23/03/2011 | Yazar: Özgür Güçlü

Saat altı yirmibeş. Günlerden Pazartesi. Tanımadık kokular, doğru dürüst bilmediğim suratlar etrafımda.

Saat altı yirmibeş. Günlerden Pazartesi. Tanımadık kokular, doğru dürüst bilmediğim suratlar etrafımda. Soğuk ama güneşli bir Eylül sabahının doldurduğu uçuk mavi bir odada uyandığımda nerde olduğumu hatırlamam biraz zaman alıyor. Yüzümü sıvazlıyorum. Haftalardır biraz korku, biraz heyecanla beklediğim gün gelmiş. Anadolu Lisesi’ne başlamışım ve okulda ilk gecemi geçirmişim bile. Hafızam aheste geri dönüyor inceden midemi ağrıtarak.

Dün beş saatlik, Ankara aktarmalı bir otobüs yolculuğundan sonra annem ve teyzemle Konya’ya geldik. Şehre iner inmez de hemen okulun yatakhanesine. Annemle teyzem yanımızda getirdiğimiz tıka basa dolu fıstık yeşili valizimdeki herşeyi, boyu boyumdan uzun, gri metal dolabın içine özenle yerleştirdiler. Kir göstermesin diye seçilmiş mavi, kahverengi, nefti iç çamaşırları, çoraplar, tiril tiril beyaz gömlekler, gri pantalonum, okul armalı ceketim, pijamalarım… Hepsinin bir köşesine çalınmasın, kaybolmasın diye ismim ve okul numaram işlenmiş. Valizi boşaltıp, ordaki diğer velilerle biraz sohbet ettikten sonra, annem kara haberi sunuyor: “Oğlum, biz otelde kalacağız bu gece. Sen burda kal, alışmaya başlarsın. Yarın sabah görüşürüz.” Sessizce ayrılıyorlar yatakhaneden. Onlar gidince oda arkadaşlarımla tanışmakla geçiyor vakit. Kimsin? Nerelisin? Akşam yemeğindeki patlıcan oturtmanın ne kadar ağır olduğunu tartışmaya fırsat kalmadan yatma zamanı geliyor. Işıkları sönüyor oniki kişilik yatakhane odasının. Fısır fısır konuşuyor birkaç kişi hala. Ben uyumaya çalışıyorum. Gürültüden, yerimi yadırgamaktan, biraz da ertesi günü düşünmekten nasıl uyumuşum bilmiyorum. Ne zaman sabah olmuş…

Lavabolara yürüyorum yarı şaşkın, yarı uykulu adımlarla. Sonbaharın buza çevirdiği suyu yüzüme çarpıyorum. Sağımda solumda aynı mahmurlukla kendilerine gelmeye çalışan onca yaşıtım çocuğa bakıyorum önce. Sonra da aynada kendime. Gözlerim şiş, yarım yamalak bir uykunun kaçınılmaz izleri. Saçım yer yer ıslak. Asker traşı, kısacık. İki gün önce babamla berbere, ardından hamama gidişimiz çok uzaklarda bir anı şimdi. Evimiz, kızkardeşim uzak. Boğazımda bir yumruk.

Kahvaltı tatsız. Zaten benim tadım tuzum yok ki. İçimi az da olsa ısıtmak için içmeye zorladığım çayın son yudumunda sırtımda annemin eli. Bir an geri renk geliyor dünyama. “Biraz daha ye, evladım” Israrla yemeğe alışmışlığım hemen boyun eğiyor.

Saat sekiz. Okulun ön bahçesindeki İstiklal marşı sonrası üst sınıflar dersliklere gidiyor. Yüz kadar hazırlık öğrencisi ve velileri geride kalıyor, kura çekilişi için bekliyoruz: kim hangi şubeye gidecek. B şubesi. Çatık kaşlı ama güleç bir adam, Muzaffer Bey, bizi sınıfımıza götürüyor. Tüm veliler takipte. Bizler yaz boyu temizlenmemiş sıralara toz kaldırarak otururken, Muzaffer Bey annelere, babalara, teyzelere dönüp: “E, artık çocuklarınız bize emanet” diyor. Gülümseyerek sınıfın kapısını kapatıyor.

Muzaffer Bey bir kelime Türkçe konuşmuyor üç buçuk saat boyunca. Nasıl bir eğitim tekniği olduğunu o zaman anlamam olanaksız, yalnızca ortamın yabanıllığını artırıyor benim için. Öğle arası zili hızır gibi. Yemekhaneye doğru yürürken, ismim anons ediliyor: “Lütfen giriş kapısına”. Koşuyorum.

Saat oniki onbeş. Annem ve teyzem giriş kapısında. Ellerinde dönem için lazım olan kitaplar, kırtasiye. Paketleri bana uzatırken annem usulca “Taksimiz burda, biz gidiyoruz yavrum” diyor. Bir sessizlik, yere bakıyorum. Onlara bakmaya gücüm yok. Annem, eliyle okşar gibi kaldırıyor yüzümü:
“Bizimle geri eve gelmek ister misin?”
“İyi olur anne.”
Bir sessizlik daha. Teyzem telaşla giriyor araya.
“Yiğenim, bu okul senin için büyük bir fırsat. Bak, İngilizce öğreneceksin. Hem yeni bir sürü arkadaşın olacak”
Toyca ve duygusalca sorduğu sorunun şokunu anca üzerinden atan annem de kendini toparlama çabasında.
“Zaten bir ay sonra görüşeceğiz, güzelim. Bu senin geleceğin için çok önemli”
“Tamam” diyorum. Onbir yaşındaki dudaklarım titriyor. Onbir yaşındaki gözlerim kocaman açılmış. Açılmış kı dolan gözlerimden yaşlar topak topak dökülmesin. Açılmış kı teyzemin alelacele taksiye bindirdiği annemi iyice aklıma kazıyayım. Açılmış kı gözden bir anda kaybolan taksi geri dönerse hazır olayım.

Yumuyorum gözlerimi.

Mazide kalan hatıra gibi
Şefkatli kollarını aç bana anne
Geceler çok soğuk, sessiz ve karanlık
Üşüdüm üstümü örtsene anne


Yıllar sonra öğreniyorum ki beş saatlik dönüş yolu boyunca annem de sessizce ağlamış.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam