14/10/2009 | Yazar: Kaos GL

‘Parisli Amca’ imzalı yazılarıyla uzun yıllar Kaos GL okuyucularının sevgilisi olan Osep Minasoğlu’nun 80 yıllık yaşam serüveni ve üretimleri, sanatçı Tayfun Serttaş tarafından hazırlanan Stüd

Bir sergiden daha fazlası: Stüdyo Osep Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
‘Parisli Amca’ imzalı yazılarıyla uzun yıllar Kaos GL okuyucularının sevgilisi olan Osep Minasoğlu’nun 80 yıllık yaşam serüveni ve üretimleri, sanatçı Tayfun Serttaş tarafından hazırlanan Stüdyo Osep isimli sergi ile sanat konseptine taşınıyor.

14 Ekim - 14 Kasım tarihleri arasında Galeri Non’da izlenebilecek olan sergi*, Türkiye’nin yaşayan en eski fotoğraf duayenlerinden Osep Minasoğlu’nun fotografik arşivi ve biyografisini, güncel sanat bağlamında yeniden üretime sokuyor. Serginin açılması ile Kaos GL dergisi 108. sayısında yayınlanan Tayfun Serttaş ve Osep Minasoğlu’nun söyleşisi ile sizleri baş başa bırakıyoruz...

En baştan başlayalım dilerseniz: Osep Minasoğlu ve Tayfun Serttaş’ın yolları nasıl kesişti?
T.S.: 1999 kışıydı, tam 10 sene oluyor. Ben, tanıştığımız an kendisine hayran kalmıştım zaten. O zamanlar bana, kimsenin hikayesine benzemeyen ancak bildiğim tüm hikayelere teğet geçebilen başka bir hafıza lazımdı. 17 yaşımdaydım daha, kent antropolojisi ve azınlıklar üzerine yeni yeni çalışıyordum. O bana, tek bir yaşam tarihine kaç ötekinin daha sığabileceğini anlattı… Asla klişe bir azınlık hikayesi değildi karşımda duran. O yıllarda Osep herkese küsmüş, çok kırgındı. Benim de dünyayla dertlerim var tabi. Ayrılırken, param olmadığını ve -Boğaz’da oturuyordum- eve otostopla döneceğimi öğrendi. Cebinden bir otobüs bileti çıkarıp verdi. Ben o akşam, eve yine otostopla döndüm. O bileti ise hala saklıyorum. İşte böyle başladı. Ben büyüdüm, Osep ise hiç değişmedi.
O.M.: Tanıştığımız günden itibaren irtibatı hiç kesmedik. Adres ve telefonları takas ederiz sürekli. Beni her gördüğünde sorar; neredesin, paran var mı, yaşadığın yer güvenli mi diye... Bazen gelir kontrol eder. Son taşınmamda gardırobumu bile Tayfun monte etmiştir. Zamanında halim vaktim yerindeydi ancak son 20 yıldır büyük zorluklar yaşıyorum. Çok fazla adres değişikliği yaptım. Tayfun beni hep takip etti, kaybetmek istemedi. Böyle dostlar az bulunuyor. Bir de çok soru sorar, her zaman notlar alır, aynı soruyu on defa sorar. Gerçekten öyle mi, yoksa böyle mi; onu kontrol ediyor. Zehir gibi bir çocuk yani, artık her şeyi benden daha iyi biliyor. O bana hatırlatıyor artık, annemin kızlık soyadını bile gitti buldu.
 
Ne gibi sorular bunlar? 
T.S: Benim sormaktan bıkmadığım, Osep’in ise cevaplamaktan usanmadığı, aslına bakarsanız ilişkimizi bu güne taşıyan sorular bunlar. Çünkü ben ondan tek bir kimliği çalışmam, yeri gelir Ermeni olmayı, yeri gelir Paris’teki aşklarını, bazen sanatçı, bazen İstanbullu olmayı. Bazen 50’lerin Avrupa’sında göçmen, bazen bugünün Tarlabaşı’nda bir yaşlı olmanın konumlanmalarını. Bu nedenle her zaman çok yönlü bir iletişim aramızdaki. Onun biyografisini değerli kılan da bu. Tek bir kimlikle/konumla ifade edilememesi. Sayısız metni tek bir bireyde yan yana getirebilmenin hazzını yaşıyorum onda. Bu nedenle ki, Osep Minasoğlu aynı zamanda çok önemli bir karakter. Çok erken tarihlerde, birey olmanın, individualism¹ deneyiminin çarpıcı perspektiflerini çizer.
O.M: Ben her zaman özgürlüğüme düşkün yaşadım. O nedenle türlü türlü yaşamların içerisine girip çıktım. Bambaşka anılar biriktirdim. Bunları paylaşmaktan da hiçbir zaman sakınca duymadım. Şimdi 80 yaşındayım. İyisiyle kötüsüyle bir 80 yıl. Eğer hala bir sergiye kaynaklık ediyorsa ne mutlu bana.

Sergi fikri nasıl doğdu?
T.S: Kocaman şeylerdir retrospektif sergiler, biyografik incelemeler falan, koca koca insanlar adına yapılır. En azından böyle alıştırıldık. Şimdi kalkıp tüm bu majör yöntemleri Osep Minasoğlu gibi minör bir profil üzerinden üretebilmenin kendisi dahi çok çarpıcıydı benim açımdan. Uzun yıllar ona dair materyaller biriktirdim. Hayatını fotoğraftan kazandığı için, arşivine ait geçmiş fotoğrafların satılması mesleki bir süreklilik olarak onure ediyordu onu. Bunlar arasında biyografik parçalar da vardı. Anne ve babasına ait 1910 tarihli çerçeveli fotoğraf 2003 senesinde geldi mesela. Bu parçaların ani bir aksilik durumunda kaybolmasından korkuyordu. Önceliği eski olanlara veriyordum çünkü bir çoğunun daha fazla risk alacak zamanı kalmamıştı. Çürümüş veya çürümek üzere olan çok şey vardı. Seçilen parçaların benim arşivimde korunması bir bakıma güvenli de oluyordu. Nereye gideceğini ikimizin de kestiremediği bu ‘koruma’ misyonu, kişisel satın alma yöntemleri ile belirli belirsiz biçimde senelerce devam etti. Son bir senede ise, tümü ile bu projeye odaklandım.

Bir hayli meşakkatli olmalı?
T.S: Ortada görünür hiçbir şey yoktu ilk başlarda. Hatıralar gibi, gerçekliği de silikleşmişti. Bir arşiv falan değil, bir yığın vardı. Benim, bunu öncelikle bir arşiv haline getirip daha sonra o arşiv üzerinden bir seçkiye gitmem gerekiyordu. Uzun süredir büyük arşivlerle çalışıyorum ancak mevcut malzeme arşivlenmemiş olduğunda yöntem de değişiyor. Çöp poşetleri içerisinde geliyordu yığınlar bana. İçerisinde inanılmaz fotoğraflar da var, hiçbir işe yaramayacak tonla ıvır zırvır da... Bunları ayıklamak 6 ayımı aldı zaten. İşin en zor kısmı diyebilirim. Beş bine yakın parçanın tek tek kategorizasyonları ve temizliği yapıldı. Her birisinin dijital örnekleri oluşturuldu. Tüm bu yığınlar içerisinden bir arşiv oluştuktan sonra, ancak o zaman bir seçkiye gidebilme lüksüm doğdu.
O.M: Bu sergide gösterilecek olan benim üretimlerimin çok küçük bir bölümü. Bir çoğu kayboldu, çalındı, ıslananlar oldu. Fareler yedi bazılarını. Çok zor günler atlattık. İki çelik kasa dolusu film arşivim bir arkadaşımın deposunda yandı. Keşke o günlerde olabilseydi böyle bir imkan. Neler uçup gitti elimizden. Biz şimdi küllerinden bir şey doğuruyoruz. Bu da önemli tabi ama çok isterdim hepsi olsun. Hayatım boyunca fotoğraf dışında hiçbir işten para kazanmadım ben. Günde 500– 600 baskı alırdık. Düşünün, şimdi serginin toplamında bu kadar fotoğraf olacak.

Biraz da serginin fiziksel yapısına dönersek, nasıl bir sunum bekliyor izleyiciyi?
T.S: Sergi, üç farklı katmandan meydana geliyor. Bu hali ile galerinin üç katlı fiziksel mekanı ile de tam bir uyum yakaladık. En üst katta, 19. yüzyıldan başlayarak Minasoğlu ailesinin bugüne uzanan biyografik serüvenini izliyoruz. Yoğun bir belge, mektup ve fotoğraf koleksiyonu içeriyor. Ailenin hayatta kalan son bireyi Osep Minasoğlu’nun günümüz koşullarına dek uzanıyor. İkinci katman, yani asıl büyük mekanda ise, bir retrospektife yer veriyorum. Burada, fotoğraf sanatçısı Osep Minasoğlu’nun 60 yıllık fotografik arşivinden günümüze ulaşabilen özel bir seçki sunuluyor. Bu fotoğraflar da neredeyse bitmekte olan stüdyo geleneğine dair çarpıcı örnekler, dönemin modasından mizansen klişelerine ve sosyolojisine uzanan geniş bir okuma yer alıyor. Galerinin en alt katını ise bir sinema salonu olarak tasarlıyoruz. Yapımına geçen yıl başladığım, toplamda 250 dakika süren bir Osep Minasoğlu video performansı yaptık. Bu katmanda kahramanımız bu kez canlı olarak izleyiciye üst iki katta bulunan sürecin geniş bir anlatısını sunuyor. Aynı zamanda Osep Minasoğlu üzerinden çok önemli psikanalitik çıkarımlarda bulunabileceğimiz, hafıza, hafıza-bozumuna odaklanmış bir çalışma. Sergi, tüm bu çapraz okuma ve karşılaştırmaların izleyicide yaratacağı sorgulama üzerine kurulu. 

Bu hali ile tek bir sergi konsepti içerisinde üç farklı sergiden bahsedilebilir mi?
T.S: Aynen öyle, Osep Minasoğlu odaklı üç farklı sergiyi aynı anda açıyoruz denilebilir. Çünkü Osep Minasoğlu, başta da belirttiğim gibi benim için yalnızca retrospektifi sunulacak bir fotoğraf sanatçısı ya da yalnızca biyografisine odaklanılacak bir X kahraman değil. Kaldı ki, en az bugünü de, geçmişi kadar önemli ve yansıtılmaya değer. Tüm bu pozisyonlar içerisinde en akıllıca olanı, ona dair mevcut konumlanmaları sergi kurgusuna yansıtmaktı. Böylece karşımıza başka başka sergileme biçimleri çıktı. Her izleyicinin, bu bölümlere olan yaklaşımı ve bölümler arasındaki seçiciliğini kendi kişisel deneyimine bırakıyoruz. Bu nedenle ki, Stüdyo Osep süresince Ermeni toplumundan, fotoğraf dünyasına, Kaos GL dostlarından, Yeşilçam yıldızlarına bambaşka insanlar bir araya gelecek.

Aynı zamanda serginin kitaplaştırıldığını biliyoruz?
T.S: Sergi ile eşzamanlı olarak Aras Yayıncılıkla birlikte hazırladığımız Stüdyo Osep’in ilk baskısı da izleyiciye sunulacak. Bu çalışma, sergiyi belgeleyen bir katalogdan ziyade, serginin tamamlayıcı bir uzantısı işlevi görüyor. Çok parçalı bir proje olduğu için -ki bu nedenle her durumda tekrar tekrar paylaşılması çok kolay olmayacaktır, mevcut külliyatı kitap mekanında toparlamak başından beri önemli geliyordu bana. Sonuçta sergi dediğin bir aylık birşey, kitap ise çok daha farklı yollarla sonsuz kez paylaşıma girebiliyor. Bir çok izleyici içinde bu kitabın en az sergi kadar belirleyici olduğunu düşünüyorum. Mesela sergide özellikle metin kullanmıyoruz, kitapta ise Osep Minasoğlu’na dair tüm bir süreç yazı dili ile aktarılıyor. Bu açıdan, Cumhuriyet tarihinin son 80 yılını Osep Minasoğlu üzerinden okuyabileceğimiz bir resimli ansiklopedi olarak tanımlayabilirim kitabı.

Kısaca neler var bu son 80 yılda?
T.S: Neler yok ki? Osep Minasoğlu’nun 80 yıllık yaşamında, o yakın ama uzak tarihin başka bir tür tanıklığına tanıklık ederiz. Bir anlatısında Talat Paşa ile kavga ediyor. Çünkü onun cenazesi Türkiye’ye getirildiğinde tüm derslerden sınıfta bırakılmış. Benim suçum neydi diye soruyor? İsmet İnönü’ye çok kızgın mesela. Atatürk’ü Florya köşküne giderken Samatya sahiline çıkıp selamladığı günleri hiç unutmamış. Fransa-Cezayir Savaşı, 68’li yılların Paris’i hala zihninde. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi süreçler dün gibi, rüyalarında bunları görüyor... Halbuki ne uzak hikayeler bunlar bize değil mi? Ne kadar ‘uzak’ hissetmemiz öğretilmiş ‘anılar’? Bu nedenle çok önemli buluyorum bunu basmayı.

Her ne kadar fotoğrafa odaklansa da, sergi konsepti böylesi bir sorgulamayı günümüz tartışmalarına eklemlemek açısından da büyük önem taşıyor diyebilir miyiz?  
  
T.S: Gayet tabi, bazen tarihe fazla takılıyorsun diyenler oluyor bana. İyi de bunun neresi tarih diyorum? Karşımda duruyor işte adam, her gün beraber çay içip bunu konuşuyoruz biz. Eğer uzak bir şey varsa, ‘güncel’ olma kaygısı altında yanı başında duranı es geçip Güney Amerika’daki kaygıya yelken açmaktır benim için. Bu coğrafyada güncel dediğimiz süreklilik, tüm bu deneyimler üzerine kuruldu. Şimdi kalkıp bunu sorgulamakta bir tezat görmüyorum. Osep Minasoğlu’nu görmezden gelirsek eğer, işte o zaman telafisi mümkün olmayan bir zahiyat daha vermiş oluruz bugün için.

İkinizden de bir son söz istesek?
T.S: Ülkenin yaşayan en eski fotoğraf sanatçılarından birisi, şu yüzyılda, 80 yaşında, sokaklarda fotoğraf çekip 1 lira’ya satarak ‘huzurum yerinde’ der mi? Bu, üzerine düşünülesi kuvvettir. Osep’e her baktığımda, sırf bu yüzden dahi çok heyecanlanırım. Haftada en az bir kez mutlaka arar, cevap vermez ise kapısına dayanırım… 10 senedir bu böyle. Böyle bir aşktır bizimki. Ben ondan çok şey öğrendim ama en önemlisi pes etmemeyi. Hala İstanbul’da yaşıyorsam, bunun belirleyici nedenlerindendir Osep Minasoğlu. Benim için bu kentin yaşayan en önemli hayat duayenidir. Ne desem anlatamam. Mucize gibidir… Herkese göstermeyi çok istiyorum şimdi bu mucizeyi. Görünce herkes anlayacak çünkü.
O.M: Eğer adım Osep değil de Osman olsaydı, eğer İstanbul’a dönmek yerine Paris’te kalsaydım, veyahut aşkı özgürlüğü değil de, parayı gözetseydim; her şey şimdi çok daha farklı olabilirdi. Ancak bu kadar güzel olur muydu, ona eminim değilim. Hepinize çok çok teşekkür ederim. Ne kadar teşekkür etsem, azdır...

*Bu seneki kavramsal çerçevesi, Bertolt Brecht'in ‘Üç Kuruşluk Opera’ adlı oyunundan yola çıkarak ‘İnsan Neyle Yaşar?’ sorusuna odaklanan 11. Uluslararası İstanbul Bienal’i kapsamında, kenti hareketli günler bekliyor. Kapılarını Bienal döneminde açacak olan Galeri Non, disiplinlerarası perspektifi ile kentin yeni sanat dinamiği olmaya aday. Kuruculuğunu Derya Demir’in yaptığı Galeri Non’nun ilk kişisel sergisi Tayfun Serttaş’ın bu üç katmanlı projesi olacak.
¹bireysellik, bireycilik. (e. n.)

Etiketler: kültür sanat
İstihdam