29/03/2006 | Yazar: Kaos GL

‘Kaçınılmaz bir ölümü anlatmak elbette ki insanları ürkütüyor. Dolayısıyla, insanların sözünü bile etmek istemedikleri bu iki büyük korku hakkında film yapmak da sinemacılara cazip gelmiyor. Özellikle de Hollywood'da. Nitekim Amerikalılar uzun yıllar boyunca -yaraları kapanana dek- Vietnam ve ırkçılık gibi konularda film yapmamayı seçmişlerdi.’

‘Kaçınılmaz bir ölümü anlatmak elbette ki insanları ürkütüyor. Dolayısıyla, insanların sözünü bile etmek istemedikleri bu iki büyük korku hakkında film yapmak da sinemacılara cazip gelmiyor. Özellikle de Hollywood'da. Nitekim Amerikalılar uzun yıllar boyunca -yaraları kapanana dek- Vietnam ve ırkçılık gibi konularda film yapmamayı seçmişlerdi.’

KAOS GL

Ersan Kongar

Dünya Sağlık Örgütü tarafından hazırlanan son rapora göre, bugün dünya üzerinde 4 milyon civarında AIDS'li hasta ve 17 milyon civarında da HIV taşıyıcısı var. Sanırım birazcık matematik bilgisi olan biri, bu sayının kaba bir geometrik artis hesabıyla önümüzdeki yıllarda ne boyutlara ulaşacağını tahmin edebilir. Herkesin bir şekilde edindiği bu verilere rağmen, ne konumuz olan sinema ne de öteki sanat dalları AIDS konusunda yeterince aktif görev üstlenmediler. Bunun iki önemli nedeni vardı. Bunlardan ilki, AIDS'in başlangıçta sadece eşcinsellere özgü bir hastalık, tanrının onlara layık gördüğü bir ceza sanılmasıydı. Her ne kadar artık bunun doğru olmadığı bilinse de, bazı insanlar yine de eşcinsellik kavramını akla getiren AIDS'ten bahsetmekten bile korkuyorlar.

İkinci önemli neden ise AIDS'ten kurtuluş olmaması. Kaçınılmaz bir ölümü anlatmak elbette ki insanları ürkütüyor. Dolayısıyla, insanların sözünü bile etmek istemedikleri bu iki büyük korku hakkında film yapmak da sinemacılara cazip gelmiyor. Özellikle de Hollywood'da. Nitekim Amerikalılar uzun yıllar boyunca -yaraları kapanana dek- Vietnam ve ırkçılık gibi konularda film yapmamayı seçmişlerdi.

80'li yılların son iki yılına dek ne Amerika ne de Avrupa'da, içinde eşcinsellik teması bulunan filmlerde bile AIDS'in adı geçmiyordu. William Friedkin, Cruising’i (Devriye) çektiği yıllarda zaten AIDS'in adı bile konmamıştı. James Ivory'nin E.M. Forster uyarlaması Maurice, zaten 1. Dünya Savaşı öncesinde geçiyordu. Stephen Frears'in 80'lerin İngilteresi’nden çarpıcı bir kesit sunan My Beautiful Launderette (Benim Güzel Çamaşırhanem) zaten yeterince yüklü bir filmdi... Kısacası ortaya çıkışından sonraki ilk on yıl içinde sinemada AIDS'ten bahsedecek biri çıkmadı.

80'li yılların sonuna gelindiğinde ise AIDS'le ilgili iki önemli proje gündeme geldi, fakat yapımcı şirketlerin filmlerin hasılatlarını garantilemek istemeleri yüzünden bunlar uzun süre sürüncemede kaldı. Seyirci çekecek yıldızlarla görüşüldü, bütçeler üzerinde pazarlıklar yapıldı ve sonunda Craig Lucas 1990'da iki yıl uğraştığı projesi Longtime Companion'ı çekebildi. Film, Bruce Davison'a En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar adaylığını getirdi ve AIDS hastalarıyla ilgili yapılmış ilk büyük bütçeli (tabii göreceli olarak) film oldu. Aslında Longtime Companion'in cesur bir film olup olmadığı tartışmaya açıktı, çünkü bazılarına göre Terms of Endearment (Sevgi Sözcükleri) ne kadar kanserle ilgiliyse, bu film de o kadar AIDS'le ilgiliydi. İkinci proje olan Joel Schmacher'in Intimate Relations'ı suya düştü ama bu arada AIDS'le ilgili Parting Glances ve Living End gibi küçük bütçeli filmler yapıldı.

Ve sonra, belki de dönüm noktası sayılabilecek Philadelphia geldi. Yeterince cesur olmamakla birlikte, Jonathan Demme'in filmi, ayrımcılık karşıtı havası, geniş kitlelere seslenebilme ve büyük çoğunluk tarafından kabul edilebilme özelliklerinin yanında, estetik kaygıları ve aralara serpiştirilmiş Hollywood çizgisi dışındaki sahneleriyle de dikkat çekiyordu. Filmin en büyük handikapları, dozajı fazla kaçmış duygu sömürüsü, kalıplaşmış sığ tiplemeleri ve gerçeklikten uzak tutumuydu. Philadelphia' nın gerçekleri mi yoksa gerçekleşmesi arzu edilen tepkileri mi yansıttığı (Andrew Beckett'in ailesiyle olan ilişkisi buna en güzel örnek) tartışmaya açıktı, ancak su götürmeyen gerçek Philadelphia'nın AIDS'liler hakkında ilk (ve gerçekten) büyük bütçeli film olma özelliğiyle adını sinema tarihine yazdırdığıydı.

