14/11/2014 | Yazar: Beren Azizi

‘Türk’ sinemasının yüz yaşını memleketteki bütün sinemaları (EMEK, İNCİ...) yıkıp yerine AVM yapanlar kutlayadursunlar, biraz sinemayı bilenler bu kutlamaya mesafeli durmalılar.

İki Film:
 
Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı (UZKINAY, 1914)
Düşman Yolları Kesti (SEDEN, 1959)
         
Yazı öncesi notum:
 
Bugün 14 Kasım 2014, bundan yüz yıl önce Osmanlı ordusu yedek subayı Fuat UZKINAY’ın yönetmenliğinde Sigmund WEINBERG’in yapımcılığında (ve aslında ordunun izni ve fonuyla) birilerinin kabul ettiği ilk Türk filmi Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı çekilmiştir                                                   (Ayastefanos bugünkü Yeşilköy).
 
Gezi Direnişi sırasında rantın sembollerinden ve direnişin neredeyse “manşeti” gibi kullanışmış olan Atatürk Kültür Merkezi bugün kolluk kuvvetleriyle donatılmış ve direnişin tüm izleri silinerek yerine “Sinemanın Yüzüncü Yılı” olarak AKM boydan boya ikonlanmıştır. Peki, sinemanın yüzüncü yılı mıdır gerçekten? Nedir bu yüzüncü yıl?
 
Yüz yıl önce Manastır Caddesi’nde -bugün adı çoktan Cumhuriyet Caddesi olmuştur- bulunan Rus Abidesi bir paşa olan Mahmut Şevket’in neredeyse tüm İstanbul tarafından ikna edilememesi sonrası emriyle yıkılmıştır. Yıkıma ilk ve her şeyden önce abidenin çanı sökülerek başlanmıştır. Abidenin hemen yakınlarında gene bugün adı “Şenlik”köy olan Galitaria isimli Rumların yaşadığı bir köy mevcuttur.
 
Neredeyse tüm İstanbul tarafından ikna edilemeyen bir paşanın emriyle gerçekleştirilen bu gereksiz yıkım (her abide gibi militarist ve savaşta öleni kutsayarak anıyor olsa da) sonrası eline para verilen heyecanlı bir yedek subayın çektiği filmin tarihinden bu yana yüz yıl geçti diye “Türk Sineması’nın Yüzüncü Yılı”nı kutluyoruz, bilelim. Hem de Gezi Direnişi’nin “manşet”i AKM’nin boydan boya resimlenmiş haliyle bu kutlamayı yüceltiyoruz.
 
Bu yüzüncü yıl manipülasyonunu Türkiye sinemasını iyi bilenler, sinemacılık serüvenini iyi bilenler değillemelidir. Sinemadan söz ederken ancak coğrafyanın kendisini kıstas alabiliriz ve tam da bu yüzden Anadolu’da sinema yüz yaşında değildir. Azınlıkların çabasıyla biraz daha yaşlıdır. “Türk” sinemasının yüz yaşını memleketteki bütün sinemaları (EMEK, İNCİ...) yıkıp yerine AVM yapanlar kutlayadursunlar, biraz sinemayı bilenler bu kutlamaya mesafeli durmalılar. Bu kutlamanın içindeki dinî referansları ve baskıcı ideolojiyi görmeli ve göstermelidir. Bugün kolluk ordusu ile korunan AKM’ye yaklaşmak bile bir meseleyken o binaya boydan boya bir reklam asmak kolay olmamalı, iktidarın desteği şart olmalı.
 
Son olarak 1914 yılının hemen bir yıl sonrasının 1915 yılı olduğu tekrar hatırlanmalı. Orduların denetimindeki sinemaların propaganda aracı olarak ülkeleri nasıl ve nerelere sürüklediği başka örnekleriyle tekrar incelenmelidir, tarih sadece kutlamalarımız için değildir.
 
Türkiye sineması ve sinemacılık serüveni
 
Türkiye sineması mı demek yerinde olur, Osmanlı sineması mı; yoksa aslında saray ve azınlık sineması mı demek tam anlamıyla yerinde olur pek de net değil. 29 Aralık 1895’te dünyada halka açık ilk sinemanın seyredilmesinden sonra sinema dönemin Osmanlı’sına da bir şekilde girmiştir. İlk gösterimin nerede veya nasıl olduğundan ziyade sinema süreçlerle varlık kazanmıştır. Sigmund WEINBERG’in Galatasaray’daki film gösteriminden sonra İstanbul sinema ile iyiden iyiye temasa geçmiştir. Azınlıkların çabaları ile İstanbul’a giren sinema uğraşısı henüz ulusallaşmamıştır. Dublajın ve Türkçe/Osmanlıca film üretiminin olmadığı düşünülürse sinemaya gitmek demek görsel deneyim yaşamakla beraber dili anlayabilmeyi gerektirir. Yani Türkçe/Osmanlıca haricinde başka dil bilmeyi de gerektiriyordu, çünkü dublaj yoktu. Lumiere kardeşlerin ya da erken dönem sinemanın sessiz sinema olduğunu belirtmekle birlikte dil bilmek erken dönem İstanbul sinemasının dilini anlamaktan öte sürece dâhil olmak adına gerekliydi. Zira davetler Osmanlıcaya çevrilse de bu erken dönem Türkiye ya da İstanbul sineması Türkiye sinemasının başlangıcı mıdır tartışılabilinir. Ayrıca ilk sinema gösteriminin Sophonek Birahanesi’nde yapıldığı düşünülürse bu gösterimin Müslüman Anadolu halkı için olamayacağı açıktır (Birahane olması dolayısıyla Müslüman halka aslında kapalıdır). Yapısal durumu itibariyle bugün kabul görmüş ilk gösterim sadece mekânsal anlamda ilklik özelliğini taşır. Sinema hâlâ Anadolu insanı ile temas etmemiştir. Tıpkı Türkiye’de romancılığın tarihindeki tartışmalar gibi...
 
Türkiye sineması tüm bu bağlamda asıl olarak 1914 sonrası başlıyor deniliyor. Merkez Ordu Dairesi’nin kurulmasıyla ve imparatorluktan ulus devlete geçen bir coğrafyada sinema ulusçuluğun yayılması için çok iyi bir araçtı. Erken dönemdeki gibi tamamen bir yokluktan bahsedemeyiz bu dönem; ama tamamen sinemanın varlığından da söz edemeyiz. Çünkü sinema bu dönemde de birer araçtır/propagandadır. Fuat Uzkınay’ın Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı belgesel filmiyle Türkiye sinema tarihine bir başlangıç getirdiği söylenmiş olsa da bu aslında tam anlamıyla sinemacılığın başladığı anlamına gelmemelidir. Yazının başlığında sinema ve sinemacılık ayrımı tam da bu yüzden yapılmıştır. Sinema filminin ilk defa sistemli olarak “çekilmesi” Türkiye Sineması’nın başladığı anlamına gelmiyor; velev ki geliyor seçilen tarihin tesadüf değil ideolojik olduğu da unutulmamalıdır.
 
O tarihlerde sinemacılık henüz başlayamamış olsa da tiyatro etkili ve kendi dilini çoktan oluşturmuştu diyebiliriz. Şinasi’nin Şair Evlenmesi’nden o yana tiyatro gerçekten hızlıca yol almıştı. Bu bağlamda gösteri sanatının şekillendiği bir alanın görüntü sanatına tepkisiz kalması düşünülemez. Bu sebeple olacak ki Türkiye sineması tarihinde bir dönem başlar: Muhsin ERTUĞRUL dönemi. Bu dönem filmleri izlendiğinde evet sinemacılık da artık başladı diyebiliriz ama sinema yapısal olarak kendi dilini kuramamıştı. Batı’da sinema dili oluşmuş, tiyatronun dilinin etkisinden sıyrılıp kendi dilini ve kuramlarını oluşturmaya başlamıştır. Türkiye’de ise bu süreç biraz sancılı geçmiştir. Kemalizm ideolojisi tiyatro dili ile çok paralel bir ideoloji olması sebebiyle didaktik eserler her zaman daha işlevsel olmuştur. Aydınlanma/modernite bu didaktizmle ve sinema dilinin tiyatral haliyle çok daha kolay anlatılabiliyordu.
 
Tüm bu dönemlerden sonra sinema kendini iyiden iyiye hem dili hem yapısı hem de endüstriyel bir ürün olarak 1940’ların ortalarına doğru gösterdi. Birçok yapım şirketi açıldı ve artık adı bilinen zengin aileler film şirketleri kurmaya başladı, film yarışmaları düzenlenmeye ve sinemacı kitle oluşmaya başladı. 50’lerin sonuna doğru ise yeni yönetmenler (rejisörler) ve oyuncular (yıldızlar) dalgası oluştu. Hoş Cahide SONKU çok önceleri yıldız unvanını almış olsa da, yıldız sisteminin henüz varlığından o dönemlerde söz edemeyeceğimiz için bu yıldızlık hali onun tekliği ve görselliği üzerinden okunabilir. Osman SEDEN de tam bu kuşağın yönetmenlerinden. Düşman Yolları Kesti filmi de erken dönem eserlerinden. Filmin bir özelliği de sonradan parlayacak yıldızların henüz parlamamışken çok az bir bütçeyle çekilmiş olması. Yapısal anlamda ve film dili olarak iyi bir film kabul edilir. Kurgu, zamanının en iyi ustalarınca yapılmış, sahneler arası geçişlerde efekt kabul edilebilecek kurgu işlemleri var. Film şeritleri üst üste bindirilmiş ve filmin plot’u bu şekilde akıtılmıştır. Kültürel analiz olarak tek partili rejimlerden yeni yeni çok partili rejimlere geçen Anadolu için baskın ideolojinin etkisinin hâlâ kaybolmadığını ya da baskısını çekmediğini görüyoruz. Resmi tarihin dili kullanılmıştır filmde. “Düşman” derken vurgulanmak istenen “dâhili ve harici” düşmanlardır. Yani hem Osmanlı yöneticileri, hem de dış güçler(!). Oysaki yönetici kesimin zaten çıkarları üzerinden hareket ettiği düşünülürse bunun Osmanlı ya da Türkiye olmakla değişmeyeceği, yöneticinin ya da politikacının sorunun “düşmanlık” diye okunmasının tamamen ideolojinin baskın dili olduğu görülebilir.
 
Türkiye’de sinema 100 yaşında derken Türkiye sineması tarihinden söz etmek için neyi kıstas alacağımızı pek bilmemekle birlikte akıp giden bu zamanda akımların kendi içinde değerlendirilmesi daha işlevsel olabilir. Dünya sineması nasıl ki totaliter bir şekilde okunamıyorsa, akımlara ayrılmış durumdaysa Türkiye sineması da öyledir. Bir erken dönem Türkiye sinemasından söz edebilmek için azınlık sineması akımlarının kuramsal olarak incelenmesi gerekir ve günümüzde de devam eden Kürt sinemasının Türk sineması içinde erimesi önlenmelidir, Türkiye sineması “üstün ırka” değil kendi tarihindeki bileşenlerine mal edilmelidir. Sinema resmi ideolojinin tarih diliyle değil kendi kuramsal diliyle okunmalı ve ayrıştırmaya gidilmekten çekinilmemelidir. Son olarak tekrar tekrar sinema yüz yaşında mı diye düşünmek gerekiyor. 

Etiketler:
nefret