20/02/2009 | Yazar: Kerem Öktem

Berlin, Avrupa'nın sayılı gey başkentlerinden biridir. Her an görünür, hissedilir, duyulur bir eşcinsel varlığını barındırır.

Berlin, Avrupa'nın sayılı gey başkentlerinden biridir. Her an görünür, hissedilir, duyulur bir eşcinsel varlığını barındırır. Bunun yanında, bir de Avrupa'nın siyasete ve farklılıklara en çok önem veren sinema festivaline, Berlinale'ye ev sahipliği yapar: Şubat ayının ilk iki haftasında, şehrin sinema tutkusuyla gey varlığı birleşir, dünyada o sene çevrilmiş LGBTT fimlerin büyük bir bölümü gösterime girer.
 
Kısa bir sürede yığınla ilginç film seyredip arkadaşlarına caka satmak isteyen binlerce insan da Berlin'e akın eder bu tarihlerde. Benim gibi... Birkaç yıl aradan sonra tekrar Berlinale'de olmak, sinemacı olan Gürcü arkadaşım Gaga'nın bana son anda ayarladığı bedava biletlerle salondan salona koşmak, gösterim sonrasında yönetmen ve oyuncularla sohbet etmek ... Dünyanın en keyifli şeyi!
  
Bu sene, yüzlerce film arasında, Türkiye'nin yakın coğrafyasında farklı olma hallerini irdeleyen iki önemli belgesele denk geldim: Birincisi, 2008 sonbaharında gerçekleşemeyen Saraybosna LGBTT Festivalinin hazırlık ve engellenme sürecini anlatan ‘Queer Sarajevo Festival’. İkincisi de Kudüs’un tek gey barı olan Şuşan’da başlayan dostlukların ve aşkların izinden giden ‘City of Borders’ (Sınırların Şehri). İkisinin ortak noktası, din, siyaset, devlet ve eşcinsel olma-olamama halleri uzerine yoğunlaşmaları. İkisini de kısaca anlatmak istiyorum.
 
Yönetmen Masa Hilcisin ve Cazim Dervisevic, filimlerinde geçen sene eylül ayında düzenlenemeyen ilk eşcinsel buluşmasını ve sanat festivalini, LGBTT aktivistlerin perspektifinden anlatmışlar. ‘Saraybosna’daki bu ilk ‘queer‘ festivalini belgelemek, festival çerçevesindeki gelişmeleri başından sona kadar belgelemek istiyorduk. Bizden sonrakı arkadaşlara kaynak olsun diye. Olacak olanları bir an bile aklımızdan geçirmemiştik’ diyordu Masa gösterim sonrasında. Peki Masa’nin kastettiği olaylar neydi? İlk başta İslamcı gazetelerde ve websitelerde dolaşan, ancak kısa bir sürede şehir merkezindeki bilbordlarda boy gösteren ‘Ramazan’da kutsal Saraybosna’mıza eşcinsel festivali yapılamaz’ sloganıyla başlayan cadı avı...


 
Ankara ve İstanbul’daki LGBTT etkinliklerinin daha küçük çaplı bir benzeri olan Saraybosna Queer Festivaline Katolik, Ortodoks, Müslüman ne kadar cemaat varsa hepsi karşı çıkar. Ancak laik kesimin temsilcileri ve devlet kurumları de eşcinsellere karşı ortak tavır alır. Tartışma programlarında, imamlar, patrikler ve piskoposların yanında, siyasi parti liderleri ve hatta Saraybosna’nin çokkültürlülüğüyle övünen belediye başkanı da bu tür bir festivalin Saraybosna’ya yakışmadığı konusunda hem fikirdir. Çokkültürlülük başka, ahlaksızlık başkadır. Hem mesele aslında Ramazan da değildir. Saraybosna geylere hiç bir zaman kucak açmamalıdır!
 
Kışkırtmanın sonuçları açılış gecesinde belli olur: Tekbirler yükselir. Şehri ikiye bölen Miljacka nehrinin öte yakasından futbol taraftarları geylere nefret kusar. Festivali korumak icin çağrılan polisler, etkinliği düzenleyenlere karşı yapılan fiziki saldırıları engellemez ve bazı katılımcılar, eve dönmeye çalışırken, saldırganlar tarafından takip edilip dövülür. Durumu değerlendiren organizatörler, olayın daha fazla büyümesini engellemek için Queer Festivali iptal eder.
 
Bosna Hersek’te birbirlerinden pek de haz etmeyen, kısa bir süre öncesine kadar acımasız bir savaşta birbirlerini yok etmeye çalışmış Katolikler, Muslümanlar, Ortodokslar, Hırvatlar, Boşnaklar ve Sırplar ve onların siyasi partileri ortak düşman karşısında ilk kez yek vücud olmuştur. LGBTT aktivistleri de ölüm tehditleri ve zedelenmiş özgüvenleriyle kalmıştır. Savaşta çekilmiş bunca acı, şehri iki taraftan saran dağlardakı Sırp saldırganlarına karşı omuz omuza verilmiş bunca mücadeleden sonra, kendi memleketinde yabancı, eksik, 'sözde' vatandaş olmuşlardır.
Masa, gösterim sonrasında düzenlenen söyleşide ‘Biz seneye yine Queer Fest için buradayız. Seneye Ramazan’a tesadüf etmeyecek tabii, bu sefer daha hazırlıklı olacağız’ diyordu. Ancak önceki yıllarda Zagreb ve Belgrat’ta yaşanan senaryonun aynısını Bosna’da tekrar görmüş olmanın acısını ve hayal kırıklığını da taşıyordu. Bir de yaşanmış şiddetin korkusu.
 
Saraybosna’da kırılmış umutların benzerleri, ‘City of Borders’de de var. Tabii ki İsrail ve Filistin acıya, ötekileştirmeye, keskin ayrımlara Bosna’dan da daha aşina. Belki onun için Güney Kore doğumlu Amerikan yönetmen Yun Suh’un yönettiği bu yarı belgeselde herşeye rağmen umut da var.


 
Filmin başlangıç noktası, 2003 yılında (Batı) Kudüs Belediye meclisine seçilen ilk eşcinsel üye Sa’ar Natanel’in aynı yıl açtığı Şuşan adlı bar. Batı Kudüs’ün ilk, tek ve şimdilik son gey barı. Filistinlilerle İsraillilerin bir araya gelemedikleri, birbirlerinden duvarlarla ve korkularla ayrıldığı bir şehirde, Şuşan sanki bir vaha: Hayati tehlikeyi göze alıp, İsrail sınırını geçen Ramallah’lı Boody, İsrail vatandaşı Filistinli Samira ve Yahudi sevgilisi Ravit, ordudan yeni terhis edilmiş Adam, her hafta sonu Şuşan’da bir araya gelir, içer, sevişir. Egemen ırkçı söylemlerden kurtulamasalar bile, birbirlerinden haberdar olurlar, birbirlerinin farkına varırlar, hatta birlikte Boody‘nin drag queen olarak sahneye çıkmasına şahit olurlar.
 
Ancak Şuşan’ın dışındaki hayat keskin ve acımasızdır: Boody, Batı Şeria’da 'kadınsı' tipiyle göze batmaya başlayınca, tehditlere maruz kalır. Annesi onu desteklemeye çalışsa da, sonunda baskılara dayanamayıp, akrabasının yanına yerleşmek üzere Amerika’ya kaçar. Adam, Haham, Patrikler ve Başmüftü tarafından "Kutsal Kudüsümüzü kirletecekler" diye ayıplanan onur yürüyüşüne katılınca, aşırı dinci Ortodoks bir Yahudi tarafından bıçaklanır. Sa’ar Natanel ise, dinci partilerin saldırılarına dayanamayıp belediye meclis üyeliğinden ayrılır, annesine tehditlerin artmasıyla Şuşan’ı kapatmak zorunda kalır.
 
Buna rağmen, en azından bu filmde, yine de umut vardır: Filistin’in belki de ilk drag queen’i olan Boody memleketinden olmuş, ancak Amerika’da hayatının aşkını Lübnan asıllı bir Amerikalıyla bulmuştur. Adam, saldırıda yaralanmış, ancak sevgilisiyle birlikte bir ev inşa edip yurtdışında evlenmenin hayallerini kurar. Samir ve Ravit ise birlikte çocuk sahibi olup olmayacaklarını tartışmakta, yine de İsrail’de, bütün engellere ve Arap düşmalığına rağmen, hem de lezbiyen bir Filistin-Yahudi birlikteliğini sürdürmektedir. Ancak bütün bu insanların yollarını birleştiren, birbirleriyle tanışmalarına, birbirlerinin farkına varmalarına imkan veren Şuşan artık yoktur.
Sanki çok iyimser bir film... İçinde küresel LGBTT hareketinin resmi söylemi var, biraz da İsrail promosyonu. Oysa günümüz Kudüs'ü filmin anlattığı, bir kaç sene önceki Kudüs değil artık: Batı Şeria ve İsrail arasındaki duvar artık aşılamaz bir engel. Batı Şerialılar, duvarın ardında mahpus hayatına mahkum olmuş durumdalar. Gazze felaketinden sonra da insanlar artık iyice düşman olmuştur birbirlerine.
 
Sinema çıkışı bunları dostum Gaga’yla konuşurken, Berlin Belediye Başkanı Wowereit’ın gey olduğunu hatırlıyoruz. Paris’in başkanı Delanoe de gey! On sene önce Berlin’in, Paris’in kısa bir süre sonra gey başkanlar tarafından yönetileceğini kim hayal edebilirdi? Şimdi ise vakayı adiyeden artık.
 
Türkiye’nin yakın coğrafyasında ise farklı olmanın bedeli hâlâ çok yüksek: Din, devlet, siyaset ve erkek egemen toplumun çizdiği düzlemde ezilmek kolay, ayakta kalmak zor, özgürleşip 'özde' vatandaş olmak hemen hemen imkansız. Kutsal’ın karşısında 'aykırının' boynu kıldan ince. Hele hele Filistinli ya da Boşnaksan. En azından şimdilik. (KÖ, Oxford)
http://www.queer.ba/qsf-en.htm


Etiketler: kültür sanat
nefret