03/04/2014 | Yazar: Fatih Özgüven

‘Yves Saint Laurent’ filminin yeniden hatırlattığı şey, genel toplumsal tasavvurda öne sürülen eşcinsel tipinin aslında toplumun kadın tiplerine reva gördüğü bir çeşit aşırılığın karikatürü olması.

‘Yves Saint Laurent’ filminin yeniden hatırlattığı şey, genel toplumsal tasavvurda öne sürülen eşcinsel tipinin aslında toplumun kadın tiplerine reva gördüğü bir çeşit aşırılığın karikatürü olması.
 
Ergenliklerinde elbise modelleri çizen ve haklarında “Ne olacak bu cocuğun hali?” diye kaygılanılan erkek çocukları da hiç kuşkusuz uygarlığı ‘ileriye götüren güçler’ arasında olabilirler. Bu çocukların bazılarının sonra ünlü birer eşcinsel modacı (ya da yazar, besteci, ressam, politikacı vb.) olduğuna dair biyografik filmlerin yapılması ve bu filmlerin konuları hakkında üç aşağı beş yukarı dürüst davranmaları son on beş, bilemediniz yirmi senenin işi. Gelgelelim, bu konu da her konu gibi kendi klişelerini yaratıyor ve iş özellikle meşhur modacılara geldi mi, zaten son zamanların en demode filmlerini yapan Fransızlar, bu klişe dolu bio-pic’lerin âlâsını kotarıyorlar. Yves Saint Laurent’ın ‘hayatını ve ıstıraplarını’ konu alan ve tabii modacının (bir marka olan) adını taşıyan film, ünlü modacının hayattaki başarılarına, velev ki moda gibi hem abartılan hem gizli gizli küçümsenebilen bir alanda olsun, bir kültürel devrim olarak bakma niyetinde hiç değil.
Kadınlara erkek pantolonunu bir hak olarak kazandırmak bile, başlı başına, Yves Saint Laurent’ın yirminci yüzyıla en önemli katkıları arasında... (Meclis’te daha yenilerde tartışma konusu olduğunu ve erkeklerin bir kadının pantolon giymesinden hâlâ duyabildikleri tedirginliği hatırlayalım.) Ama bir eşcinsel modacıyı ticari sinemada anlatmak gerektiğinde, sinemanın halen dünyaya göstermek istediği, farklı olduğu/farklı baktığı için fark yaratan yaratıcı tipi değil. Hâlâ sevilen, Sürü’ye sürüyle yenilik kazandırdığı halde, esas itibariyle Sürü’den ayrı olduğu için, had safhada ürkek (sinirli, gergin vb. de diyebilirsiniz) bir varoluş sürdüren, sürdürmek zorunda olan ceylan tipi. Yves Saint Laurent’ın kendisinin de fizik olarak ince uzun, zarif bir ceylan resmi çizmesi işe yarıyor mutlaka. Ama cinsel kimliği dolayısıyla sürüden ayrılmış olduğu için, farz-ı muhal, onun da Albert Camus gibi, Cezayir’in Oran kentinde doğmuş olmasını önemsememek durumundayız sanki. Ya da, söz konusu Fransız sömürgesinde mutlu-mesut bir varoluş sürdüren ailesiyle olan temel anlaşmazlığını ille de Oedipal çerçeve üzerinden anlamalıyız. (‘Annem beni hiç sevmedi!’)
 
Genç Yves’in acıları genç Werther’inkiler gibi geniş bir perspektiften, her şeyin dış dünya-hayat-sanat ve aşkla bağlantısı açısından değil, daha çok nevrotik bir ‘durum’un hikâyesi olarak ele alınmalı. Başka bir deyişle, çocukken sokakta futbol oynamamış erkek çocuklarının, ne Batı’da ne Doğu’da kendi toplumlarını ya da kültürlerini eril birer abide olarak temsil etme şansları yok. Yves Saint Laurent’ın hayatını anlatan bu filmden de anladığımız kadarıyla belli başlı şansları, ürkek bir ceylan olarak sinir krizinin eşiğinde ve ötesinde yaşamak ve de böylece o toplumun nevrotikliğinin bir ölçüm aleti olmak. Aşksa aşkta her şeyi yanlış yapmalılar, aşırılıksa her şeyi daha da dramatik biçimde yüzlerine gözlerine bulaştırmalılar, yanlış kararsa Camus’nün ‘Yanlışlık’ı değil bir Marivaux komedisi gibi olmalılar...
 
Yves Saint Laurent filminin bir diğer demodeliği de muhtemelen hınçlı bir sevgilinin, modacıya hayat boyu bir işadamı olarak doğru kararlar almasında yardımcı olan Pierre Berge’in bakış açısından anlatılıyor olması, yani bir nevi ‘eş durumu’ söz konusu.... Bu gölgede kalmış sevgili motifi, Fransız sinemasında eskiden Chabrol filmlerinde çok güzel ele alınır ve hikâyeyi de ilerletirdi. Ama anlaşılan o ki tıpkı futbol gibi, gocunmuş sevgili de heteroseksüel hikâyelerde şık duran/ görünen bir şey; Yves Saint Laurent hikâyesinde ‘eski sevgili’ sadece sinir krizine bir giriş ve çıkış bileti çünkü...
 
Son zamanlarda eski formunda olmasa da Pedro Almodovar’ın ‘Sinir Krizinin Eşiğinde Kadınlar’ adlı bir film yapıp da bir kadın hikâyesi kisvesinde bu ‘sinir krizi’ meselesine değinmesi boşuna değil mutlaka. ‘Yves Saint Laurent’ filminin yeniden hatırlattığı şey, genel toplumsal tasavvurda öne sürülen eşcinsel tipinin aslında toplumun kadın tiplerine reva gördüğü bir çeşit aşırılığın karikatürü olması. Almodovar bunu gören ve sarakaya alan bir yönetmen olduğu için önemli işte; Pride yürüyüşleri, ‘Alışın, Buradayız!’ sloganı, ‘Velev ki İbneyiz!’ cüretkârlığı da tam da bu yüzden önemli. Bütün bunlar sadece eşcinsel modacılara (ve başka meslek erbabına) değil, heteroseksüel kadınlara (ve erkeklere de) iyi gelecek mutlaka. Onun içindir ki, eşcinseller için de toplumdaki ileriye doğru adımlar atan başkalarıyla iş ve kader birliği yapmak önemli, onun içindir ki bütün fars havasına rağmen geçen seçimde LGBTİ aktivistleri ilk kez CHP, BDP, HDP’den belediye meclisi üyesi olabildiler. Bunların hepsini değilse de bir kısmını Yves Saint Laurent’ın acılarına borçlu olabiliriz. Kendisini bu demode film vesilesiyle de olsa sevgiyle anıyorum. 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam