12/01/2009 | Yazar: Orhan A

 

 

Antik Yunan’da “neden” sorusuna cevap verme çabalarının en önemlisini Aristoteles’te görürüz. Aristoteles teleolojik (ereksel) bakış açısına sahip bir düşünürdü. Ereksel yaklaşımı kabaca “her şeyi neden-sonuç ilişkileri içinde ve amaçsallıkla açıklamaya çalışan metafizik bir faaliyet” olarak tanımlayabiliriz. Aristoteles’in kendi örnekleri konuyu aydınlatacaktır: Bir tohumu ele alalım; neden bir tohum büyür ve ağaç olur? Aristoteles’e göre her şey özüne dönme eğilimindedir: Bir tohumun özünde büyüdüğünde neye dönüşüyorsa o vardır. Bir ağacın tohumu da potansiyel bir ağaçtır ve büyümesi/gelişmesi bu potansiyelin aktüalize olması anlamına gelir. Yani tohum ereksel bir varlıktır ve özüne dönmeyi amaçlar. Bir başka örnek olarak ‘yumurta potansiyel bir tavuktur’. Günümüzde “tavuk mu yumurtadan çıkar, yoksa yumurta mı tavuktan?”, dendiğinde çoğumuz: “elbette yumurta tavuktan çıkar, yumurtadansa civciv çıkar” diye cevaplarız. Aristoteles’e göreyse yumurta zaten potansiyel bir tavuktur ve muhtemelen soruyu; “her ikisi de” şeklinde cevaplar. Benzer biçimde Aristoteles havaya atılan bir taşın yere düşme nedenini de ereksellikle açıklar: “her şey geldiği yere/özüne dönme eğilimindedir; bir taş yeryüzünün bir parçasıdır ve havaya atıldığında yere geri dönmeye çalışır”. Görüldüğü gibi neden sorusunu merkeze alan düşünme biçimi ancak şeylerin ne olduklarına (örn. Tohum=potansiyel ağaç) ve eylemlerin olası sebeplerine işaret eder. Başka bir deyişle, neden sorusuyla bilimsel açıklamalardan ziyade tahminlerle ve akıl yürütme dizgeleriyle karşılaşırız. Bu tür akıl yürütmelerin deney ve gözlem yoluyla sınanması da mümkün olmadığı için nesnel değil özneldirler; yani bilgi niteliği taşımazlar. Antik çağa ait mitlerde de dünyayı yorumlama çabasının bir sonucu gibi görünen aynı türden -nedenci- uslamlamalarla karşılaşırız. Yunan mitolojisindeki antropomorfik (insanbiçimli) tanrılar ve bu tanrıların insanlarla olan ilişkilerini baz alarak dünyevi olguları açıklama çabası “neden” merkezli düşünüşün sistemleşmiş bir hali gibidir adeta. Örneğin, gök gürlediğinde ya da yıldırım düştüğünde “Zeus kızdı” gibi bir açıklama yapan yunan insanı günlük hayatının düzenlenmesi söz konusu olduğunda da tanrılara oldukça fazla söz hakkı tanımıştır. Hesiodos’un “İşler ve Günler” adlı eseri yunan mitik düşüncesinin sosyal hayata etkileri üzerine çarpıcı bir örnektir. Öyle ki, tarlanın ne zaman sürülmesi gerektiği ve hasatın hangi aylarda toplanabileceğine dair pragmatik bilgilerden tutun da kadınların ve öküzlerin alınıp-satılabilir mallar statüsüne konulduğu toplumsal sınıflandırmalara kadar sosyal hayata ilişkin tüm konularda tanrıların buyrukları referans noktasıdır. ''Diğer yandan bilimdışı/öznel düşüncenin o günün insanlarına sağladığı bir tür özgürlükten de söz edebiliriz.''

Yunan düşüncesinin bu özgürlüğü ya mitlerde olduğu gibi hayal ufkunun genişliği şeklinde tezahür etmiştir ya da günümüzün çoğu modern toplumu için bile kabul edilemez sayılan ''eşcinsellik, kölelik ve kahinlik'' gibi birçok olguya ''olağan/doğal'' gözüyle bakılabilmesini sağlamıştır. Bu hoşgörü yaklaşımının bizlerce kavranabilmesi etnosentrik (kendi kültürümüzü referans alıp, başka bir kültürü olumsuzca yargılamak) eğilimlerimizi aşamadığımız müddetçe zor görünmektedir. Örneğin, Aristoteles’in Nikomakos’a Etik kitabındaki ''adalet/doğruluk (justice)'' tanımlamasına bakacak olursak doğru bir köle (a just slave) tüm benliğiyle efendisine itaat eden, isyankarlıktan uzak ve köleliğiyle barışık bir insandır. Köle olduğu için aşağılık ya da horgörülen bir varlık değildir; aksine köle doğmuştur ve bu onun yazgısıdır. Kölelik adeta doğanın bir parçasıdır. Bu örnek Antik Yunan’da Marksist eşitlik ve adalet tanımlamalarından çok farklı bir adelet algısının bulunduğuna işaret eder. Bilimsel olma kaygısı duymayan düşünüşe bir başka örnek de Platon’un Sempozyon (Şölen) kitabındaki “platonik aşk” tanımlamalarında mevcuttur: “Aşk mükemmele, en güzele duyulan dayanılmaz bir arzudur ve tanrılıktır (tanrılara ilişkin). Ancak kadın bedeni erkekten daha eksik bir formdan geldiği için kutsal aşk ancak erkek formuna duyulan aşktır. Bu nedenle hem kadınlar hem de erkekler bir erkeğe aşık olabilirler”. Bu örnekte de erkek-eşcinsel aşkın kutsandığını görürüz. Modern düşünce böyle bir kavramsallaştırmayı hayal bile edemez... Kahinlik mesleği ve kahinlerin kendilerinden geçme halleri (trans seansları) de yunana göre ancak tanrısal yolla açıklanabilir. Modern araştırmalar Delhi tapınağındaki kahinin trans halini tapınağın altındaki sıcak su kaynağından buharlaşarak çıkan halüsinatif gazlardan etkilenmesiyle ve gelecekten haber getirme seanslarını da politik konularda yeterli bilgi sahibi olup tutarlı çıkarımlar yapabilmeleriyle açıklamaktadır. Oysa yunanlılara göre kahinler Apollon gibi tanrılarla iletişime geçebilen seçilmiş kimselerdir...

