04/08/2010 | Yazar: Serap Erdoğan

“İnsanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır” der Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı isimli romanında.

“İnsanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır” der Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı isimli romanında. Ve bu savaş insanoğlunun coğrafyasında yüz yıllardır sürüp gitmektedir. Yunan mitolojisinin iki nehri Lehte ve Mnemosyne, yeraltı dünyasında yan yana akarlar; ilki mutlak bir unutuşu vaat etmektedir suyundan içenlere. Mnemosyne ise bellek tanrıçasının da ismidir aynı zamanda ve bu nehrin suyu, dünyaya yeniden gelecek olanlara eski yaşamlarının tüm anılarını hatırlatma gücüne sahiptir.
Mitolojinin şiirsel büyüsünden çıkıp nörobilimin sağlam taşlarına bastığımızda da görürüz ki, tüm hayatımızı şekillendiren ve kimliğimizi kurmamızda temel olan öğrenme süreci, beyin hücrelerinin bilgiyi kodlama, depolama ve geri çağırma süreçlerinden oluşmaktadır. Bu süreçlerin herhangi bir aşamasındaki kayıp hatırlayamama ya da unutuş olarak karşımıza çıkar. Belleğin türlerine ilişkin araştırmalara da başlangıçta, unutmadan yola çıkılarak varılmıştır: Öğrendiğimiz her yeni bilgi ile bu bilgileri saklayacak yer açılması için mi unuturuz eski bildiklerimizi, yoksa unutmak sadece kaydettiklerimizin üzerinden geçen zamanın sebep olduğu bir silinme midir?

İKİ FARKLI BELLEK
Bilginin saklanma süresi ve saklanan bilginin içeriğine göre belleği farklı türlere ayırırız. Uzun vadede hayatımızı şekillendirdiğini düşündüğümüz, çocukken oynadığımız bahçenin köşesindeki gül ağacını dün görmüşüz gibi hatırlamamızı sağlayan, uzun süreli belleğimizdir. Sahip olduğumuz bilgilerin kişisel dünyamızla ilgili olanları epizodik ya da otobiyografik bellekte saklanırken, genel olarak yaşadığımız dünyaya dair bilgiler semantik bellek ya da anlam belleğinde depolanmaktadır. Unutma ve hatırlamanın hayatımız üzerindeki gücü o kadar belirgindir ki kimilerimiz Mnemosyne’in suyundan içmiş gibi her şeyi aklında tutarak ya da geride kalanları hatırlayarak yaşamak için uğraşıp dururken, kimilerimizse kendini hapseden anılardan kurtulabilmek için unutuşun kollarında avuntu arar.

BELLEĞİN TEDAVİSİ
Bellek bozukluklarının tedavisine yönelik yeni ve etkin ilaçlar üretmek bugün nörofamakolojinin temel uğraş alanlarından biridir. Ama öte yandan anıları daha oluşmadan ortadan kaldırmanın da yolları aranmaktadır ki, insanlıklarını bir kenara bırakarak başkalarının dünyalarını yok etmeleri gerekenler herhangi bir bozukluk yaşamadan biteviye devam edebilsinler yıkımlarına. Ne ironiktir ki aynı ilaçlar dünyaları yerle bir olanların hayata yeniden tutunmalarına da yardımcı olabilir.

Öğrenme üzerine yapılan hayvan deneylerinde, korku duygusu ile eşleştirilen uyaranların üzerinden uzun zaman geçse bile unutulmadığı izlenmektedir. Normalde tepki verilmeyen bir sesli uyaranla birlikte ayağına elektrik şoku uygulanan fare, günler sonra sesi duyduğunda bu kez şok verilmese bile aynı korku davranışlarını sergilemektedir. Bazı korkularınsa evrimsel olarak aktarıldığı, örneğin daha önce yılanla hiç karşılaşmamış bir kemirgen yavrusunun bile yılan sesi dinletildiğinde saklanmaya çalıştığı bilinir. Korku ve akılda tutma arasında böylesine bir ilişki varken, o halde nasıl oluyor da kendimiz ve sevdiklerimiz adına korktuğumuz bunca olayı unutuveriyoruz? Unutuyor muyuz?

