21/10/2013 | Yazar: Emre Dursun

Tayyip El-Samsa bunaltıcı rüyalardan uyandığı bir sabah, kendini yatağında dev bir tuğlaya dönüşmüş olarak buldu.

Tayyip El-Samsa bunaltıcı rüyalardan uyandığı bir sabah, kendini yatağında dev bir tuğlaya dönüşmüş olarak buldu. Toz içinde kalmış sırtının üstünde yatmaktaydı ve kıpırdadıkça iyiden iyiye toza bulandığını hissediyordu. Bedeninden daha turuncu gözlerini açarken kendisini sağır edebilecek kadar yoğun bir çıtırtı duydu. Yattığı yerde çaresizce sallanmaya başladı, bu hareketle doğrulup kalkabileceğini ve yeniden normal haline dönebileceğini umuyordu. Başaramayınca tümden umutsuzluğa kapıldı ve bir çığlık atmak istedi. Sesi çıkmıyordu. “Ne olmuş bana böyle?” diye düşündü, uyanabilmiş miydi yoksa hâlâ uykuda, amansız bir kâbusun içinde miydi, anlayamadı. Odada tek başınaydı. “Ben başkanım,” diye geçirdi içinden. “Başkandım,” diye düzeltti. Elinden hiçbir şeyin gelmediğini görünce, kendisine ait olduğunu sandığı her şeyin de tıpkı görünümü gibi değiştiğine ikna olmaya başlamıştı çünkü. Doğrulamıyordu, konuşamıyordu, ağlayamıyordu. Taşlaşmış bir şekilde sallanıp dururken cesaretini toplayıp, odanın köşesindeki aynada zar zor açabildiği gözleriyle seyretti kendisini, bedenini. Gözlerinin koyu turuncu renginin usul usul kararıp başkalaştığını fark etti. Karanlık bir yeşile dönüşüyor gibiydi. Korkutucu görüntüsünün aynı zamanda komik olduğunu büyük bir üzüntü ile geçirdi aklından. O büyük güçten geriye kalan şeyin bu hiçlik ve acizlik olması ne acıydı. Gözlerinin koyu yeşil renginin biraz olsun açıldığını fark etmesi bile umutlanmasına yetmişti. Bir ton, bir ton, bir ton daha… Yine durdu! Ve her iki gözünün tam ortasında önce algılayamadığı, sonradan fark edip iyice korkmasına sebep olan şu işaretin belirdiğini gördü: $
 
Odanın kapısı birdenbire açıldığında Tayyip sesini denemeye başlamıştı, bütün bloklarından ayrı ayrı sesler çıktığı için biraz ekolu, parazitliydi ve şimdiye kadar kayda değer bir şey söylemeyi de becerememişti. Birazcık kıpırdanmayı başarabilmiş, anlamsız bir homurdanmayla kendi etrafında dönmeye başlamıştı. Neye dönüşürse dönüşsün, eninde sonunda yine ona hayran kalmaktan vazgeçemeyecek kadar beğeniyordu kendini. Her çirkinliğe kolaylıkla alışabilen bir yapısı vardı.
 
Oysa odaya henüz giren ailesinden insanlarının kapıldıkları dehşet daha yeni başlıyordu. Karısı kollarını iki yana açıp, gözleri korkuyla büyüyen ve çığlık çığlığa bağıran çocuklarının önünde siper olmuş, yaklaşmalarına izin vermiyordu. Onlar da yaklaşmaya pek gönüllü görünmüyorlardı zaten. Hiçbirinin aklından karşılarındaki bu tuhaf “şey”in bir insan, üstelik çok da yakından tanıdıkları, kanlarından bir insan olduğu ihtimali geçmemişti. Kadın, titremesi geçtikten sonra ancak sorabildi: “Sen de nesin böyle?”
 
Tayyip El-Samsa durumu kanıksamış, kendisi için eğlenceli hale getirmeyi bile başarmıştı, etrafında yeniden insanların toplandığını görmenin keyfiyle. “AVM tuğlasıyım ben,” deyip neşeli bir kahkaha attı. “Beni çekerseniz, hepiniz bu ülkenin altında kalırsınız. Çünkü tuğla olmak bunu gerektirir!”
 
Karısı ve çocukları hem söylediklerinden, hem de gözlerindeki işareti fark ettiklerinden tuğlanın Tayyip ya da Tayyip’in tuğla olduğunu anlamışlardı! Çekingen adımlarla da olsa ona yaklaşmaya başladılar birlikte. Onlar Tayyip’e doğru yol alırken, evin bir başka odasından gürültülü bir horlama sesi geliyordu. İkinci bir şoku daha kaldıramazlardı, odadan ayrılmamak konusunda gözleriyle anlaştılar ve her anını bildikleri adamın dönüştüğü şeyi yakından incelemeye başladılar.
 
