07/09/2014 | Yazar: Fırat Demir

Miró, General Franco zulmü altındaki ülkesinin acısını kendi bilincinde defalarca yankılatarak anlatmaktadır.

Çağdaşı Salvador Dali gibi bir provokatör değildir Miró. Ya da ustası, dostu, onu kolundan çekip Paris’e sürükleyen Picasso gibi akademik bir bilgiyle kuşanmamıştır. Fakat ondaki tavır, ondaki yorum, modern sanatın tarihe ve siyasete karşı alacağı mesafeyi ve kuşanacağı silahı çok iyi özetler. Miró, General Franco zulmü altındaki ülkesinin acısını kendi bilincinde defalarca yankılatarak anlatmaktadır. Gelenekten kopmuş olması, kendine ait olması onun politik resminin ışığıdır.
 
Joan Miró tam orada, yanı başımızda duran şeyleri ustalıkla parçalar. Fakat onun ressamlığı, parçalara ayırmakla başlamaz; birbirinden ayrılmış uçları kapatmakla, o uçları düş gücüyle yontmakla, yeni bütünler ortaya koymakla başlar. Ondaki parçalanma, daha çok bölünme, ayrışma, ayrışıp yeni bir forma evrilme gibidir. Bir güvercinin kanadından düşen tek bir tüy, incelebilir, kalınlaşabilir ya da enine doğru büyüyebilir ; fakat muhakkak parçalanmışlığın izlerinden, parçalanmışlığın temsil ettiği geçmişten uzaklaşmalı, kendi asimetrik bütünlüğüne kavuşmalıdır. 
 
Miró’nun ürettiği yıllarda apolitik bir ressam olarak görülmesinin sebebi de bu görsel yönü çok kuvvetli resim algısı olur. Oysa Miró, kişinin özgürlüğü giden yolda hiç eskimediğini, hiç eksilmeyeceğini en çok o oval ve dikey formların birbiriyle buluştuğu rengarenk tablolarıyla anlatmıştır. Ondaki “devrim”, hayata hayret edebilme yetisini çok iyi kullanabilen bir çocuğun elinde bekler. O çocuğu geleceğin parlak sahneleriyle neşelendirmek, o çocuğa arkadaşlık etmek Miró’nun görevidir. Miró, içimizde bir şeylerin tutkulu ve temiz kalmasına aracı olmak ister gibidir.
 
Keza daha sonra bu amacı geliştirebilmek adına tuval dışına çıkmayı bile göze alır. Tuval, onda yavaş yavaş dünyadaki görüntüleri kendince sıraya dizdiği bir çalışma masası halini almaya başlar. Tuvaline şiir de ekler, çakıl taşları da. Resmin ötesindeki gerçeklik için, dünya gerçekliğinden nesneler toplar: Kum taneleri, kırık yelkovanlar, yara bantları. Düşünden uyanıp da indiği dünyanın nesnelerini bile kendi matematiğine, kendi düzlemine, kendi “devrim” fikrine alet eder. Fikrinin kamçısıysa, özellikle Paris’teki göç günlerinde iyice sarılacağı Katalan kimliği olur. Miró’nun resmine kattığı nesneler, bu kimliğin sınırlarından çekilip çıkarılır. Sonra oradan uzaya ve zamana fırlatılır.
 
Onun İspanya Sivil Savaşı sırasınca yaptığı resimlere bir bakın. Özellikle 1938 tarihli “Siyah ve Kırmızı Seriler” başlığı altında ürettiği tuvallere. Orada Miró’nun tarihe nasıl konumlandığını göreceksiniz. Çağdaşı Salvador Dali gibi bir provokatör değildir Miró. Ya da ustası, dostu, onu kolundan çekip Paris’e sürükleyen Picasso gibi akademik bir bilgiyle kuşanmamıştır. Fakat ondaki tavır, ondaki yorum, modern sanatın tarihe ve siyasete karşı alacağı mesafeyi ve kuşanacağı silahı çok iyi özetler. Miró, General Franco zulmü altındaki ülkesinin acısını kendi bilincinde defalarca yankılatarak anlatmaktadır. Gelenekten kopmuş olması, kendine ait olması onun politik resminin ışığıdır.
 
Resme başladığı ilk yıllarda Van Gogh ve Cézanne gibi deliliğin iki elçisinden etkilenir. Fakat Miró, delilik yerine, taşkınlığa aittir. Van Gogh ve Cézanne etkileri kısa sürer. Bu iki isim, daha sonraları Miró’nun girişeceği bilinçaltı yolculuğunda, en azından gerçeklik algısının yitimi doğrultusunda,  yeniden öne çıkacaklardır. Fauvist resim, Miró’nun resmini bulmadan önce uğradığı duraklardan biri olur. Bu kısa deneyimden güçlü bir renk bilgisi çıkarır. Ona kendini gerçekleştirme imkanınıysa, Picasso sunacaktır. Picasso ile tanışmaya çok utanan Miró, annesinin aracılığıyla Picasso ile tanışır, Picasso’nun tavsiyesi ve desteğiyle Paris’e taşınır.
 