UNUTARAK BÜYÜYORUZ
Birey bebeklikten yetişkinliğe kadar geçirmek zorunda olduğu aşamalarda pek çok sorun ve engellemelerle karşılaşır. Benliğin gelişmenin bir parçası olarak bu sorunlarla baş etmede kullandığı yöntemler, “savunma düzenekleri” şeklinde açıklanmaktadır. Bazı psikiyatrik hastalıklarda ve herhangi bir hastalık olmaksızın bazı kişilik türlerinde bu savunmalardan bir kısmı diğerlerine göre daha fazla kullanılabilir. Savunma düzeneklerine unutuşlarımız çerçevesinden bakacak olursak, bastırma düzeneği ile karşılaşırız. Bastırma, anı ve deneyimlerin bilincimizden uzaklaştırılarak bilinçdışına itilmesi ve orada tutulmasıdır. Diğer tüm savunma düzeneklerinin de temelinde bulunan bastırma düzeneği ile bilinçdışına itilen dürtüler, arzular ve anıların bilinç düzeyine çıkması genellikle benlik tarafından kabul edilmez. Çünkü üstbenlik tarafından yasaklanan ve benliğe acı ve bunaltı yaşatan öğelerdir. Çeşitli nedenlerle bastırma düzeneğinin zayıfladığı durumlarda bu bilgiler bilince ulaşmaya başlar ve kişi bunu bir tehlike durumu gibi algılayarak kaygıya kapılır.

İşte hem evrimsel açıdan hem de süre giden hayat içinde genel olarak hatırlamak ve akılda tutmak koruyucu iken, hatırlamanın bizi sadece üzdüğü, çaresiz ve tehdit altında hissettirdiği durumlarda asıl koruyucu olanın bastırma yolu ile unutmak olduğunu düşünebiliyoruz. Bir gece ansızın evlerinden götürülen ve bir daha haber alınamayan, öldürülen ya da akıl almaz zulümlere maruz bırakılan insanları gördükçe tüm bunlara açıklama arayan zihin, insanların başlarına gelenlerle önceki eylemleri arasında bağlantılar kuruyor.

Bir savcı, 1980 darbesinden iki yıl önce öldürülüyor ve yazdıklarında ülkenin bir darbeye sürüklenmesinden endişelendiği ortaya çıkıyor. Sene 2010, Cumhuriyet tarihi boyunca TBMM’ne gelen tüm dilekçe ve evrakların 1980 darbesi döneminde imha edilmiş olduğunu öğreniyoruz, bütün bir yazılı tarihin yok olduğunu. Unutuşun dikenli yataklarına uzanmaya çoktan ikna edilmiş insanların o yataklardan hiç kalkmamaya karar verecek hale getirildiği aşamada mıyız yoksa?

Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminde anılar silinmekten kendilerini kurtarmak için beynin en gizli kuytularına kaçarlar. Filmin erkek kahramanı unutmak istemediğini fark ettiği sevgilisini çocukluğuna taşır, onu ulaşılması en zor yerlere götürürse silinmekten koruyacağını düşünür. “O zaman, utancına götür beni” der sevgilisi. Çünkü öyle derinlere gizleriz ki utancımızı, bastırdığımız tüm diğer duygularımızla birlikte bilincimize ulaşmaması için önüne setler çekeriz.

YAS TUTARKEN UNUTMAK
İnsanın her türden kayıplarının ardından, bu kaybın iç dünyasında yarattığı çalkantılar ve gerçeklik arasında bir uyum sağlama süreci, yas olarak adlandırılmaktadır. Yasın sağlıklı bir şekilde yaşanması, insanın yoğun bir şekilde kapılabildiği inkar, çaresizlik, öfke ve keder duygularından çıkarak kayıplarını geleceği olmayan anılara dönüştürebilmesi, önünde uzanan hayatı nasıl geçireceğini de belirlediği için büyük önem taşımaktadır.

