01/08/2012 | Yazar: Emre Varışlı

2012 İstanbul Eşcinsel - Trans Onur Yürüyüşü’ne katılmamış, oturduğum yerden kara kara düşünüyordum. Yürüyüşe katılmamak için kendimce haklı, bazılarının saçma bulduğu birkaç nedenim vardı.

2012 İstanbul Eşcinsel - Trans Onur Yürüyüşü’ne katılmamış, oturduğum yerden kara kara düşünüyordum. Yürüyüşe katılmamak için kendimce haklı, bazılarının saçma bulduğu birkaç nedenim vardı. Bunlardan en önemlisi de sanırım ‘ölçülü özgürlükler’ kapsamında polisin ve valiliğin izin verdiği sokaklarda ve saatte yürüyüp, bağırmanın artık yetersiz olduğu ve bu katılımcıları katlanarak çoğalan bu hareketin daha farklı, nokta atışı, görünürlüğü adına daha elzem eylemleri hak ettiğini düşünmemdi. Ha keza, binlerce insanın Taksim’in göbeğinde yeri göğü inlettiği bu eylemin ana akım medyada kendine ‘köpeğimiz kayboldu lütfen onu bulun’ ilanı kadar yer bulması beni şaşırttı mı, hayır! ‘Görünürlük’ adına üstüne bir şey koymadan ve rutine bağlanan bu tarz her eylemin sonucu farklı olmayacağını düşünerek Ahmet Yıldız’ın o sıralarda yaklaşmakta olan katledilişin günü hakkında düşünmeye başladım.
 
Eşcinsel olduğu için aile tarafından evinin önünde kurşunlanan Ahmet Yıldız, bol sloganlı, uzun mahkemeli ve hakkında çekilen ‘tartışmalı’ bir film ile birlikte, her olay gibi unutulmuş bir isim olarak orada duruyordu; aklımızın tehlikeye alarmlı bölgesinde.
 
Yukarı söz ettiğim tarihi tempodaki yürüyüş ve eylemlilik Ahmet Yıldız’ın haftasına girdiğimiz o günlerde yerini ‘aktivistlerin orgazm çığlıklarına’ bıraktı desek yanlış olmaz. Ölü sevicilikten uzak bir minvalde hiç kimse, bir cinayetin, bir katledilişin başını beklemedi.

Aynı zamanlar devletin kürtaj hakkındaki pornografisi tartışılıp duruyordu –bunları yazarken gündem çoktan değişti elbette-. Vatana millete hayırlı 3 çocuk yetiştirmemizi isteyen Büyük Ağız, o sırada resmi nikah imzasından bahsetmeyi unutmuştu tabi. Büyük Ağız der ki; Soğuk damgasız, kafa kağıtsız, resmi kayıtsız çocuk olmaz, hem arzularınıza da hakim olun canım, uçkur dediğin tek dişi kalmış canavar, bedeninizin hakları açılan sandık sayısıyla sabit, kuyruk sallamayın, baba dayağından kaçmayın, görücü usulü konforlardan uzak durmayın,  sizin için yaptığımız müthiş konutların, mezarlık sitelerin içinde yüzme havuzu, sinema, en nihayetinde mezarlık bile var, o kadar para harcayıp suni yeşillikli hapishaneler inşa ediyoruz sizin için, mümkünse bedeninizdeki tüm deliklere beton döktürüp sunduğumuz cennette, çekirdek aile huzurunuzla yaşayıp gidin..

Her ne kadar ‘sosyal medya’ denilen şeyin yukarıda söz ettiğim ölçülü özgürlükle paralel olduğunu, izlenmenin ve kontrol altında tutmanın daniskasını barındığını, bir ‘söz’ çöplüğünde her fikrin birbirini yuttuğunu, kendini zaten kurgulayan insan evladının kendini dakikalık dilimlerde kurguladığını düşünsem de, o an Ahmet için twitter’ı mecrasını kullanarak bir başlık açmak istedim ve bunu yaptım. İlk iki gün elimin kolumun uzandığı yerlere kadar gidip, böyle olmasını hiç beklemediğim bir çok kişiden ve stk’dan geri dönüş alamamam beni yine ölçülü özgürlük ve polis eşliğinde yürüme’ler konusunda düşündürürken 15 temmuza yaklaştığımız günlerde başlık altında konu hakkında görüş belirtenlerin, konuşanların, paylaşanların sayısının artması, ancak olayın sıcağında halen beklediğim bir çok ‘ilgili’ ve ‘aktivist’ olan kişilerin derin sağırlığını gördükçe omuz omuza olduklarımız konusunda biraz daha kafa patlatmamız gerektiğine vardım. İçinde bulunduğum ülkede ‘bu da olmayabilirdi’ diyerek fena sayılmayacak durumu sineye çektim.
Bu cephede bunlar olurken arada ‘bilmem kaçıncı’ davası görülecek olan William S. Burroughs’un ‘son’ diye gittiğimiz ve beraat beklediğimiz duruşmasından, ‘bu kez sizi affediyoruz ama bir daha ‘muzır’ suç tekrar ederseniz eski defterleri tekrar açarız, ayağınızı denk alın, şeklinde bir karar çıkıyordu. Ağlanacak halimize ağlayıp salondan çıktık.

