23/10/2009 | Yazar: Ece Dorsay

Frank Sinatra ve Bono'dan "I've got you Under My Skin" düetini dinlerken fark ediyorum sözlerin her dinleyişte tekrar anlam kazanışını.

Frank Sinatra ve Bono'dan "I've got you Under My Skin" düetini dinlerken fark ediyorum sözlerin her dinleyişte tekrar anlam kazanışını. Önce, "benim altındasın" diyen, erotik ima olarak algıladığım bir sevişme sahnesinden daha öteye gidiyor manası sonradan. "Derimin altındasın" diyor aslında. Öylesine içime işledin ki, öylesine bütünleştim ki seninle derimin rengi sana büründü. Beyazken zenci, zenciyken beyaz, pembeyken mavi oldum sayende.

Deri değiştirdim, kabuk değiştirdim etkinle. Ölü deriyi attım adeta, bebek gibi kokuyor tenim.
Tazelenmiş bir deriyle kaplıyım artık. Tozları silkeledim üstümden. Yeniden doğdum...
 
Vücut terleri birbirine karışırken en tutkulu sevişmelerde, acaba yenileniyor muydu insan?
Belki de dokunulmaya hasret bir tenin acı çığlıklarıydı duyulmayan... Tenin dili olsa neler söylerdi kim bilir: "Lütfen dokunun bana; ama içten, ama yürekten olsun, tutkusuz dokunuşlar uzak olsun benden." Böyle mi derdi acaba? Sessiz yakarışlarını duyar mıydı başka bir ten?
 
Yaşlı bir bedenin genç bir bedene olan hasretini giderecek kadar seven yürek, tenini sunabilirdi sevdiğine. Gencecik, körpe teniyle yıkayabilirdi, yaşlanmış ve yer yer kırışmış ama tutkusunu yitirmemiş teni. Tenler karışıyor, tenler konuşuyor, tenler ağlıyordu. Tenler yaş farkına aldırmıyordu, cinsiyete bakmıyordu, sadece sevgiyle yol alıyorlardı birbirlerinin üzerinde.
 
Yasak ten. Birbirimize haram görüp yasakladığımız tenlerimiz şimdi ağlıyor. En güzel dokunuşlardan mahrum kalan bedenler, bilgisayar ve televizyon ekranı önünde yaşlanıyor belki de. Şiir okumanın ve eski kitap kokusunun hazzını unutmuş veya hiç keşfedememiş tutkusuz bedenler, yürüyen ölüler gibiler etrafımda... Aşka olan susuzluğumuzu bir nebze olsun gideren şiirleri görmezden geliyor kayıp bir nesil. Meşaleyi söndürmemek için çaba gerekiyor ama çabalamaya alışmamış ki kimse aşk için... Egoların er meydanına dönmüş aşk cenneti.
 
O cenneti tekrar kazanmak için dokunmayı yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Ruha dokunmayı, kendimize dokunmayı, yüreklere dokunmayı, kalbe dokunmayı... En baştan, yeniden, sil baştan... Belki o zaman derimizin altına işler sevdiğimizin parmak izi, ruh izi...
 
O zaman bütünleşiriz yeryüzü denilen yabancılaştığımız yerle. Kedilerin bildiği dili biz unutmuşuz. İlkbaharda bahçelerde yankılanan kedi çığlıklarına gülmeye alıştık. Bazen de bir ürperti ve korku ile fırladık yatağımızdan geceleri. Vahşi doğanın sesleri ya güldürdü ya ürküttü bizi. Oysa ki anlamını unuttuğumuz; hatta özellikle bize unutturulan tutkunun bizden daha alt gördüğümüz türlerde bile var olma ihtimaline tanık oluyorduk. Üstelik biz insanlar daha fazlasına sahiptik:

Yaşama tutkusu, sanat tutkusu, bilim tutkusu... Tutkunun bin bir türüne sahip olabilirdik entelektimizde ve kalbimizde. Ama biz en basit tutkulardan bile mahrum bırakılıyorduk. Maskeler ile tenimizi ve gerçek kimliğimizi örtmeyi öğreten bu düzenin kurbanları gibi hissetmemek için üretmek gerekiyordu durmadan. İnsanlığımızı bize unutturan teknolojinin kurbanları olduğumuza uyanınca acı çekiyorduk. Bunu fark etmek ve bir son vermek kolay gözükse de diğer insanların uyuşturulduğunu görünce daha da yalnızlaşıyor ve teslim oluyorduk düzenin bize sunduklarına... Ten yanıyor ve aşk dileniyor. Saklı tenler, yasak tenler, yaşlı tenler,
 
Genç tenler, teşhirci tenler… Her türlüsü derin bir yalnızlık iç çekişi ile kendini duyurmaya çalışıyordu aslında. ‘Kollarında ölmek istiyorum’ cümlesi tozlu şarkı sözlerinde mi kalmıştı artık? Bir kedi olup farklı bir tene bürünmek gerekiyordu belki de… Şair ruhlu bir kedi… 


Etiketler: yaşam, cinsellik
İstihdam