18/09/2008 | Yazar: Barış Sulu

Freud’un, gey erkeklerin psikoseksüel gelişimlerine uyarlayacağım, görüşü şudur: bireyin tensel arzuları çevre tarafından onaylanmadığında, zihin seks ile sevgiyi/aşkı birbirinden ayrı tutacak bir yol bulmaktadır.

Aşkı arzulamak, seksi aramak Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Freud’un, gey erkeklerin psikoseksüel gelişimlerine uyarlayacağım, görüşü şudur: bireyin tensel arzuları çevre tarafından onaylanmadığında, zihin seks ile sevgiyi/aşkı birbirinden ayrı tutacak bir yol bulmaktadır.

KAOS GL- 18/09/2008

Çeviren: Murat Yüksel, Psikolog

BAZI EŞCİNSEL ERKEKLERİ ANLAMAK İÇİN FREUD’A GERİ DÖNMEK

PAUL E. LYNCH

Psikiyatri öğrencisiyken bana şöyle denmişti: ‘İnsanların terapide yaptıkları şey şudur: hayatlarında biri olmadığında birini bulmaktan söz ederler, birini bulduklarında ise ilişkiyi nasıl yürütecekleri hakkında konuşurlar.’

Eşcinsel erkeklerle yürüttüğüm psikoterapi ve psikanaliz çalışmalarında, psikanalitik literatürde bazı eşcinsel erkeklerin partner bulmakta ve bir ilişkiyi yürütmekte yaşadıkları zorluklar üzerinde pek fazla durulmadığını ve bu zorlukların, diğer hastaların yaşadıkları zorluklardan önemli ölçüde farklı olduklarını gördüm. Daha önce, ismini öğrenmekten başka bir şey olmaksızın, hemen orada seks yapabileceği güzel bir kadını bulabilmek umuduyla bir parkta saatlerce dolaşan ve gerçek aşkı aradığını söyleyen bir erkekle hiç karşılaşmadım. Belki de kadınlar böyle bir ilişkiyi tercih ediyor olsa daha fazla erkek bunu yapabilirdi. Çalışmalarımda karşılaştığım gey erkekler arasında bu arayış/çark olgusu oldukça yaygındı ve çoğunlukla da büyük bir yıkımın/engellenmenin, karmaşanın ve utancın kaynağı oluyordu. Peki, söz konusu arayış/çark olgusu, bekârlar barındaki önüne gelenle yatma olgusundan ya da diğer önüne gelenle yatma yaşantılarından farklı olarak mı görülmelidir? Psikanaliz, aşkı arzulayan, ancak kendisini engelleyici seks arayışı döngüsünde bulan ya da bir ilişki içinde aşkı bulduğu halde sekse ilgisini yitiren erkeklere yardımcı olabilir mi? Bir başka deyişle, analiz, tanınan, saygı duyulan ve sevilen partnerleri bulma ve seksten duyulan hazzı yitirmeden onlarla bir ilişkiyi yürütme umutlarına zarar veren çatışmalara sahip olan gey erkeklere yardım edebilir mi?

Freud (1912), aşk ile seksin ayrı tutulmasından ‘Aşk Alanındaki Evrensel Aşağılama Eğilimi’ olarak söz eder. Tanımadıkları ya da saygı duymadıkları kadınlarla seks yapabilen, ama gündelik yaşamında karşılaştığı ve saygı duymaya devam etmesinin gerekli olduğu kadınlarla, özellikle de eşleriyle, seks yapmaktan kaçınan ya da onlarla ilişkilerinde iktidarsızlık sorunu yaşayan erkekler hakkında yazar. Freud, erkeklerin psikanalize başvurmasının birincil nedeninin kaygıdan çok iktidarsızlık sorunu olduğunu belirtir. Ona göre, ‘melek-yosma’ sendromu –sevilen kişiyle iktidarsızlık yaşanırken, aşağılanan kişiyle cinsellikte harikalar yaratmak- libidonun gelişimindeki bir sorundan kaynaklanmaktadır ve bu evrensel bir olgudur.

Freud, sevgi ve ten akımlarının libidoda birleşmesinin ve böylelikle libidonun cinsel nesnesini sevebilmesinin gelişimsel bir olgu olduğunu yazar. Her ne kadar Freud heteroseksüel hastalar hakkında yazmış olsa da, düşüncelerinin, tedavi arayışında olan birçok eşcinsel erkeğin aşk ve seksle ilgili yaşadığı sorunları açıklamak için oldukça uygun olduğunu gösterebileceğimi umuyorum.

Freud’dan yıllar sonra, psikanaliz alanında onun düşüncelerini gey erkeklerin ruhsal yaşantılarını açıklamak için kullanmak pek söz konusu olmadı. Lewes (1988) psikanaliz alanında eşcinselliği bir hastalık olarak tanımlamak için yıllarca süren çabayı belgelemiştir. Analistler ancak son yıllarda, eşcinselliği patoloji dışında düşünmeye ve gey erkeklerin ruhsal çatışmalarını cinsel yönelim etiyolojisinden bağımsız olarak idrak etmeye başlamışlardır (Roughton, 2001). Geleneksel olarak, analistler eşcinsel yönelimin etiyolojisinin patolojik olduğu düşüncesiyle işe koyulmuşlar ve gey erkeklerin yaşadığı bütün sorunları bu patolojiye göre ikincil olarak görmüşlerdir. Böylelikle, analistler çevrenin gelişim üzerindeki etkisini anlama fırsatını kaçırdıkları gibi, kanımca ruhsal çatışmaları ilk elden körükleyen onaylayıcı olmayan çevreyi tekrar yaratmışlardır. Bu konuya tekrar dönecek, Bollas’ın (1992) son çalışmasını, gey erkeklerin davranışlarını, cinsel yönelimi patolojik etiyoloji kuramı içinde anlamaya ve böylelikle davranışları patolojik olarak görme eğilimine örnek olarak göstereceğim. İlk önce, bir vaka sunumuyla –eşcinsel bir melek-yosma sendromu örneği- ile başlayacağım.

İkili Bir Hayat mı Yoksa İki Yarım Hayat mı?

Çalan telefonun ahizesini kaldırdığımda, yaşlıca bir adam ‘Psikanaliz ne işe yarar peki?’ diye soruyordu. Ne yanıt vereceğimi bilemezken, o beni bir şeyler söylemeye zorluyordu. ‘Her şeyden önce ben bir eşcinselim ve hep eşcinseldim’. Bir gey dergisinde adımı gören karısı, benimle konuşması için randevu almaya onu zorlamıştı, çünkü bir porno sinemasında yeni bir arkadaş edinmişti. ‘Sanırım âşık oluyorum, durum bundan ibaret.’

Yeni hastamın benimle konuşacağı 70 yıldan daha fazla süren bir hayat hikâyesi vardı. İlk seanslarımızda cinsel aktivitelerine ve ilişkilerine yoğunlaşmıştı. Üniversite öğrencisi olduğu yıllarda ve erken yetişkinlik döneminde cinsel aktivitesi New York’a yaptığı seyahatlerle sınırlıydı; New York’daki hamamlarda tanımadığı erkeklerle seks yapıyordu. Rüyalarında, fantezilerinde ve bilinç düzeyindeki cinsel çekiminde erkekler her zaman arzu nesnesi olmuştu. Ancak sosyal ortamda, eşcinsel olduğuna dair şüphe çeken erkeklerle birlikte görünmekten kaçınıyor, tedbirli davranıyordu. Bu insanlara yönelik oldukça yargılayıcıydı ve kendisini onlarla ilişkili olarak görebilecek insanlardan da korkuyordu.

1960’lı yıllarda 40 yaşına merdiven dayadığında, ilerleyen yaşlarında bekâr olmasının bir sorun olacağını düşündüğü için psikolojik yardım arayışına girmişti. Psikanalitik yönelimli psikoterapiye başladığı yıl, bir kadınla tanışmış ve onunla evlenmişti. Evlilikten önce, kadına, eşcinsel eğilimi nedeniyle terapiye gittiğini söylemiş, kadın da bunu kabul etmişti. Üç yıl boyunca terapiye devam etmiş, ancak eşcinsellik konusuna tekrar dönülmemiş, hem kendisi hem de terapisti eşcinselliğinin ‘tedavi’ edildiğini düşünmüşlerdi. Karısıyla yaşadığı cinsel ilişki formalite gereği yapılan, tutkudan ve içtenlikten uzak bir ilişkiydi. Terapi sona erdiğinde, düzenli bir şekilde tanımadığı erkeklerle cinsel ilişkiye girme davranışına geri dönmüştü. New York’a gitmek için karısını ve küçük çocuğunu bırakmayı göze alamadığı için erkeklerin hızlı ve anonim cinsel ilişki aradıkları parkları, tuvaletleri ve diğer kamusal yerleri keşfetmişti. Bir sonraki on yıl başarılı bir kariyer, büyüyen bir aile ve oldukça düzenli bir biçimde devam eden anonim cinsel ilişkilerle geçmişti. Tanımadığı erkeklerle birlikte olmayı heyecan ve haz verici bulurken, bunun yanlış ve yasak olduğuna da inanıyordu. Cinsel ilişkiye girdiği erkeklerle nadiren konuşuyor, onlarla şehir merkezinde ya da şehir dışında karşılaşmaktan ölesiye korkuyordu.

1990’ların başında bir gün, porno filmlerin gösterildiği sinemada adamın biri ona bir otelin telefon numarasını verdi. Hastam, bu numarayı arayarak kendini bile şaşırttı. ‘Sadece seks için’ diye adlandırarak birkaç kez bu otelde buluştular ve zamanla gerçek kimliklerine dair birkaç şeyi paylaşmaya başladılar. Böylelikle, düzenli, buna rağmen geleneksel olmayan, bir ilişkiye başladılar. Bu adamla yaşadığı seks haz vericiydi ve buluşmaları iple çekiyordu. Yeni arkadaşı hakkında daha fazla düşünür olmuş, onun hobileriyle ilgilenmeye başlamış ve ikircikli olsa da ona karşı bazı duygular beslediğini ifade etmişti. Hastamın da söylediği gibi, hayatında ilk kez, yetmişinde, önemsediği biriyle yaptığı seksten haz alıyordu. ‘Tekrar âşık olabilir miyim?’ diye soruyordu ‘ve sizinle konuşmak ne işime yarayacak?’

İnsan Sevdiği Kişiyi Arzulayabilir mi?

‘Eşcinsel’ terimini, stabil olan aynı-cins yönelimini; ‘gey’ terimini ise eşcinsellikle bağlantılı olan ve kişinin kendisinin tanımladığı kimliği işaret etmek için kullanıyorum. Eşcinsel erkek dediğimde, çocukluk döneminden itibaren cinsel fantezileri, rüyaları ve cinsel çekimi tutarlı bir biçimde diğer erkeklere yoğunlaşmış olan erkeklerden söz ediyorum. Biseksüelliğe ya da cinsel yönelimiyle ilgili olarak kararsızlık yaşayan erkeklere değinmiyorum. Kadınlara da değinmiyorum, çünkü lezbiyenlere göre gey erkeklerle daha fazla çalışma fırsatım oldu ve burada sözünü ettiğim davranışın, cinsel yönelimden bağımsız olarak, kadınlara göre erkeklerde daha yaygın olduğunu düşünüyorum.

Günümüzde, birçok gey erkek, temel cinsel yönelimleriyle ilgili en ufak bir şüphe duymaksızın ya da sorun yaşamaksızın, terapiye gelmekte ve hayatlarında karşılaştıkları sorunlarla ilgili yardım almayı istemektedirler. Geride bıraktığımız otuz yıl içinde, eşcinselliğin sosyal ve hukuki olarak baskı altında tutulması gittikçe azalmıştır. Daha önce de belirttiğim gibi, bazı ruhsal çatışmaların gey hastalarda daha çok görülebileceğini, ya da en azından bir eşcinselin sosyal ortamına özgü olan psişe içi kümelenmelere sahip olabileceğini düşünüyorum. Örneğin, heteroseksüeller de doyurucu yakın ilişkiler kurmak ve sürdürmekte yaşadıkları engellenmeler için ya da istenmeyen cinsel davranışlar için yardım isteyebilirler, ancak bu tür sorunlar eşcinseller için oldukça farklı bir sosyal ortamda/bağlamda, verili olan toplumumuzun eşcinsel davranışla ilgili koyduğu farklı standartlar içinde biçimlenirler.

Freud’un sevgi ve tensel akımlarının bütünleşmesi sorunu ile ilgili 1912’deki fikirleri farklı sosyal ortamlar için faydalı olabilir ve çevrenin ruhsal gelişim üzerindeki etkisini kavramamıza yardımcı olabilir. ‘Gerçeklikteki engellenme’ –gençlerin cinselliklerini ifade etmelerinin önündeki çevresel engeller- ile ilgili düşünceleri, dikkatimizi ergenlik dönemindeki psikoseksüel gelişimin bir yönüne çekmektedir. Böylelikle, yetişkinlikteki nevrotik çatışmaların ergenlik döneminde saplanıp kalmadığını, bu çatışmaların, yeni bağlamlar/ortamlar içinde tekrar tekrar çalışılarak yeni biçimler ve anlamlar kazandığını hatırlayabiliriz. Konumuzla ilgili Freud’un kuramı, ruhsal çatışmaların gelişiminde çevreyi ve (anladığımız kadarıyla) erken nesne ilişkilerini içermektedir. Freud’un, gey erkeklerin psikoseksüel gelişimlerine uyarlayacağım, görüşü şudur: bireyin tensel arzuları çevre tarafından onaylanmadığında, zihin seks ile sevgiyi/aşkı birbirinden ayrı tutacak bir yol bulmaktadır.

Elbette Freud (1912) libidonun gelişimini dürtülerle ilgili olarak tasarlıyordu ve aşağılama üzerine makalesinde, ergenlik dönemindeki gelişimde dürtülerin dışavurumunun evrilmesini sosyal ortamın nasıl etkilediğini tartışıyordu. Çocukluğun erken döneminde de varolan libidonun sevgi akımı, ‘kendini koruma içgüdüsünün çıkarları temelinde oluşur ve aile üyeleriyle çocuğa bakan kişilere yönelir’ (s.180). Freud, ergenlik döneminde duygusal saplanmaya ‘hedefini artık şaşırmayacak olan’ (s.181) tensel (cinsel) akımın da katıldığını belirtir. Ensestin önündeki engeller, libidoyu yasaklanmış olan ensestiyöz nesnelerden uzak tutup, onu ailenin dışındaki toplumsal olarak onaylanan nesnelere, ‘gerçek cinsel yaşama elverişli’ (s.181) nesnelere yöneltir. Freud, zaman içinde bu yeni cinsel nesnelerin, daha önceki nesnelere bağlanmış olan sevecenliği kendilerine çekeceklerini, böylelikle ‘şefkatle tenselliğin tekrar birleşeceğini’ de (s.181) ekler.

Freud, duygusal ve tensel akımların birleşmesinde neler olabileceğini anlatmaya şöyle devam eder:

‘Libidonun gelişimindeki bu ilerlemenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini belirleyecek olan iki etken vardır. Bunlardan ilki, yeni-nesne seçiminin aleyhine işleyen ve söz konusu kişinin değerini azaltan, gerçeklikteki engellenmenin miktarıdır. Her şeyden önce hiçbir seçime izin verilmediği veya uygun bir şey seçme ihtimali bulunmadığı takdirde nesne seçimine kalkışmanın hiçbir anlamı yoktur. İkinci faktör ise, terk edilmek zorunda olan infantil nesnelere (çocukluk nesnelerine) yönelik duyulan çekimin ve çocukluk döneminde bu nesnelere yapılan erotik yatırımın miktarıdır. (s.181-182)

Yeterince ‘gerçeklikteki engellenme’ ya da cinsel nesnelerin seçilmesine karşı koyma varsa, Freud’a göre cinsel akım, (tanıdık nesneler için saklı tutulmuş olan) sevgi akımından kaçınmaya zorlanır. Cinsel akımın gerçekliğe kısmi bir çıkış kapısı açabilmesi için yasaklanmış olan nesneleri anımsatmayacak yeni nesneler bulmaya zorlanır.

Freud şöyle der:

‘Bazı insanlarda sevgi, sanatta kutsal ve bayağı (ya da hayvani) sevgi olarak somutlaştırılan iki yönde bölünmüş olarak kalır. Sevdiklerinde arzulayamaz, arzuladıklarında ise sevemezler. Cinselliklerini sevdikleri nesnelerden uzak tutmak için sevmeye gerek duymadıkları nesneler ararlar (s.183).

İktidarsızlık ve ilgisizlik, nesne yasaklanmış olan nesneleri fark edilemeyecek biçimde anımsattığında ortaya çıkar. Bu nedenle, nesnenin çok tanıdık olması cinsel ilginin ketlenme riskini beraberinde getirir. Freud’a göre erkeklerin böyle bir engellenmeye karşı kullandıkları temel koruyucu önlemleri cinsel nesnenin aşağılanmasıdır. Sevgi akımı için tanıdık olan nesnelerin (ensestiyöz nesnelerin temsilcilerinin) değerleri abartılır, böylelikle yasaklanmış olan cinsel akım ortaya çıkmaz. Cinsel iktidar ‘yosma’ olan nesnelerden zevk alırken, saf sevgi ‘Melek’ olan nesneler için saklı tutulmuştur.

Isay (1989), babalar ile eşcinsel eğilimleri olan çocukları arasındaki mesafeli etkileşimi tanımlar ve bu mesafeli etkileşimin babaların, çocuklarındaki farklılıkları algılamalarına dayandığını ifade eder. Çocuklardaki farklılık algılanmasa da, ki bunun hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum, heteroseksüel ebeveynler ve heteroseksüel kültürümüz genel olarak çocuklara, normal erkek çocukların kızlara âşık oldukları mesajını verir. Bu mesajı hayatın temel bir gerçeğiymiş gibi düzenli olarak almak, ergenlik dönemindeki bir erkeği göz korkutan bir görevle baş başa bırakır: erkeklere duyduğu arzu ile ailesi ve içinde yaşadığı toplum tarafından sevilme ve saygı görme isteği arasında bir uzlaşma yolu bulmak.

Will ve Grace gibi gey televizyon karakterlerinin olduğu bir çağda bile, çoğu ailenin, çocuklarının eşcinsel ilişki yaşama olasılıklarını tasavvur edemediklerini rahatlıkla görebiliriz. Aileler, aynı-cins ‘oidipal’ arzuyu, heteroseksüel arzu için yaptıkları gibi (örn.‘Babasının küçük kızı’) romantikleştirmezler. Goldsmith (2001), bu farklılığa dikkat çekerek, eşcinsel erkek çocuğun oidipal dramasının, sınırları keskin olarak çizilmiş olan arenadan zevk almayacağını belirtir. Baba, romantikleştirilmiş aynı-cins ilişkiye katılmamakla kalmaz, aynı zamanda farkında olmaksızın rekabet eder. Ayrıca, ‘belki de Goldsmith’in makalesinin temel noktası şudur: eşcinsel erkek çocuğun, farkında olmaksızın ama oldukça anlaşılabilir bir biçimde, oğluyla ‘çocukluk dönemi romansı’ yaşayan, anneye karşı rekabetçi ve saldırgan duygulara sahip olmasıdır’ (s.1275). Isay ve Goldsmith tarafından açıklanan bu uyumsuz/ahenksiz oidipal yaşantılarla gey erkeklerin ilk öğrendikleri, kendilerinin farklı oldukları ve bu farklılığın utanç verici olduğudur.

Freud’un (1912) ‘gerçeklikteki engellenme’ olarak söz ettiğine bir örnek olarak eşcinsel ergenin sosyal ortamını ele alabiliriz; bu ortam onun genç eşcinsel libidosunun cezbedici bulduğu nesnelerin hiçbirini onaylamaz, onlara karşı çıkar. Sosyal ortam düşünüldüğünde, sadece güncel olan doyum değil, aynı zamanda gelecekteki doyuma dair düşler de yasaklanır ve alay konusu olur. Bu mutlak yasağın etrafından dolanmak için, aynı-cins nesneler belirli bir uzaklıkta - bazen sadece fantezilerde, bazen de, tıpkı 70 yaşındaki hastamda olduğu gibi, kişinin sosyal yaşamının tamamıyla dışında- tutulmalıdır. Kimi durumlarda ise yasağın kendisi, seks partneri arayışının heyecanına eklenerek, erotikleştirilir.

Freud (1912), bütün genital cinselliğin hayvansı doğasından, ‘ve bu nedenle sevgiden de’ söz ederken şöyle der:

Sevgi içgüdülerinin eğitilmesi çok güçtür; bu içgüdülerin eğitimiyle bazen çok şey elde edilir bazen ise çok az şey. Uygarlığın, bu içgüdüleri dışlayarak amaçladığı şey, anlamlı bir cinsel haz kaybı pahasına kazanılanları saymazsak, ulaşılamaz gibi görünmektedir…. belki de cinsel içgüdülerin taleplerini, uygarlığın taleplerine uyarlamanın imkansız olduğu düşüncesine razı olmaya zorlandık (s.189-190).

Bu tartışmaya, hayatı boyunca tensel özlemini bastırma ile yasaklayıcı çevresi arasında ruhsal bir uzlaşma kurduğu için büyük bir ‘haz kaybı’ yaşayan adamın hikâyesini anlatarak başlamıştım. Onun için, 1920’lerin Amerika’sında, sağlıklı ve mutlu eşcinsel ilişkileri tasavvur edememiş, bu nedenle de kendi çocukları için böyle bir olasılığı onaylayamayan bir aile çevresine doğmuş olmak, sosyolojik ilginin ötesinde bir durumdur. En erken anılarındaki eşcinsel çekim ve cinsel özlemiyle çevresinin taleplerini karşılamak için yaptığı ruhsal uzlaşma derin bir biçimde içine yerleşmişti. Bu kişinin libidosunun cinsel bileşeni, sosyal personasının ve bütüncül kimliğinin yükü olmaksızın, porno filmler gösteren sinemada serbestçe ortaya çıkıyordu. Buna karşın, toplumdaki yüksek pozisyonuna cinsellikle ilgili kara bir leke sürülmesine izin vermiyordu. Sevdiği kişilere arzu duymasının önünde engeller vardı, insanların kendisine duyduğu saygıyı yitirmeyi göze alamıyordu. Dünyalarından biri diğerinin içine girdiğinde utanç ortaya çıkıyordu.

Bireylerin, onaylanmayan özlemlerinden duydukları utançlarıyla başa çıkmaları için geliştirdikleri uzlaşmalar bir dizi davranışsal olgu olarak görünürler, kuşkusuz bu davranışlar eşcinsellerde ve heteroseksüllerde farklılıklar gösterir. Cinsel arzularını gerçekleştiremeyen umutsuz romantikten, cinsel heyecan ve etkinlik olmaksızın huzurlu tek bir an geçiremeyen takıntılı bir biçimde arayış halinde olanlara kadar utanç, sözkonusu yaşantılara sevk eden özel açıklamalarda çok önemli bir rol oynuyor gibi görünmektedir. Freud’un da kabul ettiği gibi cinsel hazzın talepleri ile çevrenin koyduğu sınırlar arasında er geç bir çıkış bulacak olan ruhsal dinamiklerin gelişimiyle sosyal ortam doğrudan ilgilidir.

Sevecenlik ve cinselliğin ruhsal olarak bölünmesini içeren klinik bir örnek vereceğim. Böylelikle, sevecenlik ile cinsellik arasındaki bir engel olarak utancın rolünü ve her bir bireyin dinamiklerinin kendine özgü yönlerini daha derin bir biçimde anlayabilmek için bu utancın farkına varmanın önemini klinik açıdan aydınlatabileceğimi umuyorum. Burada elbette oidipal dinamikler de önemlidir. Bir eşcinsel erkeğin oidipal durumunun bazı yönlerinden söz edeceğimi söyleyebilirim. Eşcinsel erkeğin ‘oidipal’ dinamikleri içinde gelişen utancına karşı duyarlı olmak, bu dinamiklerin daha dürüst ve daha anlaşılır biçimde açıklanmasını sağlayabilir. Kuşkusuz, bu açıklamanın sevgi ve seks yaşamı içinde daha bütüncül bir işlevselliğe neden olabileceği beklenebilir. Daha sonra üzerinde duracağım gibi, Freud’un düşüncelerini hastanın cinsel ve duygusal olarak haz almak için birbirinden ayrı tutulmuş girişimlerini anlamak için kullanmamın, eşcinsel sevgi ve seksin tüm çatışmalarını eşcinselliğin patolojik etiyolojisiyle bağlantılandıran psikanalitik yaklaşımlara göre, hastanın çatışmalarına karşı daha tarafsız bir tutum olduğunu düşünüyorum.

Tuvalet Kabininde Heyecan ve Utanç

Brian, Amerika’da gey kurtuluş hareketinin başlangıcını temsil eden Stonewall Ayaklanmasından beş yıl önce, 1964’de doğmuştu. Daha önce sözünü ettiğim hastada olduğu gibi, kendini bildiğinden beri eşcinsel eğiliminin farkındaydı; bu duygulara sahip olduğu için ‘yanlış’, ‘günahkâr’ ve ‘hasta’ olduğuna inanarak büyümüştü. Ancak, 30 yaşında benimle terapiye başladığında kendisini gey kimliğiyle tanımlayan bir bireydi. Kentin gey topluluğunun tam ortasında yaşıyor, bir AIDS organizasyonunda gönüllü olarak çalışıyor ve geylerle ilgili politik etkinliklere katılıyordu. Ilımlı Protestan olan ailesiyle iyi bir ilişkisi vardı. Brian, ailesine eşcinselliğini açmış, ailesi de bu duruma kendilerini uyarladıktan sonra, sosyal ve politik bir organizasyon olan Lezbiyenlerin ve Geylerin Aileleri, Ebeveynleri, Arkadaşları (PFLAG) grubuna katılmışlar ve babası daha sonra kendi yaşadıkları kasabada bu grubun şube başkanı olmuştu. Brian, yakışıklılığının ve tatlı/hoş kişiliğinin ona birçok alanda üstünlük sağladığını, birçok tanıdığı arasında iyi dostlarının sayısının da yüksek olduğunu biliyordu. Uzun süreli bir ilişkiyi yürütemediğini, ama erkeklerle yaşadığı, ancak bitmiş olan ilişkilerin aslında ‘iyi ilişki’ olmak için yeterince potansiyele sahip olduğunu düşündüğü için terapiye başvurmuştu.

Brian’ın ilişkilerinde gördüğü örüntü onu rahatsız ediyordu. İlişkileri, karşılıklı olarak memnuniyet verici bir tarzda başlıyor, giderek artan karşılıklı bağımlılıktan, kendilerini bir çift olarak tanımlamaktan, derinleşen yakınlıktan hoşlanıyordu, ama daha sonra partnerine yönelik cinsel arzusu nedeni anlaşılamaz bir biçimde azalıyordu. Aslında libidosu düşmüyordu, hatta hiç tanımadığı erkeklere duyduğu cinsel ilginin partnerine duyduğu ilgiden çok daha fazla olması bir hayli canını sıkıyordu. Hem en iyi arkadaşı ve sevgi dolu partneri olabilen, hem de seks yaptığı bir erkekle ilişkiyi sürdürme isteği kendisini yoksun bırakılmış hissetmesine neden oluyordu. En azından son iki erkek arkadaşının kafasındaki ‘Bay Doğru’ imgesine çok yakın olduklarını düşünüyor, bu nedenle de ilişkilerinin diğer boyutlarında daha fazla yakınlaştıklarında onlara olan cinsel ilgisi azaldığı için kendisinde bir sorun olduğunu hissediyordu.

Brian, bir gey psikiyatrla görüşmeyi istemiş ve bir ilişkiyi yürütmekte yaşadığı başarısızlığın yarattığı engellenmişlik duygusuna yoğunlaşarak benimle terapiye başlamıştı. Hem kendisi hem de erkek arkadaşları sonsuza kadar mutlu yaşamalarını kolaylıkla sağlayabileceğini düşündüğü yakışıklılığa, becerilere, zekâya, şefkate, sevecenliğe ve diğer erdemlere sahiplerdi. Seanslarda cinsel duygularından ve fantezilerinden söz ederken göreceli bir sakinliğe sahipti, çoğunlukla dirençliydi; konuşulanlardan biraz rahatsız olduğunda hemen gey olmaktan duyduğu onur ve iyi bir ilişkiyi sürdürememekten kaynaklanan engellenmişlik konularına geri dönüyordu. Kris (1990) tarafından tanımlanan cezalandırıcı, bilinçdışı kendine yönelmiş eleştirelliğin analiz edilmesi, Brian’ın kendisine düşündüğünden daha fazla sert davrandığını ve derinlerde yatan utanç duygusunun üstünü, onurla engellenmişliğin örttüğünü görmesini sağladı.