Çeşitli sebeplerle yasın gerektiği gibi yaşanamaması durumunda psikiyatride komplike yas olarak adlandırılan bir durum ortaya çıkar. Kişinin yaşam enerjisini tüketen ve olması gerektiği gibi hayatın içine girmesini engelleyen komplike yas hali genel olarak, kişinin duygusal durumu, kaybedilen ilişkiye has özellikler, kaybın ortaya çıkma şekli ve koşulları ve son olarak da kaybın ardından duygularımızı yaşama ve ifade etme durumunda kaldığımız ortamın özellikleri ile ilgilidir. Son iki koşul insanın içinde yaşadığı toplumla doğrudan ilişkiye sahiptir. Kederlenmek ve kaybımızla yüzleşebilmek için cevaplara ve zamana ihtiyaç duyarız.
Gündemin bu kadar hızlı değiştiği, daha yeni yaşanmış bir kaybın yasını tutamamışken üzerine bir yenisinin bir yenisinin daha eklendiği, üstüne üstlük değil cevapların soruların elimizden alındığı bir belleksizliğe sürüklendiğimiz bir ortamda, yaslarımız çözülememeye yazgılıdır. İnsanlar kayıplarının yasını tutup hayata yeniden dönebilmek yerine, kayıplarını unutmak durumunda bırakılmaktalar. Kimilerimiz için ise yaşadığımız çaresizlik ve utanç, yasını tutabilmek için çözmemiz gereken ne varsa en derinlere gömüyor. Oysa ki kayıplarımızla ve utançlarımızla yüzleşebilmeliyiz. Sarıp sarmalayıp tedirgin ruhlarına ilaç olmak varken sırtından kurşunlayıp kaldırımlara serdiğimiz güvercinlerin utancıyla, yıllardır aynı kahvede çaylarımızı yudumlamışken üstlerine taşlar yağdırılan komşularımıza “durun, gitmeyin” diyememenin utancıyla… Her şeye rağmen unutuşa direnenler var aramızda ama onların çabaları da sanki giderek sadece hatırlama pratikleri oluşturabilmekle sonuçlanıyor.
Ne türden olursa olsun, belli bir yaşantının akla uygunluğundan emin olabilmek için zihin, onu daha önceki deneyimlerin oluşturduğu bir bağlama dayandırmak zorundadır. Buradan yola çıkarak başlangıç niteliği taşıdığını düşündüğümüz olayların bile, geçmişte olup bitenlerin anımsandığı bir an içerdiği sonucuna varabiliriz.

BİREYİN BELLEĞİNDEN TOPLUMUN BELLEĞİNE
Toplum kuramcısı Maurice Halbwachs, tek tek bireylerin anıları ve toplumsal bellek arasında da buna benzer bir ilişki olduğunu öne sürmektedir. Halbwachs’a göre topluluklar bireylere, içine anıları bir yerlere yerleştirdikleri çerçeveler sunar ve anılar sanki bir haritaya işaretlenir gibi toplumsal belleğin kılavuzluğunda bireylerin belleğine yerleşir. Toplumsal bellek söz konusu olduğunda üzerinde en çok durulan kavramlardan biri, bu bilgilerin kuşaklar arasında nasıl aktarıldığı ve aktarılacağı sorusudur.

Elbette ki ilk akla gelen, alışkanlıklar, gelenekler, şarkılar, atasözleri, anıtlar, müzeler ve kitaplar yoluyla bilgilerin kuşaktan kuşağa iletilmesidir. Paul Connerton, özellikle anma törenleri ve bedensel pratiklerin toplumların anımsamasında önemli role sahip olduklarını vurgular. Burada bahsedilen, belki de yüz yıllar boyunca tekrarlanılarak aktarılan, araçsal eylemler olmaktan çok dile getirici özellikte ve gerçekleştirenlerin yaşamına değer ve anlam kazandırma gücüne sahip değişmez ritüellerdir. Dini törenlerin pek çoğu bu tür törenlere örnek olarak ele alınabilir.

Kayıplarımızın ardından onları hatırlamak ve hatırlatmak adına düzenlediğimiz törenler ise bir bilginin aktarılmasındaki sürekliliğin sağlanması açısından bu törenlere benzerlik taşısa da, biçim ve içerikleri farklılık göstermektedir. Psikolojik isteklerimizi ve çatışmalarımızı temsil etmeleri için hayatın pek çok aşamasında, pek çok anlam yükleyerek nesneleri kullanırız. Komplike yas yaşayan kişilerde de, kaybettikleri kişiler ve ilişkilerle bağlarını bir anlamda sürdürebilmek için çeşitli eşyaların kullanıldığı izlenmiştir. Psikanalist Vamık Volkan’ın “bağlantı nesneleri” olarak adlandırdığı bu eşyaları, kaybettiklerimizden kalan ve anı değeri taşıyan eşyalarımızla karıştırmamak gerek. Ölen annemizden kalan yüzüğü hiçbir sıkıntı hissetmeden taşıyabiliriz üzerimizde. Bağlantı nesneleri ise genellikle ne gözümüzün önünde durmasına ne de ortadan kaybolmasına dayanamadığımız, kaybımıza dair yaşadığımız öfke ve kederi üzerinde taşıyan nesnelerdir. İşte kaybettiklerimizin hatırası için düzenlediğimiz törenlerin, çözülmeyen, çözülemeyen yaslarımızla birer bağlantı nesnesine dönüşmesine izin vermememiz gerek. Eğer anma törenleri ölümün dondurulduğu anlar olarak kalırsa anlamsızlaşacak ve giderek sadece şekilsel kısmı aktarılan toplantılar haline gelecektir. Tıpkı İstiklal Marşı’nı “o-be”, “nimmilletimin” diye öğrenen çocuklar gibi. Hatta belki de hala öyle söyleyen yetişkinler… Amaç hayata aktarılamadıkça yıldönümleri, sadece acılı insanların bir araya gelip dertlerini tazeledikleri, birbirlerinin varlığından teselli bulup bir sonraki buluşmaya kadar yaralarının üzerini örttükleri buluşmalardan ibaret kalacaktır. Ne yitirdiklerimiz ne de geleceğimiz bunu hak etmiyor.

Katillerin kahraman gibi karşılandığı “Birlik ve beraberliğe her zamankinden çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde” ülkesinin, sonsuzca yineleyen karşılıklı ayna yansımaları gibi devletin içinde devlet, yargının içinde yargı yanılsamaları ile gerçeklik algıları çarpıtılan, her yeni güne yeni kayıplarla başlayan, tutamadığı her yasın utancını beyninin ve yüreğinin derinliklerine gizlemek zorunda bırakılan biz vatandaşları, belleksizliğe ve eylemsizliğe tutsak ediliyoruz. Toplumsal belleğimizin aldığı her darbede, anılarımızı iliştirebileceğimiz çerçevelerimiz de dağılıyor. Böylesine bir dağılmışlığa bulanmış insanların yaslarını çözmeleri ve hayata katılmaları nasıl beklenebilir? Tüm bunların gerçekleşmesinde yöneten kesime elbette çok iş düşüyor ve ne yazıktır ki böyle bir ortamda bunu bilmek insanı daha da umutsuzluğa itiyor. Bize düşense belki de ilk önce bu umutsuzlukla baş etmek. Annesinin kaybının ardından yaşadığı ağır yas dönemini ve umutsuzluğun içinden çıkışını  A Book About My Mother’ da anlatan Toby Talbot, hayata yeniden dönüşünü şöyle döker kelimelere: “…Dünyaya parça parça yeniden giriyorum. Yeni bir dönem. Yeni bir beden, yeni bir ses. Kuşlar uçarak, ağaçlar büyüyerek, köpekler kalktıklarında koltukta sıcak bir yer bırakarak beni avutuyorlar…”. Bize ait olmayan utançların ağına düşmeden ama sessiz kalıp, görmezden gelip, unutmuş gibi yaşamanın çorak utancına da bürünmeden; çocuklarımıza sadece acılı öfkemizi değil, dostlarımızın bizim için ısıttıkları koltukları ve bir daha hiç uçamama pahasına da olsa sokaklarımızda bizimle dolaşmayı seçen güvercinlerin cesaretini de aktararak başlayabiliriz umut etmeye. Başlamalıyız…

SERAP ERDOĞAN * Yard. Doç. Dr. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Psikiyatri AD


Etiketler: yaşam
nefret