19/12/2016 | Yazar: Alina

Şiddet, hangi şiddeti susturur? Daha derin bir yara açmak, hangi yarayı avutur?

Ciğerlerimizden değil, umudumuzdan nefes alan bir avuç insandık. Ahlakınız, tecavüzünüz, şiddetiniz, baskınız, kokuşmuşluğunuz çoktan soldurmuştu ciğerlerimizi.

Dünyanın kendisine ulaşmaya çalışıyorduk, sürüldüğümüz yerden.

Gelecek güzel günlere olan inancımız bedelini, bugünlerle ödedik. Bugünlere denk düşen gençliğimiz ile, dünyayı değiştirme hevesimiz ile, yaşama arzumuz ile.

Arada sırada yaşama uğramaktan başka, ne hatırı sayılır bir aşk, ne hatırı sayılır bir anı, ne hatırı sayılır bir huzurumuz oldu. Şiddetten ve nefretten kaçtığımız zamanları bile huzurdan sayar olduk. Gettolaştı hislerimiz, bedenimiz, meşrutiyetimiz. Varlığınız tacizciydi.

Sizin yerinize, size inandık. Değişeceğine, yan yana olacağımıza, birbirimize yer açacağımıza inandık. Kendi haklarımızdan, kendi özgürlüklerimizden önde tuttuk sizi. Bir tatsalar, bir farkına varsalar, zaten kendiliğinden gelir, renkli, dengeli bir dünyada buluşuruz diye diledik.

Birimiz özgür değilsek, hiç birimiz özgür olamaz, özgürlük kişisel bir taç değil, herkesi kapsayan bir çemberdir diye inandık hep.

Tarafınızca kavuşulan her özgürlük, açılan her alan, başkasının özgürlüğüne karşı kibirli bir işgale dönüştü. Üstelik kendi özgürlüklerinizi dahi savunacak ne kültürel, ne politik ne de manevi birikiminiz vardı. Ezenlerinize duyduğunuz hınç, yüreği, varlığı gerçekten özgür olanlardan çıkmaya başladı. Ezildiğiniz yerden ezmek size yakışıyordu.

Babanıza hayrandınız. Ezse de, dövse de babaydı, örnek adamdı. Baba devletti. Devlet babaydı. Toplumsal olmak kolaydı. Mahalleden Recep, sokaktan Ali, atölyeden Zeliha. Bir gruptan, bir aileden, bir semtten olmak güvenli ve rahattı. Ama başlı başına ve sadece ‘bir’ olmak zordu. Birey olmak en zordu. Hem ne demekti birey olmak, baba kızardı! Babanın sistemlerine karşıt düşen, seni bunun üzerine düşünmeye iten her şey saçmaydı, yok olmalıydı. Birey olmayı becerenler, burdayım diyebilenler tüketilmeliydi. Devlet babaydı. Yanan canınızın hesabını, babayı yıkabilenlerden sormaya başladınız. Aslında sizi tanımak basit metaforlar kadar kolaydı.

                                                    Görsel: Joan Miro

Kocaman ülkede, İstanbul’da, Ramazan ayında sigara içen bir çocuk rahatsız etti dininizi. Hassas, kırılgan yapılarınız incindi. Istanbul zaten, doğup büyüdüğü yerlerde kendi olamayan herkesin başkenti. Kendi olmanın kenti. Ama unutmak ne mümkün; sizin olduğunuz yerlerde kimse kendi olamazdı. Siz bile siz değilken, olmanıza izin verişmemişken... İşgal edilmiş karakterlerinizi zehirleyen, sisteminizi bozan bir özgürlük vardı.

İmara açtığınız, yeşili tüketip çöl ettiğiniz, ucubeliğin resmini yağmalayarak çizdiğiniz koca şehirde, sadece Beyoğlu – Cihangir’de, dışarda alkol alanlar battı gözünüze. Kasabalı olmayan, bir şeyler konuşabilen, hesap sormadan, vermeden sarhoş olup sevişebilenler rahatsız etti sizi. Hassas, kırılgan yapılarınız incindi. Ama gerçek İslam bu değildi. Sahi gerçek İslam neydi, neredeydi? İhtiva ettiği onca barışa rağmen, neden her yer şiddetti?

Namusunuzu açık giyinen kadınlar, ahlağınızı kırıtan ibneler bozdu. Bastırdığınız şeyleri gerçek hayatta görmek tahammül edilemezdi. Mahallenizde, namusun kalelerini dikerken, hemen başka bir mahallede haz peşindeydiniz. Altmış kişi bir çocuğa tecavüz ederken, kadınlar kesilip, öldürülürken rahatsız olmadınız, çünkü o potansiyel vardı sizde. Tecavüz edene en büyük ceza tecavüzdü, sizce. Siki kesilmeli, hadım edilmeli, ‘kadınlaştırılmalı’ydı, sizce. Siksiz olmak, en büyük cezaydı zaten, sizce. Potansiyel hep vardı.

Gündüz erkeklik provaları, delikanlılık çalışmaları, gece, saati 150 liradan travesti seansları. Arkadaş muhabbetlerinizin vazgeçilmez gırgırı. Benliğiniz dahi utandı sizden.

Hukukunuz şantaj şimdi. Hukuk dışı meşrutiyetiniz, meşru olanları, hukuk dışı bıraktı. Demokrasi makyaj şimdi. Şiddetle boyanan her alanın en trend makyajı. Kararan umutlara, solan zamanlara birebir. Hayatınız boyunca üretemeyeceğiniz, asırlar süren özgürlük mücadeleleri nihayetinde kazanılmış  düşüncülerin, yönetme şekillerinin içini, sözde ‘mağduriyetinizle’ yağmalayarak kurduğunuz, ucuza getirilmiş iktidar hırsınızla boşalttınız. Daha boşsunuz şimdi.

Şiddet, hangi şiddeti susturur? Daha derin bir yara açmak, hangi yarayı avutur? Yakılan binalar ile mi gelecek barış? Tutuklanan milletvekilleri, dışarı salınan demokrasi mi? Vatanını en çok seven, ‘ötekinden’ en çok nefret edebilen mi? Bu ülkede birlik olmak, dünyadaki herkesi düşman olarak görmekten mi geçiyor? Gazetecilerin kalemi, patlayan bombalardan daha mı çok can alıyor, daha mı korkutucu? Barış olsun demenin, terörü desteklemek olmadığını ifade etmek imkansız mı? Niye basit çelişkileriniz, bir yerlere varacak tüm yolları yıkıyor.

Sizin sevginizi en iyi anlatan şey neden nefret? Kutsanacak en değerli şey neden ölüm?

Delilik dahi korumuyor kalan aklımızı. Bir çılgınlık çekip çıkarmıyor ciddiyetten. Sevişmek arzulanmıyor. Bir hissedebilmek mümkün değil. Donmak değil bu, eriyip yok olmak da değil. Nereye varsak bitmiş. Aklınızı nerden alırsanız alın, asılsız bulacağınız bir nokta bu. Güzelliğe dair üretilenler boş, üretilecekler şimdiden yok. İçinize benzer karalama müsveddeler ile dolu tüm manzaralar.

Bitiremiyorum yazıyı, henüz hiç bir şey de anlatabilmiş değilim.


Etiketler:
İstihdam