Brian zamanla yabancılara karşı duyduğu cinsel çekimden ne kadar çok utandığı hakkında konuşmaya başladı ve ona özellikle anlaşılamaz bir biçimde sıkıntı veren bir olayı anlattı. Bir yıldan beri birlikte olduğu Tom’la birlikte ailesini ziyaret etmek için arabayla yola çıkmışlardı. Otoyoldaki bir mola yerindeki tuvalette, kendisinden daha yaşlı bir adamın yan bölmedeki gözetleme deliğinden kendisini röntgenlediğini görmüştü. Adamın erekte olmuş penisini gördüğünde heyecana kapılmıştı. Brian, kaslı bedenini daha fazla göstermek için t-shirtini sıyırmış ve ne kadar gergin olsa da mastürbasyon yapmaya başlamış ve çabucak orgazma ulaşmıştı. Korkmuş, utanmış ve yaptığıyla ilgili kafası karmakarışık olarak hemen arabasına dönmüştü. Hiç de çekici olmayan bir yerde hiç de çekici olmayan bir adamın kendisini nasıl bu denli şiddetli ve çabuk uyardığını anlayamıyordu. Bu olaydan sonra ziyaret boyunca hem Tom’a hem de ailesine sinirli ve gergin davranmıştı.

Brian, umumi tuvaletlerde seks yapan erkekleri biliyordu, ama bu onun hiçbir zaman rutin olarak yaşadığı bir şey olmamıştı. Uzun bir süre, ailesini ziyaret ettiğinde duyduğu rahatsızlığı, yaşadığı şoka ve bu olayın kendisini küçük düşürmesine atfetti. Ne hissettiği hakkında kafası hâlâ karışıktı ve diğer insanların kendisinin ne kadar hasta ve iğrenç olduklarını öğreneceğinden çok korkuyordu. Brian, ondan iğrendiğimden ve onun hakkında ‘iğrenç domuz’ ya da ‘cinsel hayvan’ diye düşündüğümden emindi. Zamanla bana karşı daha az direnç göstermeye başladığında, yoğun olarak hissettiği utanç duygusunun daha çok farkına vardı. Yavaş yavaş utanç duygusunun birçok olay ve gündelik aktiviteyle nasıl ilişkili olduğunu ve bunun bana karşı hissettiklerini nasıl etkilediğini görmeye başladı. Rutin olayların bazı yönleri ona mola yerindeki olayı hatırlatıyordu; hissettiği utancın ve aşağılanmanın ayrıntılarına girdikçe o garip güne dair daha fazla ayrıntı hatırlıyordu.

Brian için en şaşırtıcı olan, ailesini ziyaret etmek için yola çıktıkları o gün, mola yerinde durmadan önce mücadele ettiği utanç duygularının farkına varmak oldu. Tatil için Tom’u eve götürmenin ‘harika bir fırsat’ olduğuna inanıyordu ve eşcinselliğini kabul ettiklerini açıklamış olan ailesinin onu memnuniyetle misafir edeceklerinden emindi. Kasabada yaşayanlar, babasının PFLAG etkinliklerini düzenlemesi ve tanıtması nedeniyle Brian’ın eşcinsel olduğunu zaten biliyorlardı. Mola yerinde durmadan önce arabada gördüğü gündüz düşlerini hatırladı ve aslında ziyaretle ilgili olarak kaygılı olduğunu fark etti. Tom’u kasabadakilere nasıl tanıtacağına dair fanteziler kurmuştu. ‘Bu benim eşim’ ya da ‘bu benim için önemli biri’ diye tanıtmak kulağa pek sıcak ya da insani gelmiyordu.’Erkek arkadaşım’ demek, onun bundan daha fazla bir şey olduğuna işaret etmiyor, ‘partnerim’ demek ise onunla iş arkadaşı olduğunu ima ediyordu. Şehirdeki arkadaşlarına söylediği gibi ‘kocam’ dese, hemen ‘koca’ ile ‘karı’ arasında otomatik bağ kuracak olan komşularının kafasını karıştırırdı. ‘Sevgilim’ diye tanıştırmak ise yüzünü kızartıyordu. O gün bunlardan hiçbirini yapmamış olsa da, insanların Tom ile kendisine bakabileceklerini ve akıllarından cinsellikle ilgili düşünceler geçirerek, belki de bedenlerini ve yatakta ne yaptıklarını merak edebileceklerini ilişkin kaygı duyduğunu hatırladı. Onların ne düşündüklerini, kendisini ve Tom’u ne kadar iğrenç bulacaklarını ya da buna benzer düşüncelerle kendilerine nasıl güleceklerini hayal etmek bile onu çok utandırmış, küçük düşürmüştü. Tom’la olan ilişkisini, cinselliğe dikkat çekmeyecek biçimde, nasıl adlandıracağını düşünmüştü.

Ayrıca, babasının söylediği bir şey de yol boyunca aklından çıkmamıştı. Babası, annesiyle birlikte onlar için iki kişilik bir yatağın olduğu özel bir misafir odası düzenlediklerini söylemişti. İlk önce bu, ailesinin onu ve eşcinselliğini kabul etmek için yaptıkları bilinçli bir çabanın işareti olarak hoşuna gitmişti. Ancak yolda giderken, evi, yatağı ve kendisiyle birlikte yatakta uzanan Tom’u düşünmüştü. Tom yatakta yanına sokulabilir, kendisinden de karşılık vermesini bekleyebilirdi. Sonra Brian, ailesinin açık fikirliliğini takdir etmesi ve Tom’un duygularına karşılık vererek bundan keyif alması zorunluluğunu hissetmişti. Bunun harika bir fırsat olduğunu ve böyle bir durum nedeniyle olumsuz bir şey hissetmeyeceğini düşünmüştü bir kez daha. Hoş vakit geçireceği bir yerle ilgili olarak neden rahatsızlık duyduğunu kavrayamıyordu.

Brian, ailesinin kendisini ve partnerini nezaketle karşılama girişiminden gurur duyuyordu ve bu, ailesinin evindeki yatakta Tom’un kendisine sokulduğunu düşünürken hissettiği iğrenmeye müsaade etmesinden hemen önceydi. Ailesi, toplumun standartları düşünüldüğünde, onun eşcinselliğini kabul edene dek, bunun olacağını hiç sanmıyordu. Okula gittiği dönemlerde, kendisinden büyük yakışıklı erkekleri düşünerek mastürbasyon yapıyor, ailesinin ne yaptığını bilse kendisini aşağılayacaklarından, kendisinden nefret edeceklerinden korkuyordu. Normal biri olmadığına inanıyor, ailesinin erkekler ve diğer erkek çocuklar hakkında düşüncelerini bildiklerinde dehşete kapılacağını düşünüyordu. Kızlar arasında popüler olduğu için kendini şanslı hissediyordu, çünkü böylelikle erkekleri çekici bulması daha az belli oluyordu. Bu düşünce onu biraz rahatlatıyordu. Ancak, gerçekten arzuladığı şeyin utanç verici ve yasak olduğu fikrinden de kurtulamıyordu.

