07/04/2011 | Yazar: Özgür Güçlü

Salonun bir köşesinde perdenin arkasında dürülüp saklanmış halılar, sırtımda bir yük.

Salonun bir köşesinde perdenin arkasında dürülüp saklanmış halılar, sırtımda bir yük. Diğer köşesindeki vitrinde dizilmiş 25-30 yıllık viski şişeleri, üstüme üstüme geliyor. Annemlerin yatak odasında duran ceviz sandıktaki dantel işlerinin naftalin ve toz kokusu allem ediyor kallem ediyor, burnumu bulup direğini sızlatıyor. Yok artık bunları taşıyamayacağım, söylemem lazım bizimkilere.

Geçen yaz anlattım kızkardeşime. Beni bir aylığına Amerika’ya ziyarete geldiğinde. “Abi ben o insanları hiç tasvip etmiyorum, ama seni çok seviyorum. Bunu senin için anlamaya çalışacağım” dedi. Ondan bekleyebileceğim en büyük destek buydu. Üzerinde durmadan ve derinlerine inmeden, olayı rafa kaldırdık. Bileyim ama konuşmayalım dedi, gözleriyle. “Yalnız” diye ekledi “annemle babama sakın açma bu konuyu. Çok üzersin onları”. O zamandan beri cebelleşiyorum içten içe. Sonunda verdim kararı: söyleyeceğim bizimkilere.

Salonda oturuyoruz annem, babam ve ben. Amerika’dan tatile geleli 10 gün olmuş. Akrabaların “hoşgeldin” trafiğini atlatmışız. Her gelen “Ee, artık doktorayı da bitirdin. Evlenmeyi düşünmüyor musun?” sorusunu ortaya atıp gitmiş. Ben midem sıkışarak zar zor kısa cevaplar vermişim “Kader işte”, “İnşallah”, “Bakalım”… Her soru sorulduğunda, yanımdaysa kızkardeşim renkten renge girmiş, çünkü o asıl cevabı biliyor. Bu gece odasında, uzmanlık sınavına hazırlanıyor. Salonda ne zaman bir sessizlik olsa, çıkıp odasından gözümün içine bakıyor. “Yok” diyorum bakışlarımla “Henüz değil”.

Salonda oturuyoruz, televizyon kapalı. Gerginim. Bir zaman kolluyorum. Nasıl açabilirim konuyu? Annem beklenmedik bir anda, kaçıramayacağım bir pas atıyor. “Oğlum, bize şu sakladığımız viskileri açma fırsatını ne zaman vereceksin?” Öyle ansızın geliyor ki soru, bir çırpıda cevaplıyorum. “Bir düğün bekliyorsan anne, bence viskileri şimdi içelim. Çünkü benim evlenmem  imkansız”. Sakınmadan üsteliyor annem, belki gerginlik onun da canına tak etmiş. “Bu işler kısmet işi oğlum” diyor “hiç beklemediğin anda neler olur”. Güç veriyor bana bu üsteleme “Kısmetle alakası yok anne. Ben kadınlardan hoşlanmıyorum” deyiveriyorum. Kelimeler ağzımdan çıkıyor ama kulaklarım duyduklarına inanamıyor, kıpkırmızı.

Kızkardeşim odasından başını uzatıyor tekrar, tedirgin. Surat ifadelerimizden anlıyor ki olanlar olmuş. Ağır aksak gelip kanepede yanıma çöküyor. Babam da annem de bir müddet hiç konuşmuyorlar. Bana yıllar gibi gelen dakikalar sonunda babam bozuyor sessizliği: “Ne kadardır farkındasın bunun yavrum?”. “Bilmem” diyorum “belki 9-10 yaşından beri”. “Peki niye bize daha önceden söylemedin o zaman” diye soruyor, sesinde öfkeden çok şefkat. “Kendime söylemeye bile cesaretim yoktu baba, size nasıl söyleyecektim?” gözlerim sulanıyor. Annem giriyor araya “Söyleseydin önceden, doktora götürürdük belki”, onun yardım çabası bu. Babam tekrarlıyor “Keşke söyleseydin bize. Ne zor günler yaşamışsındır yapayalnız”. O öyle deyince, kardeşim ve ben dayanamıyoruz, ikimiz de hüngür hüngür. Babam kalkıp bize sarılıyor. Annemse oturduğu yerde mıhlanmış, gözlerini yere dikmiş, sayıklar gibi “Bir bomba attın bu eve” diyor “bir bomba”.

O gecenin sonrasından aklımda tek kalan başımın ve gözlerimin ağırlığı. Sabah bir kalkıyorum, annem buz kesmiş. Kahvaltıyı hazırlıyor. Çıt yok. İkindi çayını içiyoruz. Ağzını bıçak açmıyor. Akşam yemeği vakti. O hala suspus. Yemekten sonra babam beni bir kenara çekiyor “Oğlum, annen çok büyük bir şok içinde. Ona lütfen zaman tanı”. Tanımak istiyorum ama bi tanecik annem de bana sırtını dönerse, kimim var benim? Odama kapanıyorum, walkman’imi takıyorum, Zara dinleyip ağlıyorum:
 
"Bir dağ olsan konuşurdun benimle
Bir tas olsan acıtırdın canımı
Yeter al başımı akıt kanımı
Kaldır aramızdan bu dargınlığ"

Neyseki yalnızca üç gün sürüyor annemin bu söz orucu.

O günden beri de ağır ama sevgi dolu adımlarla ilerliyoruz birbirimizi anlama yolunda.



Etiketler: yaşam
İstihdam