Görüldüğü üzere bilgisizlik döneminde insan düşüncesi doğaüstü inançlardan ve hayal gücünden son derece fazla etkileniyordu. İlk doğa bilimcileri olarak kabul edilen Thales, Anaximenes gibi filozoflar bile her şeyi var eden ilk nedeni (arkhe) su, hava gibi maddelerle ve doğadaki devinimi de bu maddenin diğer maddelere dönüşmesiyle açıklıyolardı. Bu düşünüşün ardında tek bir nedenle her şeyi açıklamayı uman bir tür ‘indirgemecilik’ vardı.

Mitik düşünceden teolojik düşünüşe geçildiğinde bilimsel/düşünsel ilerleme yönünden pek bir ilerleme kaydedilemedi. Ancak tek tanrılı dinlerin politik etkileri ve etkinlikleri çoktanrılı dinlere oranla oldukça fazlaydı. Günümüzde bile mitik/teolojik düşünce biçemleri Harun Yahya’nın “Yaratılış Ansiklopedisi” gibi eserlerde de görülebileceği üzere pek bir değişim yaşamamıştır. Bu geleneksel düşünce formu temelde tüm fenomenleri evrensel, genel geçer, kapsayıcı bir ilke ya da ilkeler sistemiyle anlamaya dayanır: “su/nem” (Thales), “apeiron” (Anaximandros), “değişim/ateş” (Herakleitos), “hava” (Anaximenes), “devinmeyen devindirici, telos” (Aristoteles), “Tanrı’nın iradesi” (Hristiyanlık) vs. Hatta sistem felsefelerinde de durum farklı değildir... Ancak şunun da altını çizmek gerekir ki; Yunan düşüncesini mitten ya da dinlerden ayıran fark sorgulamalarının zamanla bilimi de kuracak olan spekülatif düşüncenin temelini oluşturmasıdır. İnsanın doğayı anlamaya ve yarınını yönlendirmeye dair tutkusu ve sonsuz merakı hem analitik düşünme becerisini geliştirmiş, hem de “neden-den” “nasıl-a” evrilen sorgulama yöntemiyle dogmatizmden uzak kalabildiği ölçüde bilimi kurmuştur. Bilim de -kendi içinde tartışmalı olmakla birlikte- birikimsel bilgiden ilerleyen/hatta devrimsel bilgiye geçerek tekniğin/teknolojinin de yardımıyla iş yapabilir hale gelmiştir. Bilgiyle iş yapabilmek; hayatı organize etmek ve bilinmezliğin yarattığı tehlikelerden kendimizi koruyabilmek demektir: Tıbbi bilginin hastalıkların tedavisinde kullanılması ya da depreme dayanıklı binalar yapabilmemiz gibi... Bilgi/düşünce ve inanç/hayal ayrımı cahillikten git gide uzaklaşan insanın kendi hayatının dizginlerini kendi eline almaya yönelik seçiminin mottosu olmuştur. Ancak mutlak iyi yoktur! Düzenli ve bilgiyle organize edilmiş bir hayatın mekanikleşmesi, çoğumuz için, kaçınılmazdır. Çünkü bilinmeyen “tehlike” anlamına geldiği kadar, “heyecan” anlamına da gelir.

Bilimci düşünüşün güvenli yolculuk anlayışı bizi sığ sularda yüzmeye zorlasa da bilinmez derinliklerde boğulmaktan korkan birçok insan için huzur verici ve daha tercih edilesi bir seçenektir. Öte yandan mitik düşünce döneminin renkliliğinin ve sınırsız öznelliğinin değeri de kimilerimiz için zaman zaman bunaldığımız mekanikleşen dünyamızdan kaçmak için güzel bir fırsat, düşünsel bir kaçamak olarak göz ardı edilmemelidir.
 


Etiketler: yaşam
nefret