Brian partnerleriyle ne kadar yakın bir ilişki içine girerse, cinsel ilişkileri de o kadar zarar görüyordu. Gündelik yaşamında cinsel yönelimi hakkında açık olmaya çalışıyordu, ama terapide bununla ilgili olarak, bilinçdışı cezalandırıcı kendine yönelmiş eleştirelliği yoğun olarak yaşantıladığını keşfettik. Bu bağlamda, ‘içselleştirilmiş homofobi’ olarak adlandırılan, eşcinsel olduğu için kişinin bilinçdışı (aynı zamanda bir ölçüde bilinçli) olarak kendisinden nefret etmesinden söz edebilirim. Brian’ın nesneleri, gençliğinde yasaklanmış olan arzu duyduğu nesneleri hatırlattığında duyduğu utanç cinsel hazzını ketliyor (Ailesinin evindeki yatakta Tom’un olduğunu düşünmek, ona ergenlik fantezilerini ve aşağılanmışlık duygularını hatırlatıyordu) ve cinsellik böylesi bir bildik durumdan ve bilinçdışı cezalandırıcı kendi kendini eleştirmekten geçici bir süre kurtulduğunda yoğun bir cinsel heyecan duyuyordu (umumi tuvalette cinsel heyecan arayan yabancı).

Brian, tuvaletteki ‘yabancı adamla’, çoğunlukla bastırdığı duyguların ortaya çıkmasını yaşantılamıştı-yaşlı adamın erekte olmuş penisine bakmaktan duyduğu heyecan ve adamın beğeni ile izlediği vücudunu sergilemesi ve sonrasında mastürbasyon yapmasıyla ortaya çıkan canlılık. Brian bu kısa süre içinde, babasına ve okuldaki diğer erkeklere bakma ve aynı zamanda onlar tarafından görülme, beğenilme ve arzu edilmeye dair ergenlik fantezilerini eyleme koymuştu. Yan bölmedeki yaşlı röntgenciyle hem özdeşleşme kurarak hem de yansıtma yaparak aktif fallik tenselci ve aynı zamanda arzulanan pasif bir nesne olmuştu. Buna ek olarak, kendi yaşantısını ayrıntılarıyla düşündüğünde, (kendi erekte olmuş penisi ve ‘istek üzerine’ mastürbasyon yapması ile) pasif fallik tenselci ve (erekte olmuş penisini ve maskülen fiziğini ‘öteki’nin arzusunu kışkırtmak için kullanarak) aktif arzulanan nesne olduğunu da görmüştü. Aktif, pasif, bakmak, bakılmak, istemek, istenmek, açık bir biçimde cinsel/seksi iken istenmek; tüm bunlar tuvalet kabini duvarlarının koruyuculuğunda yüksek bir cinsel gerilim ve cinsel rahatlamayla öne çıkıyorlardı. Kuşkusuz aynı zamanda bunlar, Tom ve ailesiyle kişiler arası ilişkilere döndüğünde, suçluluğa, utanca ve küçük düşmeye yol açıyordu.

Arayış/Çark: Cinsel Kendilik İçin mi Yoksa Yoketmek İçin mi?

Lewes’in akademik görüşünün de doğruladığı üzere deneyimlerim bana gösterdi ki eşcinsel eğilimi patolojik olarak tanımlamadığımızda, psikanalitik literatürün gey hastalarımıza özgü olan ya da geyler arasında çok yaygın bir biçimde yaşanan şikâyetlere ve çatışmalara dair söyleyebileceği pek az şey vardır. Ancak, yapılan son çalışmalardan biri doğrudan takıntılı anonim seks ya da arayış/çark konusunu ele almaktadır. Bollas (1992), ‘Eşcinsel Arenada Arayış/Çark’ (s.144-164) makalesinde eşcinsel erkeklerin anonim cinsel ilişkilerinin dinamik belirleyenleri üzerinde durur. Bu makale, gey hastalara özgü bir yaşantı biçimini yaratıcı bir yaklaşım kullanarak açıklama girişimiyle öne çıkmaktadır, ancak aynı zamanda bu makale, bir eşcinseldeki çatışmayı eşcinsel yönelimin patolojik etiyolojisi ile birlikte ele alma tuzağına da düşmektedir.

Bollas’ın eşcinsel çarkçıların/arayışçıların yaşantısıyla ilgili kuramı, Freud’dan aldığım ‘kendiliğin silinmesi/kazınması’ kuramına benzerdir. Bollas (1992), kendiliğin bütüncül olarak kazınmasından/silinmesinden söz eder, böylelikle annenin kendi iç dünyasında erkek çocuğu bir nesne olarak kullandığı yaşantının izi doğrudan takip edilemez. Bollas’ın kendi deyimiyle anne, erkek çocuğun kendiliğini kendisinmiş gibi kullanarak yok eder. Bollas, ‘eşcinselliği de kapsayacak bir kuram oluşturma çabalarına’ (s.152) karşı uyarı yapsa da, eşcinsellerin hayatında annenin yok edici rolü üzerinde, özellikle de eşcinsel çarkçıların/arayışçıların ‘it-to-it’ erotikleştirmesi üzerinde, ısrarla durur. Bollas’a göre, çark/arayış alanında kendiliğin silinmesi/kazınması, annenin çocuğun kendiliğini yok etmesinin tekrar yaşanmasıdır.

Bollas (1992), Bruce adında travmatik yaşantılarından dolayı sıkıntıları olan bir hastasından söz eder. Bruce’un annesi, ‘ona kadın kıyafetleri giydirmekten ve oğlunu kadın kıyafetleri içinde göstermek için uzun teşhir yürüyüşlerine çıkartmaktan takıntılı bir biçimde zevk almıştır’ (s.152). Kuşkusuz bu travmatik yaşantılar, Bruce’un gerçek kendilik olarak kendisini yaşantılamasında birtakım sorunlara yol açmıştır, ancak söylendiği gibi annesinin nesneleştirmesinin muhakkak onu eşcinsel yaptığı anlamına gelmez. Bruce neden yok edici rolündeki annesinin yerine kadınları koymayı tercih etmemiştir ve söylenenin tam tersine, zapt u rapt altına alan, yok eden anneleri olmadığı halde diğer birçok gey nasıl eşcinsel olmuşlardır?
Gey erkeklerle yaptığım terapilerde, kapsamlı olarak annenin yok etme yaşantısının ortak bir yaşantı olmadığını gördüm. Ayrıca Bollas’ın (1992) eşcinsel hastaların ‘zihnin aşırı ve sürekli bir biçimde anneleriyle meşgul olduğu’ görüşüne de katılmam mümkün değil. Her ne kadar bütün eşcinsellerin annelerinin otoriter olmadığını kabul etse de, alışıldık biçimde eşcinselliğe neden olduğu düşünülen ebeveyn tipi hakkında konuşmaya devam etmektedir. ‘Diğer eşcinsellerin anneleri oldukça farklı görünmektedir, kaygıyı kışkırtacak olan dünyadan güvenli bir kaçış imkanı sunuyor gibi göründükleri için yine preoccupation nesnesidirler, uzak ya da ilgisiz babanın vermediği sevgiyi ve şefkati onlar vermektedir’ (s.151). Bollas bizi kuşatıcı bir kurama karşı uyarsa da uzun süredir varolan mitlere çok yakın durmaktadır. Anne boğucu bir biçimde otoriter olmadığı durumda da yine preoccupation nesnesi olmaya devam etmektedir ve baba uzaktır, soğuktur.