Peki, Miró Paris’te ne bulur? En çok nereye yansır? Yankısını ilk kim duyar? Miró, Paris’te şiire yaklaşır. Miró’nun tanıştığı ilk Parisli şairlerden birinin Tristan Tzara olması tesadüften ötedir. Dada’nın kurucusu, Gerçeküstücülük’ün öncülü Tzara’nın geleneği reddetmek adına takındığı şaşkın ama yıkıcı tavır, Miró da karşılığını rüyaya yatmış bir çocuk imgesiyle gösterir. Tzara’nın annesine seslendiği şu şiire bakalım:
 
“sana küpeler alacağım koşulsuz
yahudi bir kuyumcudan
bir çiçek bahçesi yaptın
bir metal fabrikası ruhumdan”
 
Bu şiirin tam yanına da Miró’nun çocuklarını, annelerini, kadınlarını, kuşlarını koyalım. Miró, kuşkusuz Tzara’nın yeniden tanımladığı öze dönüşü çok iyi okudu ve kendi çocukluğunun çiçek bahçesini Paris’in şiirinde buldu.
 
Bu bahçeye açılan kapımım kilidiyse, 1922 yılında tamamlanan ilk büyük Miró başyapıtı “The Farm/Çiftlik” isimli yağlıboyadır. O resimde Miró’nun geleceğiyle ilgili üç şey kesinleşir:
 
O bir inşa ustasıdır.
O bu inşayı hepsi kendi başlarına birer canlı olan nesnelerle kurmaktadır.
O dağınık nesneleri birbirine bağlayan gergin ipin ucunu elinde tutmaktadır.
 
Sonraları bu resmi parçalara ayırarak, atomlarına bölerek, hücrelerine indirgeyerek ve en çok yadsıyarak üretir Miró. Bu süreçte yine bir şairden, Gerçeküstücülük lideri Andre Breton’dan yardım alacaktır. Breton’un bilinçaltına yönelen, sembollere yaslanan şiiri ve sanat görüşü, Miró’nun tuvaliyle aynı uzaya açılmaktadır. Miró, düşler dünyasının geometrisini resminin ölçütü yapar. Tekinsiz bir ikonografi, horizontal çizgiler, oval formlar çok renkli katmanların üzerine bir telaş yayılırlar. Gerçeküstücü şairlerin otomatik şiir gibi anlık ilhamı yücelten deneyimleri, Miró’ya resimde hız fikrini öğretir. Miró, bilinçaltının kontrolünde, kontrolsüzlüğünde mi demeli, id’lerden yola çıkan bir resmin kapısına dayanır. Yaratma hızı, yaratma heyecanı, özgürlükleşmek demektir.
 
Fakat yalnızca bilinçaltından, düşlerden güç alan insanın resmini çizmez Miró. Aşıkların da ressamıdır. Ondaki yumuşak geçişler ya da renklerine katabildiği o solgun ışık, bir yere ulaşmak istermiş gibi yükselen çizgiler bu utangaç, sessiz, yalnız ressamın aşıklara öğüdüdür. Türkçeye Rekin Teksoy tarafından çevrilen Italo Calvino’nun öykü kitabı “Zor Sevdalar”ın Can Yayınları’ndan çıkmış baskısının kapağında Miró’nun 1925 tarihli “La Danseuse/Dansçı” isimli tablosu yer alır. Miró’daki sevda daha iyi nasıl özetlenebilir ki. O, sevda karşısındaki sonsuz heyecanın ve peşi sıra beliren kaybetme korkusunun resmini çizer.
 
Ressamlığının son büyük çıkışıysa, yaşamının sonlarına doğru giriştiği soyutlamalardır. Bu dönemde Miró’nun derdi her türlü temsili ortadan kaldırmaktır. Miró, resmin temel öğelerine tek renk arka planlar, küçük detaylar, noktasal hareketler aracılığıyla ulaşır. Amerikan soyut dışavurumculuğun köklerinden biri de, Miró’dur. Bir zamanlar resimlerini kaplayan kendine has formlarsa tuval düzleminden tamamen koparak, heykele dönüşürler. Miró, heykel sayesinde resimde kavuştuğu rahatlamayı, ekonomikleşmeyi bir tür dile dönüştürür.  Miró’daki çocuk, en azından resimde, artık biraz daha büyümüştür.
 
Düşlerin ressamı olmak, taşkın bir özgürlük fikriyle kendi ülkesinin acılarını anlatmaya çalışan bir düşünce ressamı olmak, insanın yalnızlığı içerisinde beliriveren anlara takılıp kalan bir sevda ressamı olmak.
 
Joan Miró, bunların hepsiydi.
 
Bir deneyin peşinden gerçekliği talan ederken de. Katalan kimliğini ve mücadelesini özetlerken de. İçine düştüğü yalnızlıktan seyrettiği aşıklar hakkında bir şarkı mırıldanırken de.
 
Onun taşkın neşesi sayesinde taş, taş olmaktan vazgeçti.
Kum, kendini göğün yıldızı sanmaya başladı.
Küçücük bir kuşun kanadı dağların tepelerin üzerini örttü.
 
Dünya, bu şen şakrak adama güvendi.
Yerinden oynadı. 

Etiketler: kültür sanat
nefret