Kişisel olarak ‘sokakta’ yaptığım tek eylem, insanları toplayıp Ahmet için okumak ve bunlardan bahsetmek oldu.
 
Ben insanları toplamış Ahmet için yazdıklarımı bağırırken, İstanbul’un ‘kutsanmış topraklarından’ olan Eyüp’ün halkının, kendi belediye başkanınca ‘hassas’ ilan edildiği, yanı başlarındaki mekanın içinde ‘alkol alıp rahatsızlık veriyorlar’ soslu gündemimiz gelip liste başı oldu. Ülkemizde trajedinin ve komedinin hitleri bitmiyor tabi, faşizmin pop’u biter mi hiç?! Hit’ler peş peşe patlarken hassas Eyüp halkı fertleri rock festivali kapısında gençlerimizi rahat ettirmek için onlara seyyar arabalarda bira satıyordu ve ‘bizburayamüzikdinlemeyegeldik’ diyen müzikseverler yaşanan olaylara tellerini kıpırdatmadan ‘hep çok bekledikleri’ müzisyenleri izleyip kendilerinden geçtiler.
               
Rock festivali ‘mağdurlarından’ konuşurken bu kez Antalya’dan bir nefret cinayeti haberi geliyor. Transeksüel bir arkadaşımızın boğazının kesilerek öldürüldüğünü öğreniyoruz. Biraz önce çamurladığım sosyal medyadan yayılıyor elbette haber. Selebriti ‘organları’ndan fırsat bulup çalışamayan ana akım yayın organları bize sakızın oruç bozup bozmamasıyla, şehrin dört bir yanındaki iftar çadırlarıyla, köşkte verilen kalabalık menülü şehit ailesi iftar davetleriyle ilgili haberler vermekle meşgul.
 
Bu sıralarda masa başında dünyaya cömertçe demokrasi dağıtanların son meşgalesi olan Suriye, düşürülen Türk uçağı ve kendisi için biçilen karakolluk görevini en iyi şekilde yerine getiren Türkiye’nin sırt sıvazlanma sahneleri yandaş, sırdaş ve muhalif yayınlarının ateşli söylevleriyle görüntüleniyor. Kendisine ‘Türkçe’ dublaj yapılan başbakanımız bize Türkiye’ye kaçan sığınmacılar, sınırda olan ‘hareketlenmeler’ ve komşumuzda yaşanan çatışmalar hakkında engin bilgiler veriyor.

Tüm bu ışık çakımı gündemlerle bir ayın sonuna gelirken, Malatya’dan haberler geliyor. Evet, çamurladığım sosyal medya da olmasa asla bilgisine ulaşamayacağımız haberler. Alevi bir ailenin evi taşlanıyor, ağzından köpükler saçan halk evi ateşe vermeye kalkıyor ve kısmi de olsa bunu yapıyor. Hep bir yangın. Sanki ateş hiç sönmeden, katlanarak çoğalıyor. İtfaiye yolda mı bilmiyoruz, bildiğimiz tek şey bu olaya da bakıp ‘aman canım derin devlet kışkırtıyor’, söylemleriyle olayı güya iyicil biçimde makyajlamaya çalışan bir kesimin soğukkanlı tavırları.  Eh en iyi yaptığımız ve ‘en iyi nafile fikirler’ dalında her yıl oskara aday olduğumuz şey yine su yüzüne çıkıyor.

Kesmeşeker ‘Her şey Sermaye İçin sevgilim’ şarkısında ‘Bu ay bitti/gece oldu/bir ay daha var’ diyor. Evet bir ay daha var. ‘Biz bitkilerden ve hayvanlardan farklıyız, bilincimiz ve soyutlama yeteneğimiz var’ diyerek gerine gerine dolaşan ademoğlu’nun yeni vukuatlarında ve peşi sıra gelen ağıtlarında görüşmek üzere.
 
Bütün bunlardan daha önemlisi aslında Altın Portakal Jüri başkanı Hülya Avşar olmuş. Ne olacak şimdi?
 

Etiketler:
nefret