27/07/2014 | Yazar: Levent Pişkin

Her şeyin kırığının alındığı voltajı düşük fakirhaneler gibiydik… Kalbin kırığı ise sadece iki harf; ‘AH!’

Olmayanların zamanından olanların ağırlığına katlanmak için Tanrı’ya yalvardığımız zamana vardık böylece. Ama yazgımızı yaldızlı çokomel kâğıtları gibi, tırnaklarımızla düzeltemiyorduk. Her şeyin kırığının alındığı voltajı düşük fakirhaneler gibiydik… Kalbin kırığı ise sadece iki harf; ‘AH!’
 
‘Zenciler prensesi olacağım
Hayat işte asıl o zaman başlayacak!’
Pippi Uzunçorap
 
Didem ile Pulbiber Mahallesi’nde tanıştık. Mahallemizde acı yok, kedi çok, şarkılar pulbiberliydi. Şiir asla yarım pansiyon değildi. Şiirde hizmette kusur tanınmazdı mahallede. Şiir varoluştu. İsyandı. Göğe uzanan bedenlerin fermanıydı icabında. Herkes şiir kişisiydi: Zeyna, Füsun, Leman, Didem, ben ve sen… Mahallemizde delilik kural, akıl istisnaydı. Deliliğin kural, şiirin şiirsizlik olduğu yerde yaşamanın ritimsiz telaşı ve talaşı içerisindeydik. Minör hayatlarımızın haddini aştığı tek yer majör depresyonlardı. Saçlarımızın ucundan başlayan kırıklığımızı da, öteberiliğimizi de bilir, insanlar için dualar ve beddualar icat ederdik; Türkan Şoray’ın ellerini titreten hayata karşı… Herkes hayattan beraat etmeliydi: Striptiz yapan kadın, pazardan alınmış esma marka terlikli kadın, camların çok kirlendiğini düşünen kadın, boş ver yağmur yağacak diye camları silmekten vazgeçen kadın, haksız tahrik edilenler, büyümeyenler… Bağırmak denen bir adamın saltanatını kurduğu İstanbul’da, bizim değil caddenin yürüdüğü, insanlara uyanmalarının-sabah olduğunun buyrulduğu yerde gözümüze gökkuşağı bağlanmış halde ve bütün ışıkların yakılmış olduğu yerdeydik, hep beraber: Cadılar…
 
Lekeler ülkesinin roman kahramanlarından zamana gebe kalan kadınların kendi kaderlerini tayin ettikleri mahallemizde kırmızı sevilir, çay ve şarap içilirdi. Dışarıda ise kırmızı daha çok dökülüyordu. Cadıların içli geçmiş zamanında karşılıksız hayatlar yaşıyorduk. İstiklal-Tünel kadar olamadık aşklarda. Başarısızdık. Bizi aşkla/hayatla birleştiren kırmızı bir kaynaştırma harfi, tramvay yoktu, olmadı. Hep boingiyle pike yapan yaşlı pilotla kesiştik. Uzak mavilikte. Hasretlendik. Hasetlendik. Bombalandık. Yıkılmadan ayakta kalmanın raconuna uyarak…
 
Kışın kar yağardı mahallemize. Yollar kapanırdı. Tuzlama yapmazdık. Kimseyi görmeme vaktiydi kış. Konuşmama zamanı. Karnımızdaki 37 ekran televizyonda iç savaşımızı izlerdik kışın. İçimizden sahte pasaportla kaçacağımız günlerin beyaz özlemiyle. Kuşların sözcükler arasındaki boşluktan göçmesini beklerdik beyazlıkta. Kuşlar göçsündü ki sözcükler arasındaki boşluklara sığınalımdı. Ama “kuşla mukayyet değildik” efendim! Uzaklarda kendini çeken acılarımız, bize çektirmeye gelecekti. Emrimiz altındaki zaman emre itaatsizlik etti efendimiz, büyüme yasağını “Ahlar Ağacı” deldi. Dalları sardı mahallemizi. Ah’ın dalları… İsmimizi ağaçla beraber öğrendik, acı çekmeyi öğrendiğimizde. Ah dedik sonra, ah!
 
Çamurlu bir giysinin içinde var olmaya çalışan ütüsüz ve buruşuk ruhumuz şiirle gerçek kılardı var oluşunu… Hayat şiirdi, şiir kaderdi, kader büyümekti ve kaderden kaçılmazdı!
Büyüdükçe kırılan hayatımızı şiirlerle tamir ettik bayım! Ağacın dallarından ‘Ah!’lar döküldükçe çok şey geçmiş başımızdan gibi, çok şey görmüşüz gibi, hayat gibi olduk… Olmayanların zamanından olanların ağırlığına katlanmak için Tanrı’ya yalvardığımız zamana vardık böylece. Ama yazgımızı yaldızlı çokomel kâğıtları gibi, tırnaklarımızla düzeltemiyorduk. Her şeyin kırığının alındığı voltajı düşük fakirhaneler gibiydik… Kalbin kırığı ise sadece iki harf; ‘AH!’
 
Yaşlanmaya başladıkça kucağımızda itiraf edilmemiş aşkların kırıkları kaldı. Güllerin konuşmadığı zamanlara vardık. Cam gözler, plastik göz kapakları ve naylon kirpiklerin ardından aşkı aradık bayım! Hayatı şiirle yamamamız sürüyordu; ama artık şiir de yamalıydı: aşk ile… Eksikli yaşamaktan aşkı fazlalaştırdık, artırdık… Kırk üç numara ayakkabılarınızla üstüne bastığınız çocukluğumuzun cenaze namazını kıldık, şiir ölülerimizi yıkadı, öldürdüklerimizin, bizi öldürenlerin, bizim… Pahalıya mal olacaktık ya yağamadık; düştük, dilini bilmediğimiz bir dünyaya. Bu dünyada sevişmeler acı veriyordu, kasımpatıları kadar acı kokuyorduk… Şefkati özledik yaşlandıkça, çiçekli sevişmeleri, sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen yoksul bir aşkın güzelliğini...
 
Sonra kömürümüz bitti tam kışın ortasında, toz, hatıra ve talaş bastık sobaya. Güzelliğimiz çalındı, güzellikler yasaklandı… Ruhumuzun misafir odası kaldı sadece, süt ve gözyaşı lekeli. Gelenleri orada ağırladık, beceremedik, beceremediler. Kaybolmayı istedik bayım! Yokluğumuz ders olsun istedik, yokluğumuz dünyanın çıplaklığını örtsün istedik; değmedi dünyaya, dalgınlığa geldik…
 
Tabutun içinde tepinmek üzere dünyanın bütün sabahlarına bilet aldık… 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam