19/06/2015 | Yazar: Rahmi Öğdül

Sınır: Ölüm ile yaşamı, umutsuzluk ile umudu ayıran çizgi.

Sınır: Ölüm ile yaşamı, umutsuzluk ile umudu ayıran çizgi. Güneydoğu’da sınırı aşmaya çalışanları izlerken öfkeliydik ve çaresiz. Yaşamımızda hep sınırlar olagelmiştir; aşılması gereken eşikler. Ama bu sınırlar Batıda, merkezde çok nadir olarak ölüm ile yaşamı ayırır. Merkezin aşırı düzeninden kıyılara doğru, düzenin yerini muğlaklığa ve kaosa bıraktığı sınır bölgelerine doğru hareket ettikçe çizgi aşmanın yaşamsallığına tanık olduğumuz bir çağda yaşıyoruz.
 
Yaşamlar arası geçiş
 
Bizim sınırlarımız ise daha çok üslupla ilişkilidir; bir yaşam tarzından başka bir yaşam tarzına geçişle. Kişisel gelişim kitapları okurlarını, bu sınırları nasıl aşacakları hakkında yeterince bilgilendiriyor ve bir sınırı kolaylıkla geçip kendinize bir üslup edinebiliyorsunuz. Evlerinizi ve bedenlerinizi kendi tarzınızı yansıtan nesnelerle, düşüncelerle, tavırlarla donattığınızda bir üslubunuz vardır artık. “Bu tarz benim” türü yarışmalar, üslup ve zevk sahibi insanlar için hazırlanmış tasarımların sergilendiği dergilerdeki fotoğraflar nasıl da kışkırtıyor bizi. Farklı olmak için didinip duruyoruz. Gelgelelim tam da fark yarattığını düşündüğümüz anda modanın, gelip geçiciliğin sınıflanabilir kategorileri içinde buluveriyoruz kendimizi. Fark yaratalım derken, farksızlığın dibini boyluyoruz. Üslubu süsle, teknik bir meseleyle karıştırıyoruz çünkü.
 
Marcel Proust, bizim süslemeye dayalı üslup arayışımızı boşa çıkaracaktır oysa: “Üslup kimilerinin sandığı gibi bir süsleme değildir; teknik meselesi bile değildir, üslup -tıpkı ressamlar için renk gibi- bakışın bir niteliğidir… Başkalarının görmediği özel bir evrenin açığa çıkışıdır. Bir sanatçının bize sunduğu haz, bize bir evren daha tanıtmasıdır” (Edebiyat ve Sanat Yazıları, YKY). Bir sanatçı gibi başkalarının göremediği bir evreni açığa çıkaran biri ancak üslup sahibidir ya da olabilir pekâlâ. Yaşamlarını bir sanat yapıtına dönüştürenler becerecektir bunu. Foucault, yaşamlarımızı bir sanat yapıtına dönüştürmenin mümkün olabileceğini söylüyor: “Benim dikkatimi çeken, toplumumuzda sanatın, kişileri ve hayatı değil de, yalnızca nesneleri kapsayan bir şey oluşu… Ama niye her birimiz kendi hayatından bir sanat yapıtı çıkarmasın ortaya? Neden şu lamba, bu ev bir sanat nesnesi olsun da, benim hayatım olmasın?” Mevcut şeylerin yerleşik düzeni içinde bize yeni bir evreni, başka bir dünyayı gösteren kişi, tıpkı sanatçının yaptığı gibi hem kendi yaşamında hem başkalarının yaşamında bir farkındalık yaratacak ve yaşamları bir sanat yapıtına dönüştürecektir. Bu farkındalık bir farkın ortaya çıkışıdır, niteliktir, “bakışın bir niteliği”. Mevcut şeylerle üzeri örtülmüş yeni bir evreni kavrayan ve yaşamımızı değiştiren farklı bir bakış.
 
Sahte dekorlar yıkılacak
 
Bakışımızın değiştiği ân, kabuğun kırıldığı, yeni bir evreni görebildiğimiz/gösterebildiğimiz veyaşamımızı bir sanat yapıtına dönüştüreceğimiz ândır. Stoacılar felsefeyi yumurtaya benzetmişlerdi: Yumurtanın kabuğu mantığa, beyazı ahlaka ve sarısı da fiziğe, yani doğaya denk geliyor. Bir üsluba yumurtanın kabuğu üzerindeki süslemelerle değil, kabuğun kırıldığı ve kabuğun altındaki doğamızla, tekil olanla irtibata geçtiğimizde sahip olabiliriz ancak. Mantığı kırmadan, kudretimizi engelleyen ahlakı aşmadan, doğanın kuvvetlerini ele geçiremeyiz. Ve yumurtanın sarısına ulaşan, tekil olanla temas kuran kişi bir üsluba sahip olabilir ancak ve bu kişi bize yeni bir evreni gösterendir ya da en azından mevcut ilişkilerin dışında başka ilişkilerin de olabileceğini. Böyle bir kişi, kapitalizmin zihinlerini kilitlediği ve başka dünyalara kör olmuş insanlar arasında bir felaket gibi dolaşacaktır. Her konuştuğunda, her dokunduğunda kafamızın içinde, bedenimizde rüzgârlar estirecektir. Ve bu rüzgârlar kasırgaya dönüştüklerinde kapitalizmin sahte dekorlarının birer birer yıkıldığını göreceğiz. 

Etiketler:
İstihdam