28/12/2012 | Yazar: Sarphan Uzunoğlu

Ulusal kanallar bu yıl temeline İstanbul’daki ‘sistem dışı’ yaşamları alan iki diziye ev sahipliği yapıyor.

Ulusal kanallar bu yıl temeline İstanbul’daki “sistem dışı” yaşamları alan iki diziye ev sahipliği yapıyor. Bunlardan biri Star TV’de yayınlanan “Ağır Roman”, diğeriyse Kanal D’de yayınlanan ve senaristliği “edebiyatçı” isimlerce üstlenilen Kayıp Şehir. Peki ya bu iki dizinin temsil ettiği “çok kültürlü” değerler ve o değerlerin işlenişinin gerçeklik ekseniyle bağı ne kadar yahut soruyu keskinleştirirsek, tüm bu temsiller çok kültürlülük maskesi altında korumaya almayı amaçladıkları (!) hikayeleri sömürerek marjinalleştiriyor ve onları bir tolerans rejimiyle dışarı mı itiyorlar?
 
Ağır Roman’ın ana mesajı mahalleye giren yahut mahalleyi sermayeye entegre etme (sosyal ve ekonomik olarak) amacı taşıyan zenginler ve çıkarları. Konunun gideceği yer belirsiz olmakla birlikte, alanda araştırma yapan öğretim görevlisi ve yatırımcının ilişkileri açık bir biçimde günümüzde “itilmiş” unsurlar için üniversitenin ne ifade edebileceğini, ama ne ifade etmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Ağır Roman bu itilmiş unsurların “suça itilmiş gruplar” olarak lanse eden bir dizi. Dizinin baş karakterinin “henüz hapisten çıkmış” biri olarak seçilmesi elbette eserin “edebi ve sinemasal” geçmişinden kaynaklanıyor, ancak işlenen mahallenin –Kolera- böyle bir gündemde seçilmesi, tüm Avrupa’nın tartıştığı çok kültürlülük politikalarıyla birlikte gözlendiğinde toplumun gözündeki “öteki” yahut “yoksul” algısının doğrudan “suç” ile örtüştüğünün, buradan çıkacak “anti-kahraman” karakterlerin de ciddi anlamda problemli olduklarının mesajını verdiği açık.
 
Karadenizli bir ailenin Tarlabaşı tarafında bir mahalleye göç etmesini konu alan Kayıp Şehir’de ise temel mesaj kişilerin kurdukları “çeteler” değil de toplumun dışına itilen trans bireylerin, seks işçilerinin, göçmenlerin –Laz ve Kürt’ten Afrikalı’ya geniş bir portreyi kapsayarak- ve doğal olarak yoksulların üstünden veriliyor. Ortaya çıkan portre elbette ulusal bir kanal için alışılmadık. Bir seks işçisinin “yolunu kaybetmiş perişan bir mağdur” olarak gösterilmek yerine hayatta seçimlerini yapmaya çalışan, dostluk ve yol arkadaşlığı ilişkileri kuran, dayanışma geliştiren bir birey olması bunun en önemli göstergelerinden. Yine de bu “olumlanan” seks işçisi profilinin mesleğini icra ettiğini dizi boyunca muhtemelen toplumsal ahlaki normlar gereği göremiyoruz. Bu da “seksten uzak” bir seks işçisinin kutsandığı ancak diğer –örneğin transseksüel- seks işçilerinin, hikayelerinin bu denli kahramanlaştırılmaması vesilesiyle, daha çok çalıştıkları bir dizi izlememize neden oluyor. Yine Kayıp Şehir’de “Karadenizli Anne” figürünün bu fazlasıyla sert ve otoriter işlenişi, arabeskvarileşerek “fedakar anne” imajını güçlendiriyor, toplumda kadının önce “anne” sonra “kadın” olmasına dair gayet eril algıyı muhtemelen edebi olmak adına öteliyor.  Dahası Karadenizlilere ilişkin hırçınlık vs. gibi birçok yargının dizi boyunca kendini doğruladığını görüyoruz. Hatta olumlu ve olumsuz özelliklerin ailenin erkek çocukları arasında dağıtıldığı da gözleniyor. Ancak, şu kesin bir şekilde görülüyor ki dizinin başından sonuna aşağıdan yukarıya sallanan yumruklar, göçen ailenin maddi imkanları yetersiz çocuğunun bir spor kulübü başkanı ile mücadelesi, hep yumuşak kalıyor ve sonsuz bir çaresizlik rejimi başlıyor.
 
İki dizinin senaryoları üstüne yaptığımız bu tanımlamaların ardından dizilerin önermelerini çok kültürlülük ve tolerans rejimi etrafında inceleyelim. Her şeyden önce “Kim” sorusu insanlar için kültürel farklılıklar ve bireyleşme ekseninde bambaşka biçimlerde cevaplanabilecek bir anlam derinliğini ifade ediyor. Bugün birçok etnik, kültürel grup “kim?” sorusunun etrafında biçimlenen soruların getirdiği kolektif linç kültürünün hedefi haline gelmiş durumda. Bu “kim?” sorusunun karşısına dikilmesi gereken bir kavram var: Tanınma. Daha da beteri Charles Taylor’ın da altını çizdiği iki kavram olarak yanlış tanınma ve eksik tanınma. Herbert Marcuse’nin “baskıcı tolerans” olarak adlandırdığı rejim tam da bu çerçevede, bireylerin “tanınma” mücadeleleri sırasında gerçekleşiyor.
 
Her iki dizide de senaryoyu yazanların, prodüksiyonun yahut seyircinin bahsedilen “kişi yahut etnik gruplar” ile eşit olma değil, ortaya bir “vicdan rejimi” çıkararak onlarla “sınırlı bir empati” eşliğinde anlaşarak onlara kendilerine ait sokaklarında yer vermeye çalışma eğilimi taşıdığı gözleniyor. Kısacası çok kültürlülük medyada elbette renkleri muhafaza ediyor; ancak onları az az toplayarak paletindeki yerlerini belirliyor, üstelik ‘boyama’ işini de muktedir rolüne bağlı olarak kendisi gerçekleştiriyor. Mecrası “ana akım” olduğundan anlattığı hikayelerin hakikatle arabesk arasına sıkışmasına göz yumuyor, gerçeği “boyayarak” yahut “maksatlı bir sansürden geçirerek” veriyor. Örneğin seks işçilerinin sistematik olarak karşılaştığı şiddet temsil edilmezken Mahsun Kırmızıgülvari bir biçimde seks işçilerinin hikayelerinin derinlerine iniliyor, kendileri dizi aracılığıyla “terapi koltuğuna” oturtularak topluma kazandırılıyorlar.
 
Bahsettiğim her iki dizi de hem ilişkiler ağı hem de ilişkilerin kuruluş biçimleri bakımından tam olarak bu tolerans rejiminde “farklı olanı iyileştirme” yahut “imajını tazeleme” hastalığından muzdarip oluyorlar. Genel iktidar ilişkileri tüm çok kültürcü politikalarda olduğu üzere süregelirken her ne kadar “ırkçılık” gibi üst düzey problemlere karşı önemli mesajlar veriliyorsa da farklı olanın sınırları hızlı bir biçimde çizilerek toplumda “kimin” yahut “neyin” yer alması gerektiğine dair mesaj verilmiş oluyor.
 
Sarphan Uzunoğlu, Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya Yüksek Lisans Bursiyeri
 
Kaynaklar:
Taylor, Charles 2010. Çokkültürcülük Tanınma Politikası. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.      
Marcuse, Herbert 1965. Repressive Tolerance.

Etiketler:
nefret