03/04/2009 | Yazar: Cihan Dağ

Gün akşam oluyor ağır ve sessiz. Eşyalarımı topluyorum; annemin fotoğrafını, nevresimimi, kitaplarımı, sevdiğim sevmediğim demeden bütün elbiselerimi...

Gün akşam oluyor ağır ve sessiz. Eşyalarımı topluyorum; annemin fotoğrafını, nevresimimi, kitaplarımı, sevdiğim sevmediğim demeden bütün elbiselerimi... Gözlerim ıslak bir çayır gibi, acım filizleniyor üzerinde. Kardeşlerim ve Babam... Hepsi önümde duran kapının ardında bekliyorlar. Korku dedikleri şey nedir şimdi öğrendim. Kapı koluna elimi uzatırken annem geldi aklıma. Hastanede tüm bu olanlardan habersiz o anneliğin getirdiği saflıkla bizi düşünüyordur. Bilse oğlunun evden dayakla kovulduğunu...

Evden çıktım... Vücudumda onlardan kalan bir sürü hatıra ile evden çıktım. Elimde kırmızı bir bavul, yürüyorum sokak, cadde, şehir boyunca. Telefonum çaldı sonra, bir ses, "geliyor musun?" Güçsüz bir sesle "geliyorum" dedim. Bindim otobüse arkamda bir yolculayanım olmadan. Zira artık ailem için bir tarafını veren bir oğuldan başka bir şey değildim. "Arkadaşlarım" desem, sabun köpüğü gibi elime dökülen acıyla akıp gittiler. Yalnız bir kişi. Tüm bu karanlığın içinde bir omuz var yanımda. Omzuna yaslanıp bir sahil şeridi boyunca içime huzur dolduran tek insan; Hasan. Başımı omzundan kaldırıp ona baktım, uyuyordu... Camdan dışarı seyrediyorum her taraf yeşil, her taraf mavi. Gülümse dedim kendime. Sen Sezen'den de şanslısın. Senin koca bir kedin var, başını yaslayabildiğin. Doldurur mu hiç "bir annenin yerini" başka bir şey? "Doldurur tabii" deyip kandırıyorum kendimi. Yüzümde Kızılırmak, yüzümde Nil, yüzümde Fırat akıyor... Hadi Gülümse...
 
Eski bir otogarda indik. Canım arkadaşım, karşılamıştı bizi. Dar günümüzde bize kucak açıp, bana bir kuaförde iş bulmuştu. Sonra küçük, küçücük bir eve yerleştik. Hasan da ben de kederimizi koltuk altına süpürüp ev için hayaller kurmaya başladık. Balkona iki sandalye koyarız, odaya bir ısıtıcı, yatağı şuraya koyarız... Günler geçiyordu yavaş yavaş. Her şeyin bol olduğu bir dönemdi. Eksiklerimiz bol, özlemimiz bol, evin içinde boş alan bol. Sonra dostlarımız ve sevenimiz de bolmuş onu gördüm. Hakan'ın Samsun'dan bir arkadaşının yolu Trabzon'a düşmüş. Bize geldi, bizde kaldı, bizle hoş beş etti. Şehirde bizim lubunyaların takıldığı bir internet kafeye gittik beraber. Epeydir girmiyorduk internete, ne kadar posta birikmiş. Eskiden gelen postalarıma bakmayı bir gün aksatsam ne huzursuz olurdum. Şimdi ise ne kadar boş ve gereksiz geliyor. Hakan'ın arkadaşı için geldik, yoksa şimdi de uğramazdım. İnternet'ten ayarlamış birini, bizim eve çağırıyor. Çocuk geldi, hep beraber bizim eve gittik. İyi insanmış, evin halini görünce Hakan'ın arkadaşıyla bir yerlere telefon açıp bir sürü eşya getirdiler eve.
 
Aradan zaman geçiyor, herkes çoktan evine döndü. Benle Hasan baş başayız. Tek kişilik bir yatağın hakkını vererek onunla tek vücut olabilmek ayakta tutuyor beni. Önümdeki ekmeği veririm, onu asla. Emek ne güzel şey... Bir evi beraber çevirmek, hatta bazen düzen için kavga etmek. Sonra uğruna kavga ettiğimiz şeyin içinde beraber yaşadığımız evin düzeni olduğunu hatırlayıp sevinmek.
 
