21/03/2014 | Yazar: Karin Karakaşlı

2014 Türkiyesi’nden 1909 Adanası’nı okumak kadar hayatı Yunan tragedya kahramanlarına benzeyen Zabel Yesayan’ın kendi hayatına bakmak da çok ağır geliyor.

Allah’ın bildiğini kuldan saklamayayım. Okumakla ilgili hayatta iki büyük sıkıntım oldu öteden beri. Birincisi, yazdığım hiçbir şeyi ve benimle ilgili yazılanları okuyamam. İkincisi, Ermeni Soykırımı ile ilgili kitapları okuyamam. Elbette, bu dediklerimin hepsini okumam gerekir ve acı çekerim. Karşımda ya ‘birilerinin acılarını’ nesneleştiren eserleri vardır ya da ilk elden tanıklıkların can yakan öznelliği.
 
Şimdi bu ikinci tür eserlerin en önemlilerinden biri elimizde. Zabel Yesayan’ın 1909 Adana katliamı günlerini aktaran eseri ve Aras Yayıncılık tarafından basılan ‘Yıkıntıların Arasında’, dayanabilene çok şey anlatıyor.
 
Zaman çok tuhaf, çok ürkütücü bir güç. Bugünden geriye bakmak, 2014 Türkiyesi’nden 1909 Adanası’nı okumak kadar hayatı Yunan tragedya kahramanlarına benzeyen Zabel Yesayan’ın kendi hayatına bakmak da çok ağır geliyor. 24 Nisan 1915 gecesiyle Ermeni aydınlara yönelik ölüm harekâtından bir hastaneye saklanarak kurtulan Yesayan, göç ettiği Yerevan’da, 1937’de Stalin kovuşturmaları sırasında casuslukla suçlanarak Sibirya’ya sürüldü. Ölüm tarihi ve yeri, halen kesin olarak bilinmez.
 
Her dönemin muhalifi Zabel Yesayan, ‘Yıkıntılar Arasında’da, Nisan 1909’daki katliam sonrasında, İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nce kurulan İkinci Heyet’in üyesi olarak bölgede geçirdiği aynı yılın Temmuz-Eylül aylarını anlatır. Bu aylar, hem tarifsiz bir cehennemin en korkunç tasvirleriyle doludur, hem de Ermeni toplumunun gözetiminde hizmet görecek yetimhanenin kurulamaması yüzünden, yazar için büyük bir hüsran sebebidir.
 
Yesayan, ağladığı için ele verilecekleri korkusuyla saklandıkları kuytudaki diğer Ermeniler tarafından öldürülmeye yeltenince kendi bebeğinin katili olan ve aklını kaçıran anneden, kurulan darağacının gölgesinde ölümü bekleyen Ermeni delikanlıya, bir halka yaşatılan kıyamet gününü anlatır. Öyle ayrıntılı anlatır ki, o açlıktan yaratığa dönmüş insanlarının nefesini boynunuzda, incecik parmaklarını bacaklarınızda hissedersiniz. Bir Ermeni olarak, İstanbul’un Anadolu’dan nasıl bu kadar uzak düştüğüne içlenirsiniz, Yesayan’ın ancak Diaspora’ya hitaben ayrı olarak kaleme aldığı raporda infiale dönüşen o 500 Ermeni yetime sahip çıkılamayışını sorgularsınız.
Yesayan, cehennemi tasvirde bu kadar sakınımsızken, 1911 tarihli önsözünde alabildiğine temkinlidir. Marc Nichanian, bu özel baskının önsözünde, yazarın sunumunda saklı ruh halini açık eder:  “Yesayan felakete bir anlam yüklemek istiyor; tüm o ölümlere, o müthiş anlamsız ölümlere bir anlam kazandırmak ve tabii böylece, yazdıklarını ve yazma edimini aynı zamanda kendisi için gerekçelendirebilmek istiyor. Çünkü anlam yitiminin olduğu yerde çılgınlığın tehdidi söz konusudur.”
 
“Biz de kurbanlarımızı verdik, kanımız bu sefer Türk yurttaşlarımızla birlikte döküldü. Bu son olacak” diyor Zabel Yesayan. 31 Mart vakalarına denk getirilerek eski rejime havale edilmiş görünen katliamdaki İttihatçı parmağı çok iyi biliyor oysa. Ve o gerçeği anlatısındaki kahredici ayrıntılardan çıkarmamızı bekliyor sanki. O annenin ve kadınların çığlığından anlamamızı: “Ne ekmek istiyorum, ne de yardım, yalnız gözyaşı verin bana!”
 
Yesayan’ın çok vurgu yaptığı eşit yurttaşlık, 1908 Meşrutiyeti’nin bir hayali olarak kaldı. Ve beni o cinnet sahnelerden de beter dehşete düşüren bir gerçek, kendini kitabın satıraralarından açık etti. Paylaşayım. Nichanian diyor ki: “Devlet son derece ağır hareket etmiştir. Önce Adana’da ilk divanıharbın kurulmasına izin vermiştir; ancak katliam sorumlularından bazıları da bu mahkeme heyetinde yer almaktaydı.”
 
Kendisi de İttihatçı olan mebus Hagop Babigyan, ‘vakitsizce’ öldüğü için sümen altı edilen ve ancak ölümünden üç yıl sonra ortaya çıkan raporunda diyor ki: “En derin teessürlerimle belirtmek zorundayım ki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yöneticileri ve üyeleri, Adana’daki vahşet dolu olayların tertip ve tatbikine katılmışlardır… Hükümetin, deyim yerindeyse, tamamıyla bizim partinin elinde olduğu şu saatte, kurbanlara derhal yardım ulaştırabilir, istisnasız tüm suçlular kanunların olanca katılığıyla cezalandırıp benzer felaketlerin tekrarını engelleyen doğru tedbirlerle partinin ve hükümetin itibarını yeniden inşa edebilir ve vatanı kurtarabiliriz.”
 
Bugün o vatan halen kurtulmadıysa ve ben o satıraralarında 2007’nin 19 Ocak’ını da okuduysam, Nichanian’ın sorusunu yinelemek isterim: “Bu sayfaların yazılışından bugüne tam bir asır geçmiştir, önsözün yazılması üzerinden de 98 yıl. Ve ne asır! Ne yıllar! İmha projesini tamama erdiren ve tehciri kesin kılan seneler. Acaba ‘Yıkıntılar Arasında’ adlı yapıtın bilinçleri sarsabileceğini ve nihayet ‘vatandaşlarımızı’ geçmiş ve gelecek diktatörlüklere karşı direnmeleri için ikna edebileceğini hayal etmek mümkün müdür?”
 
Mümkün müdür? (Agos) 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam