24/09/2018 | Yazar: Ata Kan

Heteronormative; imparatorluklardan ulus devletlere geçişin ve oluşturulan ulus devlet kimliklerinin başat unsuru olarak kurgulanıp, dinamik bir tempoda sürdürülmüştür.

İmparatorluklar çağının bitişi ile sıralanan Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi gibi olgular, uluslaşma sürecinin kilometre taşlarıdır. Felsefi arka planını milliyetçi ideolojinin oluşturduğu uluslaşma süreci, her siyasi dönüşüm gibi kendi bireyini yaratmak istemiş ve yaratmıştır da. Yeni devletler bir restorasyon ile farklı sınırlarla, farklı normlarla ulus ve yurttaş tanımlamaları yapıp bu doğrultuya paralel bir ulus ve yurttaş resmi çizmişlerdir[1].

Benedict Anderson, ulusu düşlenmiş, kurgulanmış, tahayyül edilmiş, sınırlandırılmış bir toplam olarak ele alır. Bu tahayyülün farklı bileşenleri mevcuttur. Ulus, düşlenmiş bir toplamdır. Çünkü birbirlerini tanımayan insanların, iş birliğini, ortaklığını, kolektifliğini öngörmektedir[2]. Bu kurguyu sağlamlaştırmak için bir hiyerarşiye ihtiyaç vardır. Hiyerarşinin alt sıralarında olanların ötelendiği, kötülendiği, terbiye edildiği; üst sıralarında kendisine yer bulanların ise korunduğu, kutsandığı, olumlandığı bir mutabakatla rejim istediği karakteristiğe ulaşmak noktasında kararlı adamlar atmış, bekasını sağlama almıştır. Ulus devlet yurttaşlığı; dini inancı/inançsızlığı, mezhebi, giyimi kuşamı, kültürü, cinselliği kısacası her anlamıyla tanımlanmış ve sınırlandırılmış bir pratiktir. Farklı kurucu unsurlar farklı ulus karakterleri oluşturmuş, yurttaşlar tektipleştirilmiştir.

Anderson “derin ve yatay” bir yoldaşlık olarak tanımladığı ulusun, bir kardeşlik biçimini aldığını, bu kardeşliğin de bu ulus kurgusunun da eril bir dayanışma olduğu tespitini yapmıştır. Anderson’un erkek kardeşliği olarak nitelendirdiği ulus; etnisite birliğinden daha ziyade bir aynılık istemektedir. Öyle ki aynı etnisiteye sahip yurttaşlar bile, farklı parametreler nedeniyle hiyerarşide aşağı düşebilirken, farklı etnisiteden yurttaşlar ulus ‘sınırlarına’ sadakatleri ile ulus hiyerarşisinde yükselebilir. Ulus kurgusuna içkin iktidar ilişkilerinin niteliği de bu ilişkilerin üretimi, yeniden üretimi de toplumsal cinsiyet rejimleriyle bağlantılıdır[3] . Hatta McClintock ulusun bir kandırmaca olduğu; esas aldığı noktanın birlik değil, kurumsallaşmış bir toplumsal cinsiyet rejimi olduğu tespitini yapmıştır.[4]

Sabiha Gökçen’in kaleme aldığı anıları arasında Dersim harekâtına gitmeden önce Atatürk’ün kendisine silahını vererek namusunu koruması için gerekirse kendisini öldürmekten geri durmamasını söylediği aktarılmaktadır[5]. Burada dikkat edilmesi gereken nokta namus kavramıdır. Namus kavramını vatanla özdeşleştirip ‘vatanı korumak namusu, namusu korumak vatanı korumaktır’ gibi bir ulus normu; milliyetçilik üzerinden bir kadın terbiyesi öngörmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında kadın vatan kadar korunması gereken olarak ele alınmıştır. Günümüzde de durum pek farklı değildir. Kadın bedeninin bir savaş arenası olarak kurgusu ulus devletlerin normları arasındadır. Zira hala bir erkek için, erkeklik sürecinin katmerlenme dönemeçlerinden birisi de askere gitmektir. Askere gitmeyene ‘adam’ denmez, bu nedenle eşcinsel erkekler askerlik için ‘elverişli görülmediklerinde’ askerlik yapan erkeklerden ayrı bir kategori olan çürük kategorisine düşüş yaşarlar.

Eser: Fatima Deck

Ulus devletler sürecini toplumsal cinsiyet noktasından okumak önem arz etmektedir. Küresel anlamda yaygınlaşan Ulus’lar birbirinden farklı pratikler birbirlerinden farklı normlar barındırsa da, bu yönelimleri kategorize etmek ve farklı üst başlıklar altında toplamak mümkündür. Bir üst başlık olarak heteronormative kavramı üzerine düşünmek, ulus devletlerde toplumsal cinsiyet inşâsının, yurttaşların arzularının sınırlarının, öteki-makul dualitesinin tespiti bugünü kavramada önemlidir.

Heteronormative; imparatorluklardan ulus devletlere geçişin ve oluşturulan ulus devlet kimliklerinin başat unsuru olarak kurgulanıp, dinamik bir tempoda sürdürülmüştür. Heteronormative kendi oluşturduğu ideal yurttaş imajı dışında kalan tüm kimlik ve yönelimleri baskıladığı gibi aynı zamanda kendi ideal kimlik ve yöneliminden bireylerin de belirli sınırların dışına çıkmasını engeller, çıkanları da kimlik ve yönelimlerine bakılmaksızın sapık ve/veya günahkar ilan eder. Buna paralel olarak aynı zamanda kendi dışladığı kimlik ve yönelimler içinde de yeni bir hiyerarşi kurarak sonsuza dek sürecek bir iktidarcıklar yumağı inşa eder.

Heteroseksüellik kitabi olarak bir kadın ve erkek arasındaki ilişkilenme biçiminin (cinsel ve/veya duygusal) karşılığıdır. Heteroseksüellik ve heteronormativenin ayrı düştüğü nokta ise heteroseksüel ilişkilenme biçiminde kadın ve erkek arasında, kültürel olarak inşa edilmiş, sonradan, yapay, sistemden yana bir rol paylaşımı ve bu noktada “çekip çevirilen” bütünlüklü bir toplumsal yapıdır. Kısacası heteronormative; son gelinen durumda -farkına varılsın ya da göz ardı edilsin- toplumdaki tüm ilişkilenmeleri baskılayarak, çıkıntılıklarını düzeltmeye çalışmaktadır. Bu rol paylaşımını bütün bir sistemin mihenk taşı olarak anlamlandırabiliriz. Kısacası Heteronormative kavramı bir cinsel yönelimden daha azade ve köklü bir sistemin en temel göstergesidir.

“Heteronormativite kavramı, bütün bir kültürün sonradan doğallaştırılmış ve idealleştirilmiş heteroseksüel yönelim, pratik, değer ve yaşama biçimine göre tanımlandığı, bu yönelimin dışında kalanların ısrarla marjinalleştirildiği, görmezden gelindiği, baskı ve şiddete maruz bırakıldığı veya en iyi ihtimalle “uysal ötekiler” olarak sindirildiği bir düzeni ifade ediyor. Bu düzen, biyolojik ve toplumsal cinsiyet bakımından birbirlerinden tamamen ayrı oldukları ve birbirlerini aile ve üreme vasıtası ile tamamladıkları düşünülen kadın ve erkek kategorilerine dayandırılır. Heteronormativite sadece zorunlu, doğallaştırılmış heteroseksüelliği içermez; aynı zamanda kadın-erkek ikili karşıtlığına dayanan ve bunun dışında kalanları sistemden dışlayan bir biyolojik ve toplumsal cinsiyet algısını yeniden üretir.”[6]

Toprak, Bozan, Morgül ve Şener’in hazırladığı Türkiye’de Farklı Olmak araştırmasında modern “normal insan” kapitalizmin rekabet ilkesi ve iş disiplini ilkesine göre belirlenen, cinselliği metalaştırılan, cinsiyetinin rolü kapitalist düzene göre şekillendirilen, hatta bedeni kapitalizmin iç mantığına tabii kılınandır.

‘’…, bir anlamda modernleşme tarihini bireyin mutlak idarelerin, dini kurumların, cemaatin, mahallenin ve ailenin baskısından kurtulma tarihi olarak okumak da mümkündür. Yüz yüze ilişkiler yerine anonimite ve bürokratik ilişkilerin hakim olduğu modern toplumlarda kişi artık bir cemaatin üyesi olarak değil, birey ve vatandaş olarak yer alır.”[7]

Modernleşme süreci küreselinin aksine Türkiye’de bir geriye dönüş şekli haline bürünmüş durumdadır. Hukukun üstünlüğü, bireysellik, “kadın erkek eşitliği” gibi yeni modernite kavramlarının Türkiye modernleşmesinin son gelinen noktada ahvâli ortadadır.  Bu nedenle Türkiye’de heteronormative kavramı bambaşka bir yüzle kendisini var eder, bu yüz evrenselinin özenli bir kopyasını da bir şekliyle içeren/sürdüren özü itibariyle iktidarın makulüyle çelişen bir yüzdür.

Peki ulus devletler neden heteronormative kavramına ihtiyaç duydu? Pek çok açıdan kendi ulus devletini kontrol etmek, hizada tutmak isteyen kurucu fikir heteronormatif normlarla pek çok yarar sağlayabilecek durumdaydı. Asker gücü elde etmek, ekonomik istikrarı sağlamak ve yeni ulus kimliğini sürdürecek yurttaş ihtiyacı, genelde toplum özelde aile yapısını bozmayacak tek eşli ilişkiler, erkek gücünü varedecek ücretsiz bir kadın emeği, haz ya da arzuya değil üretime odaklı bir cinsellik ilk akla gelebilecek olanlardan.

