadan da gerçekleşebileceğine ikna olmak için. Kim bilir belki de bu yazı ihtiva ettiği buruk öze karşın birilerinin gidip hayal ettiği tatili yapmasına vesile olur. İçinizden geldiği gibi, içinize sindiği gibi.


Etiketler:
nefret