Ben işe gidip geliyorum, o hâlâ iş arıyor. Mesleğine göre iş bulamıyor ve bu yükün altında eziliyor. Gözlerini kaçırıyor benden fark ediyorum. Sonra birden karlı bir yolda yürüdüğümüzü hatırlayıp üşümeye başlıyorum. Bu coğrafya, bu evler, bu insanlar... "Neredeyiz biz" demek geliyor içimden, ama her geldikçe kovuyorum dilimden. Bir akşam bulaşıkları yıkarken telefon uzun uzun çaldı. Bakmadım... İkinci kez çaldı, elimi kurulayıp telefonu açtım numaraya hiç bakmadan. Annem, telefonda ki annemdi ve ne yapacağımı bilemedim. Bir yandan onunla hasret gidermek istiyordum, bir yandan da ona bu durumu açıklayamamaktan korkuyordum. Telefonun hoparlörünü açıp masaya koydum, annemin sesi hiç bu kadar tedirgin etmemişti beni. Bir şeyler söyledi, ağladı, yine bir şeyler söyledi ve kapattı. Onu kendi sesimden mahrum bırakmıştım. Ona en büyük kötülüğü yine ben yapmıştım.
 
Zaman geçiyordu, ekonomik anlamda çok sıkıntıdaydık. Hasan elindeki paranın tamamını bitirmişti ve üstelik hâlâ iş bulamamıştı. Benim kazandığım para ise ucu ucuna yetiyordu. Eve gelen giden kesilmişti. Annem bir daha aramasın diye hattımı kırmıştım. Hasan'ın ailesinin de durumu öğrenmesine ramak kalmıştı. Eve misafirliğe gelen abisi bizi gözlemlerken, Hasan ve ben ayağımıza batan dikenleri çaktırmamaya çalışıyorduk. Psikolojimiz iyice bozuldu. Birbirimize kızmaya, bağırmaya başlamıştık yerli yersiz. Bir hafta sonu öğün atlatmak için geç kalktığımız bir günde Hasan'la kavga ettik. Hiç bir suçu yoktu, açlığımın ve anneme küsmüşlüğün acısını ondan çıkarıyordum. Lakin ağır geldi sözlerim bu sefer Hasan'a. Kaldıramadı omuzları. O gün bir kapı çarptı, bir bardak parçalandı, bir cam kırıldı... Ve benim elimde kırmızı bir bavul, mp3 çalarımda Sezen'den Gülümse ve aklımda annemin beni telefonla aradığında söyledikleri vardı.
 
"Oğlum, sen benim oğlumsun. Aç mısın, tok musun oğlum? Nereye gittin, nerdesin, kimlesin? Bak zorda kalırsan dayının yanına git, "benim yanıma gelsin, ben yeğenimi kimseye ezdirmem" dedi. Kimseye güvenme, kendine dikkat et. Sakın beni görmeye gelme, mahalleye yayılmış, baban ve kardeşlerin çok öfkeli. Seni özledim oğlum..."

Saatler sonra yolculuk bitti, dayım karşıladı beni arabayla. Kırmızı bavulumu bagaja koyup, ön koltuğa oturdum. Yeni bir hayata başladım. Zaman içinde dayım bana annemin öldüğünü söyledi. Atlatmak hiç kolay olmadı, ama direndim. Dayım iş buldu ve çalışmaya başladım. Hasan aradı bir kaç kez, telefonu meşgule düşürdüm. Ancak hazır olduğumda onunla konuşabilirim. Buralar sıcak memleket. Arada yağmur yağıyor ferahlıyoruz. Dayım ve eşi çok anlayışlı. Anne, biliyorum söylemek için çok geç ama… Ben de seni özledim. Hem de çok...

Bu yazı gerçek bir hikâyeden kurgulanmıştır...


Etiketler: insan hakları, aile
İstihdam