Heteronormativenin dinamik ve değişken yüzlerine de değinmek gerekiyor. Nispeten daha ‘özgür’ ülkelerde bile maskeli bir normlar dizini karşımıza çıkacaktır. Türkiye’de eşcinsel iki erkeğin el ele yürümesi sınır ihlali olarak okunabilecekken, daha gelişmiş evlilik eşitliğine sahip bir Avrupa ülkesinde el ele tutuşan iki erkek sorun teşkil etmez. Türkiye’de el ele tutuşmayla sınırın dışına düşen eşcinsellik, farklı bir ülkede heteroseksüel rol paylaşımını ve ilişki kalıplarını içinde barındırdığı ölçüde sınırın içindedir. Öz olarak, herkes kendi ulus devletinin çizdiği sınırların genişliği doğrultusunda hareket imkânı bulabilir. Hayatlarımızda sınırların darlığı ya da genişliği değil, mevcut sınırlar söz sahibidir. 

Pastadan en büyük payı kapmak, daha rahat ve baskıdan uzak bir hayat sürmek hatta hayatta kalma refleksi olarak bile nitelendirebileceğimiz bir öykünme oluşmaya başlamıştır.  Doğu Duran, Dicle Kocağıoğlu Makale Yarışmasında kendisine ikincilik ödülü getiren “Eşcinsel Mekanlar: Erkek Eşcinsellerin Toplumsal Cinsiyet Kurulumunun Heteronormative Olan İlişkisi” isimli makalesiyle ilgili verdiği bir röportajda bir noktaya dikkat çekiyor:

“Lineer bir çizgide olmasa da daha çok Batı’da ve belirli düzeyde Türkiye’de, erkek eşcinsellerin oluşturduğu alt kültürün giderek maskülenleşmesi söz konusu.”[8]

Heteronormativenin eşcinsel erkeklerin ilişki ve varoluşlarına etkileri, eşcinsel erkeklerin sistemin kabul edilebilirlik spekturumunda konumlandırılışlarının irdelenmesi, belli mücadele başlıklarının gerisinde ve bu nedenle geç kalmış bir sorgulama/mücadele alanı olarak önümüzde uzanmaktadır. Heteronormativeyi; erkle mücadele noktasında ön plana almak, sistemin makul sıralamasını iğdiş edecek bir eleştirinin ön açıcısı olacaktır .

Eşcinsel erkekler arasında sürdürülen kendi alt kültürlerinin, heteroseksüel ilişki kültlerinin özenli bir kopyası haline gelmiş/geliyor olması, ataerkil sisteme yatkın bir ilişkilenme modelinin eşcinsel erkekler arasında olağanlaştırılması, özü itibariyle sisteme muhalif olması gereken eşcinsel ilişkileri eril sınırlar içine katmaktadır. Tek eşli, zıt kutuplu, kamusal ve özel alanın paylaşıldığı eşcinsel ilişkiler toplumda kabul gören heteroseksüel ilişkilerin yansımasından başka bir şey değildir. Sistem aile kurumu üzerinden kendisini varedip sürekliliğini sağlarken eşcinsel ilişkileri de heteroseksüelleştirmekten neden geri dursun?

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


[1] Aydın R. (2018). Ulus, Uluslaşma ve Devlet: Bir Modern Kavram Olarak Ulus Devlet, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi,6/1s.232.

[2] Anderson, B. (2007). Hayali Cemaaatler. İstanbul:  Metis Yayıncılık.

[3] McDowell, L. (1999). Gender, identity and place: Introducing feminist geographies. Minneapolis: University of Minnesota Press.

[4] McClintock, A. (1993). Family feuds: Gender, nationalism and the family. Feminist Review, 44, 61-80.    

[5] Altınay, A. Dünyanın İlk Kadın Savaş Pilotu: Gökçen, Bianet.org, 25/3/ 2001 (https://bianet.org/bianet/siyaset/1361-dunyanin-ilk-kadin-savas-pilotu-gokceni).

[6] Çakırlar C. ve Delice S. (2012), Yerel ile Küresel Arasında Türkiye'de Cinsellik, Kültür ve Toplumsallık. İstanbul: Metis Yayıncılık, s.11

[7] Toprak B, Bozan İ, Morgül T, Şener N. (2009), Türkiyede Farklı Olmak. İstanbul: Metis Yayıncılık, s.11

[8] https://gazetesu.sabanciuniv.edu/tr/arsiv?title=Mariam+%C3%96cal&tid=All


Etiketler:
nefret