Son günlerde gündemde olan ve Türkiye'de de gösterimi süren, Roger Spottiswoode'un And the Band Played On filmi (Ve Orkestra Durmadan Çaldı), AIDS'in tarihçesini anlatmak gibi bir misyon edinmiş bir film. Aslında bu filmi diğerlerinden farklı bir kategoride değerlendirmek gerekiyor çünkü bu film bir AIDS hastasının değil, AIDS'in kendisinin hayatını anlatıyor. Film, varlığını, yapımcılarının koyduğu ön koşul nedeniyle küçük rollerde gözüken Richard Gere, Steve Martin, Anjelica Houston, Phil Collins gibi ünlülere borçlu. Sanatsal olma adına büyük kaygılar taşımasa da, insanları sıkmadan bilgilendirmesi açısından geniş kitlelere izlettirilmesi gereken bir yapım.

Avrupa'da ise 1993'te, AIDS'le ilgili iki önemli film yapılmaktaydı. Bunların ortak yanı ise yönetmenlerinin aynı yıl içinde AIDS'ten ölecek olmalarıydı. Asi bir Fransız yönetmen olan Cryil Collard'ın Les Nuits Fauves filmi (Vahşi Geceler) ona ölümünden sonra Cesar Ödülü kazandırdı ve belki de belgesel nitelik taşımadan, AIDS'i ve bazılarında var olan, bazılarında da olmayan AIDS korkusunu perdeye en gerçekçi biçimde yansıtabilen bir vasiyet filmi oldu. Vahşi Geceler adeta bir kovalamaca filmiydi, ama bu kez kovalayan AIDS, kaçan ise gerçek bir hastaydı. Filmin ardındaki bu trajedi de, bu filmi herhangi bir AIDS filminden daha etkileyici kıldı. İngiliz Derek Jarman da son filmi Blue-Mavi'de yaklaşık 1,5 saat boyunca izleyicileri mavi bir perdeden süzülen düşüncelerini dinlemeye davet ediyordu. Hüznün, acının, sonsuzluğun ve sessizliğin rengi mavi, bu kez de AIDS'in rengi olmuştu. Filmde Jarman'in HIV virüsüne karşı savaşı, yavaşça görme yeteneğini kaybetme deneyimi, AIDS'li başka hastalarla tanışması ve virüsle birlikte yaşamayı öğrenmesi hakkında ayrıntılar verilmekteydi. Ölümü soluyan bu iki insanın yaşamlarından kesitler veren ve onların duygu ve düşüncelerini, AIDS'ten kaçan dünyayla paylaştıkları bu filmler, belki de bu kara belanın beyaz perdeye en etkileyici yansımalarıydı.

Eleştirmen Paul Julian Smith, AIDS'e Anglo-Amerikan yaklaşımı politikken (hükümet politikalarının adaletsiz ve ilgisizliğini protesto ederek), Fransız ve Güney Avrupa yaklaşımının daha çok metafizik olduğunu (acıdan kurtuluşun doğaüstü, evrensel, limitsiz bir aşkta arandığı çözüm) söylüyor ve Mavi'nin Anglo-Amerikan aktivistliğiyle Fransız soyutlaması arasında hayati bir bağ görevi gördüğünü, Jarman'in zaferinin de aşkın ve marjinalliğin sinemasında bu bakışı açıkça yansıtabilmeyi başarmış olmasından kaynaklandığını da ekliyordu.

AIDS son 5 yılda sinemada da var olduğunu gösterdi. Acaba şimdi dünya sineması, büyük korkularını yenip, daha güçlü ve etkili eserler ortaya koyabilecek mi? Zero Patience adındaki AIDS'le ilgili müzikalin yönetmeni John Greyson'un şu sözleri umut veriyor: "Sanırım artık bir dönüm noktasına geldik. Beş yıl önce bunlar insanlara çok ters gelebilirdi ama artık hayır. Genç kadınlar zaten eşcinsellik içeren filmleri seviyorlardı. Sanırım artık normal erkekler de, bu filmlerde kendilerini rahat hissedebiliyorlar ve 8$ verip de başka birinin hayatı hakkında bir film seyrettikleri için kendi cinselliklerinin tehlikede olduğunu düşünmüyorlar. Bence kendi hayatlarımız kadar, başkalarının hayatlarının yansıtıldığı filmleri de görmeliyiz. Ve bence sinemanın büyüsü de bundan ibaret..."


''* Bu yazı Sayın Ersan Congar'ın ANTRAKT Dergisinin Kasım '94 tarihli sayısında yer alan ‘AIDS'in Dayanılmaz İticiliği’ adlı incelemesinden Özgür Özkan tarafından özetlenerek hazırlanmıştır.''


Etiketler: insan hakları, sağlık
İstihdam