Tayyip kendisini doyasıya seyretsinler diye yavaş yavaş dönüp, taklalar atıyordu olduğu yerde. Yan döndüğünde, üzerindeki blokların içinde başkalarına ait gözler gördü ötekiler. Dolu dolu olan gözleri hemen tanıdı kadın: “Bülent?” Bir şeyler söyledi adam ama dışarıdan gelen ve gitgide yükselen horlama sesinden hiçbiri anlayamadılar. Yine de evet, Bülent’ti bu, gözleri ağlamaktan adeta bir fıskiyeye dönüşmüştü. Diğer karelerden bakan gözler? Abdullah, Cemil, Hüseyin, Egemen, Ömer, Burhan, Şamil! Tanrım, hepsi Tayyip’in birer kutucuğuna sıkışmış, şaşkınlıkla etrafı gözetliyorlardı.
 
Tayyip çocuklarından, kendisini pencerenin pervazına götürmelerini istedi ama onlar tedirginlikle annelerine baktılar. Kadın çaresiz, eğilip yuvarlandığı yerden kaldırdı tuğlayı, götürüp pencerenin önüne bıraktı. Tuğlanın içindeki diğer gözlerin hepsi karanlıkta kaldılar. Tayyip’in umurunda değildi, pervazın üzerinde düşmeden durabilmek için hiç kıpırdamadan “kenti” seyrediyordu. Kendi dönüştürdüğü, bir parçası olduğu, kendisine benzettiği kenti…
 
Aile üyeleri bir iki adım geri çekilecek olmuştu ki, horlamanın birden kesildiğini fark edip, bulundukları odaya yaklaşmakta olan tıkırtıları işittiler. İçeriye gevrek gevrek gülen, pişkin bir surat girdi yuvarlanarak. Beden yoktu, kıyafet ve kifayet yoktu, adap ve nezaket yoktu; edep, eder ve karakter yoktu. Yalnızca bir surat! Esnemekten fırsat buldukça sırıtıyor, yuvarlandıkça arkada bıraktığı yerlerde bir göçük oluşturarak pencerenin önüne doğru yaklaşıyordu.
 
“İlk kez uykunun tadını çıkardım!” diye çığlığı bastı, kendisini de göçerttiği o çukurların içinde bulması kaçınılmaz olan yuvarlak surat. “Üstelik arkadaşlarım da bana çok güzel sürprizler yapmış.” Sesi duyan tuğla ağır aksak döndü pervazda. İkisi de birbirlerinin suretini, dönüştükleri hali yadırgamadan, görür görmez tanıdılar birbirlerini.
 
“Gel buraya gel,” dedi tuğla sürünen surata, “bak bakalım yarattığım kente, hangimizin kenti daha gri?”
 
“Gri, gri, gri” diye vızıldayıp sırıtarak, neşeyle yuvarlandı pişkin surat, düz duvara tırmandı, tuğlanın yanı başına tüneyiverdi. Böyle her çağırıldığında koşmaya, her söyleneni tekrar etmeye alışkındı; şaşırmamış ama yine de sevinmişti bu duruma. Şimdi ikisi birlikte seyretmeye başladılar karşılarındaki kenti. Çocukların aklına mukayyet olmakta zorlandıklarını fark eden kadın, pencereyi kapattı. Onlar, odada oluşan göçükte zar zor sürüklenerek geriye dönme yolunu ararken, dev tuğlayla pişkin suratın keyiflerine diyecek yoktu.
 
“Ben,” dedi tuğla, “birim, iriyim, dikim! Neye dönüşürsem dönüşeyim utanmam halimden ve arkamda bırakacağım şeyden. Bu kenti de bu sayede yarattım zaten.” Sözünü tamamladığında öksürmeye başladı ama bir anormallik de sezinlemediği için rahattı hâlâ.
Pişkin surat da sırıtmaya, sırıttıkça kızarmaya, morarmaya devam ediyordu. “Acaba benim fıskiyeyi kim kırdı?” diye düşündü bir an ama çabucak sönüp gitti bu düşüncesi. Herhangi bir şeye uzun süre odaklanabilecek olgunlukta bir beyni yoktu.  Yine de o, tuğladan daha erken fark etti yaklaşan şeyi.
 
Ağır bir duman çöküyordu kentin üzerine. Zaten tuğlanın öksürükleri de gitgide çoğalmış, dumandan etkilenen içindeki gözlerden akan yaşlar her yanını ıslatmaya başlamıştı. Zar zor birbirlerine baktılar pişkin suratla. Surat artık morarmayı da geçmiş, hızla kararıyor, kendi teri ve kiriyle iyiden iyiye erimeye başlıyordu. Tuğla da tel tel dökülüyordu artık. Her neye dönüşürlerse dönüşsünler utanmadan, sıkılmadan rahatlıkla aldıkları nefes, yarattıkları kentin havasına çıktıklarında terk etmişti onları. Başkalarının canına kilitledikleri toprak yüzünü çevirmişti onlardan. Pervazın üzerinden yağ gibi akarak, buzdan bir betona döküldüler. Kentler, onlardan kalan tozu, teri bile tükürdü geriye. Gözlerini yukarıya çevirerek diktikleri “ucubelerin” altında kaldılar beraber.
 
NOT: Bunu yazının sonunda söylemek biraz tuhaf olacak ama yapmak zorunda hissediyorum. Eğer kendilerini ve sevenlerini ciddi anlamda incitecek bir şey yaptıysam, bütün bu yazdıklarım için tüm kalbimle ve samimiyetimle özür dilerim. Franz Kafka ve Gregor Samsa’dan. Umarım bağışlarlar.  

Etiketler:
İstihdam