Bollas’ın makalesinin (1992) odağında rastgele cinsel ilişki kuran çarkçılar/arayışçılar vardır. Özellikle de erken dönem gey edebiyatının, tıpkı onları yaratan yazarlar gibi gey kurtuluş hareketinin nimetleri olmaksızın büyümüş olan, karakterlerine yoğunlaşır. Yazar, umutsuzca yalnız olan ruhların dünyasına girer. Bollas’ın anlattığı karakterlerin ya da hastaların, kendi arzuları ile yaşadıkları sosyal ortamlarının isteklerini uzlaştırmaya dair çok az umuda sahip oldukları açıktır. Bollas anonim ilişkileri, kompartımanlara ayrılmış ya da bildik olandan uzak tutulmuş cinsel yaşantılar olarak görmekten çok, kendiliğin silinmesi/kazınması ve duygusuzluk olarak görmek eğilimindedir. Freud’un (1912) aşağılama düşüncesiyle klinik deneyimlerimi bir arada düşündüğümde, burada kendiliğin bütüncül olarak silinmesinden/kazınmasından ziyade, çoğunlukla kısmi bir silinme/kazınmanın olduğunu düşünüyorum: kanımca söz konusu olan, kişinin yasaklanmış olan cinsel kimliğini yaşayabilmek için sosyal kendiliğini silmesidir.

Arayış/çark alanında cinsel etkinlikte bulunmanın neden olduğu ıstırap ve acı muhakkak bütüncül bir yok edilme olarak görülmeyebilir. Yoğun bir biçimde arayışta/çarkta olmak obsesif kompulsif bozukluk tanısını koymanın bir gerekçesi haline gelebilir, bu arayış içinde bütün gün ve saatler harcandığında ve bundan pişmanlık duyulduğunda kişinin kendisine duyduğu güven önemli ölçüde zedelenebilir. Hatta arayışa/çarka çıkan bazı erkekler, bu alan ile hayatlarının geri kalanındaki yaşantıları arasındaki bağlantıyı yitirdiklerini fark edebilirler. Ne var ki bu, gerçeklik içinde ulaşılamayan arzulanan nesnelerle bağlantı kurarak ya da benzer yaşantılara sahip olan insanların olduğu arenaya katılarak aynı zamanda onarıcı bir süreç haline de gelebilir. Böylelikle çark/arayış ve anonim cinsellik bastırılmış bazı gey erkekleri tekrar hayata döndürebilir. Bu noktada Bollas ve ben hemfikiriz.

Bollas’la ayrı düştüğümüz nokta, onun cinsellikte kendiliği silmenin kökeninde patolojik olarak istila eden/yutan annenin önemli olduğunu ve bunun sıklıkla karşılaşılan bir durum olduğunu düşünmesidir. Bollas’ın anonim sekse neden olan ruhsal dinamiklerle ilgili kuramları, eşcinselliğin etiyolojisiyle ilgili olan geleneksel kuramları takip etmektedir ve bu nedenle alana yaptığı önemli katkıların anlamı da kalmamaktadır. Eşcinselliğin kökeni patolojik ise doğal olarak bunu takip eden eşcinsel davranış da hastalıklı davranış olacaktır.

Bollas, Freud’un çevresel etkinin psişe üzerindeki etkisine -Freud’un deyişiyle ‘gerçeklikteki engellenme’ye- yaptığı vurgudan söz etmeme benzer bir biçimde Michel Foucault’dan (1982) şu alıntıyı yapar:

Eşcinsellerin, kur yapma sistemini inceden inceye geliştirmelerine izin verilmemiştir, çünkü böylesi bir sistem için gerekli olan kültürel ifade onları yok saymıştır- caddede birbirine göz kırpma, bir anda ilişkiye girmeye karar verme, eşcinsel ilişkilerin tüketilmesindeki hız: bütün bunlar yasaklamanın ürünüdürler (s.160).

Daha önce de belirttiğim gibi, gey hastalarda annenin yutma/istila etme yaşantısının aşırı düzeyde yaygın olduğunu düşünmüyorum. Öte yandan yaşantılanan yasaklanma ise her an her yerdedir. Annelerin ilk ve önemli bir rol oynadıkları aşikârdır ancak babalar, kardeşler, öğretmenler ve akranlar da önemli katkıda bulunmaktadırlar.

Bollas (1992) ‘eşcinsel’in nesneleştirilmesinde ‘heteroseksüel’in katkısını gayet güzel tarif eder (bu, yok edici anne nesneleştirmesinin önkoşul olmadığı bir yaşantıdır). O halde neden erken nesneleştirmenin bütün yükü annenin üzerine yıkılır ve yetişkinlik döneminde sadece heteroseksüel kültürün oynadığı rol üzerinde durulur? Gey erkeklerin annelerinin diğer annelere göre yutmaya/istila etmeye daha yatkın olduklarına dair kanıtın olmamasını göz önünde tutarak, bu annelerin, yaşadıkları dünyanın heteroseksüel doygunluğuna daha fazla maruz kaldıklarını düşünüyorum. Ortalama bir annenin, eşcinsel oğlunun içsel yaşantısını tamamıyla anlayıp kabul edebilmesinin sınırını onun heteroseksist dünyanın içine ne kadar battığı çizer. Toplumumuzdaki ortalama bir annenin, oğlunu yok etme noktasına kadar yutmasa/istila etmese de, oğlunun yaşantısının bu yönlerini görememesi, anlayamaması kaçınılmazdır, çünkü oldukça sınırlı bir farkındalığı vardır. Özellikle, bu annelerin cinselliğin bastırılmış alanlarıyla ilgili- büyüttüğü çocuğunun icra ettiği istenmeyen ve çoğunlukla akla bile getirilemeyen cinsellikle ilgili kör noktalarının olma eğilimi daha fazladır.

Tedavi ettiğim gey erkeklerin hepsi, yaşamlarının erken dönemlerinde erkekleri ve diğer erkek çocukları arzuluyor, bunu belli etmemeleri gerektiğini düşünüyor ve bu arzuları nedeniyle utanç duyuyorlardı. Daha önce sözü edildiği gibi, bu utanç duygusunun kökeninde, anne-babaların çocuğun kendine özgü oidipal dramasıyla ilgilenmekte ya da çocuğun gerçek oidipal arzularını anlayamamaları, kabul edememeleri olabilir. Anne-babalar, oğullarının aynı-cins oidipal girişimlerini/arzularını(strivings) fark ettiklerinde ve bunlara karşı çıktıklarında ya da bu arzuları kabul etmeyip, oğullarını farkında olmadan utanca boğduklarında bile, çocuklarının cinselliklerinin dışında kalan diğer yönlerini kabul edebilir, bunlara değer verebilirler, bu nedenle çocuğun kendiliğinin bütünüyle yok edilmesi/silinmesi muhakkak gerekli değildir.

Bollas’ın (1992) farkında olmaksızın ‘eşcinsel hasta’nın psikanalitik olarak nesneleştirilmesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Tıpkı iyi niyetli bir anne gibi, Bollas da hastasının kendine özgü/bağımsız yaşantısını anlamak için övgüye değer bir çaba gösteriyor. Ancak bana göre, yine kültürel olarak belirlenmiş kör noktaları olan bir anne gibi, çark/arayış davranışını açıklamasından önce gelen ve onu renklendiren geleneksel teorisinin sınırlamaları ile tuzağa düşmüş gibi görünüyor. Ayrıca, hasta psikanalitik gelenek ve kuram dünyasında bir nesne olarak kullanılıyor.

Etiyolojik Kavrayış mı yoksa Sinsice Utanç mı?

Eşcinselliğin etiyolojisinin taraflı ve yararsız bir biçimde kurama dâhil edilmesi, gey erkek ve kadınların yaşantılarını psikanalitik açıdan açıklanmasını gereksiz yere zorlaştırmaktadır. Bu empoze edilmiş olan yük, psikoanalitik kavrayışı doğallıktan yoksun, resmi bir hale getirmiş, Bollas gibi çağdaş kuramcıların bile eşcinsel hastaların çatışmalarını, kuramlarının cinsel yönelim etiyolojisi prizması içinden görmesine neden olmuştur. Psikanalitik araştırmalar, eşcinsellerin yaşadıkları dinamik çatışmaları, cinsel yönelim etiyolojisini dâhil etmeden anlamak için özgürleşebildiğinde gey hastalarımızın yaşantılarını daha iyi dinleyebileceğimizi, ulaşılması her zaman zor olan psikanalitik tarafsızlığa daha yakın olacağımızı düşünüyorum.

Eşcinsel yönelimin nedenini açıklama girişimleri genel olarak bunun bir patoloji olduğu varsayımı üzerinde temellenir ve bu varsayım, tatmin edici bir eşcinsel nesne seçiminin patolojik olmadığını tasavvur edebilme kapasitesine sahip olmayan iyi niyetli analistler tarafından gizli bir mesaj olarak hastaya iletilir. Böyle bir durumda, analitik yaşantı hiç de tarafsız değildir; analiz, erken sosyal çevrede üstü örtük olarak verilen mesajı yineleyerek doğallığını yitirir: hastanın nesne seçimi ile ilgili bir yanlışlık vardır. Onaylayıcı olmayan, eşduyumdan yoksun erken çevre tekrar yaratıldığında analist, hastanın kabul edilmeyen cinselliğiyle ilgili duyduğu utanç duygusunu arttırır.

Bir eşcinsel hastanın yaşantılarına tarafsızlıkla yaklaşabilmek için analistin sadece kişisel çatışmalara karşı tarafsız olmasının değil aynı zamanda ilk olarak hastanın cinsel nesnelerinin cinsiyetini önyargısız olarak kabul edebilmesinin şart olduğunu düşünüyorum. Tıpkı anneler babalar gibi, bütün analistler de heteroseksist bir toplumda yetişirler ve çoğu da heteroseksist kültürel normların bilimsel hakikatlermiş gibi kuramsallaştırıldığı psikanalitik çevrelerde eğitim görürler. Socarides (1995) gibi bazı önde gelen psikanalistler de akıl almaz bir biçimde, kendilerini eşcinselliği bir hastalık olarak tanımlamaya adarlar. Bu nedenle bir analistin görevi, analitik gereçlerini, bolca maruz kaldığı kültürel ve kuramsal mesajlara çevirmesi, bu şekilde kendi önyargılarının etkilerini en aza indirmeye çalışmasıdır. Ancak bundan sonra analist, eşcinsel karşıtı yargılar olmaksızın bireysel çatışmaları açıklayabilecek bir konumda olacaktır.

Yaygın olan eşcinsel karşıtı önyargıların ve bunların asılsız geleneksel kuramlarla olan bağlarını ortaya dökmenin ve fark etmenin psikanalizi, gey erkek ve kadınların yaşadıkları çatışmaların açıklanmasında daha güvenilir ve daha ‘tarafsız’ bir platform haline getireceğini umut ediyorum. Bu makalede kullanılan örneklerde analist, gey hastalarıyla sevgi ve cinsellik yaşantılarını tüm boyutlarıyla araştırmak için kendisini hazırlamış, sevgi ve cinsellik yaşantılarının bir arada bulunabilme ve bütünleşebilme olasılığını arttırmaya çalışmıştır.

Özet

Freud’un, çevrenin bir gencin cinsel nesnelerine karşı çıkmasının cinsellik ile sevgi arasında bariyer kurulmasına neden olduğuna ilişkin düşünceleri, cinsel nesnelerine karşı çıkan bir ortamda büyüyen gey erkeklerin cinsellik ve sevgi ile ilgili yaşadıkları bazı sorunları anlamak için faydalı olabilir. Tenselliğin ve duygusallığın birbirinden ayrıldığı çok çeşitli yaşantılar ve davranışlar vardır ve utancın ve kendine yönelmiş olan eleştirelliğin analizi, şimdiki zamana ait yaşantılarla cinsel çekim nedeniyle erken dönemde yasaklayıcı ve eşduyumdan yoksun bir çevrede yaşantılanan utancı ve aşağılanmayı birbiriyle ilişkilendirir.

Eşcinselliğin patolojik etiyolojisini zorunlu kılan psikanalitik kuramlar ve patolojik olmayan eşcinsel nesneyi tasavvur edemeyen analistler, eşduyumdan yoksun erken dönem çevreyi analiz içinde tekrar yaratırlar ve cinsellikle sevecenliği birbirinden ayıran utancı arttırırlar. Cinsel yönelime karşı gerçek bir tarafsızlık/nötralite sağlandığında utanç analiz edilebilir ve cinsellikle sevecenlik arasındaki engeller, sevginin ve seksin daha fazla bütünleşmesine müsaade edilerek, azaltılabilir.

KAYNAKLAR

Bollas, C. (1992), Being a Character: Psychoanalysis and Self-Experience. New York: Hill & Wang

Foucault, M. (1982), Sexual Choice, Sexual Act: An Interview with Michel Foucault. Salmagundi, 58/59:10-24

Freud, S. (1912), On the universal tendency to debasement in the sphere of love (Contributions to the psychology of love: II). Standart Edition, 11:177-190. London: Hogarth Press, 1957.

Goldsmith, S. (2001), Oedipus or Orestes? Homosexual men, their mothers, and other women revisited. J. Amer. Psychoanal. Assn., 49:1269-1287.

Isay, R. (1989), Being Homosexual: Gay Men and Their Development. New York: Farrar, Straus & Giroux.

Kris, A. O. (1990), Helping patients by analyzing self-criticism. J. Amer. Psychoanal. Assn.,38:605-636.

Lewes, K. (1988), The Psychoanalytic Theory of Male Homosexualtiy. New York: Simon & Schuster.

Roughton, R. (1997), Review of Becoming Gay: A Journey to Self-Acceptance by R.A. Isay. J. Amer. Psychoanal. Assn., 45:293-298.

(2001), Rethinking Homosexuality: what it teaches us about psychoanalysis. Plenary address. American Psychoanalytic Association meeting, New Orleans, Louisiana, May.

Socarides, C. (1995), Homosexualtiy: A Freedom Too Far, Phoenix, AZ: Adam Margrave Boks.






Etiketler: insan hakları, sağlık
nefret