18/01/2016 | Yazar: KAOS GL

10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda Kurbağa rumuzuyla kaleme alınan Cemre isimli öykü: "... Bu eylemde, yaklaşık 150 kişi yaralandı ve 70 kişi hayatını kaybetti. Benim Cemre’m de önce yüreğime, ardından belki de ait olduğu yere; toprağa düştü."

Cemre Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda Kurbağa rumuzuyla kaleme alınan Cemre isimli öykü: "... Bu eylemde, yaklaşık 150 kişi yaralandı ve 70 kişi hayatını kaybetti. Benim Cemre’m de önce yüreğime, ardından belki de ait olduğu yere; toprağa düştü."

Küçük çocukları büyük kurşunlarla öldürdüler, mezar başlarında bir kova ve kürek vardı. Ölüm odalarında zehirlemeye çalıştıkları insanların otopsi raporlarına ciğerlerinin çiçek açtığını yazdılar. Onlar sustular, hep sustular. Dilsiz kaldılar bütün nefret söylemlerine. Ellerine bir iğne iplik aldılar ve diktiler ağızlarını, belki de bir daha açmamak üzere.

1997 New York’u bir başkaydı. Herkes kendi halinde yaşamaya çalışıyordu. Kimisi sokakta kedilerin arasında uyuyordu, kimisi çok güzel binalarda yaşıyordu. Ben ise Brooklyn’de yaşıyordum. Geçimimi kitap satarak sağlamaya çalışıyordum. Yazın dükkânda uyurdum, komşumuzun köpeği Lessie’yi gezmeye çıkarırdım. Karşı komşumuz Ayfer ablanın bitkileriyle konuşurdum ne zaman balkona çıksam. Çoğunlukla da okurdum.

Pek bir arkadaşım yoktu, yalnız bir insandım ben. Gırtlağıma kadar yükselmiş kalabalık bir yalnızlık, nefes almamı engelliyordu çoğu zaman. Çoğu zaman böyle uyumaya çalışırdım ben. Sağa dönerdim hep yatakta. İmkânı yok, ayaklarım ısınmazdı. Isınmazdı işte. Çamaşır asar gibi yüreğimi elektrik tellerine asmak zorunda kaldım ben, başka ip yoktu ve kalbim ıslaktı çünkü. Sonra bir de, hiç açamamak vardı içimi kimselere. New York böyle bir insanı kaldıramaz; mutlaka kusardı kalabalığın içinden, bir kenara atardı. Öyle geldim bu yalnızlığa ben.

Yazın başlangıcıydı. Merkeze indim bir gün, kitapçıdan almam gereken bazı kitaplar vardı. Ancak kitapçı kapalıydı. Ve günün kalanı benimdi, o gün dükkânı açmayacaktım. Yürümeye başladım, öylece geziyordum. Sonra garip bir sokağa geldim, teni buruş buruş olmuş hafızam ancak hatırladı bu sokağı. Genellikle eşcinsellerin takıldığı, pek bilinmeyen bir yerdi bu sokak. Sokağın sonunda da bir bar vardı. Ben de bir dostum ile gelmiştim uzun zaman önce. Nedense içimden oraya gitmek ve güzel bir içecek içmek geldi.

Bunları düşünürken ayaklarım alıp başını gitmişti bile. Yolu bitirdim, kimsecikler yoktu etrafta. İçeriye girdim. Oldukça değişmişti burası. Duvarların tamamı gökkuşağı rengindeydi. İçim açıldı adeta duvarları görünce. Her yerde garip garip resimler asılıydı. Zemin bile size gülümsüyordu. Masalar yuvarlaktı ve gelişigüzel konulmuştu. Birkaç barmenden başka insan yoktu barda. Sakin bir parça çalıyordu. Sağdaki, en köşedeki masaya oturdum. Bir bira istedim. İçeceğimi beklerken masanın üzerinde, saydam bir örtünün altındaki kâğıtları, peçeteleri ve fotoğrafları gördüm.  Not bırakanlar, şiir yazanlar, sevgilisiyle fotoğrafını koyanlar… Oldukça güzeldi. Biram geldi. Keyifle içtim ve kalkmadan önce peçetenin üzerine ev adresimi yazdım, bir de sevdiğim bir dize ekledim. Altına da mektup beklediğimi belirttim. Peçeteyi saydam örtünün altına yerleştirdim. Masanın üzerine de biranın parasını bırakıp oradan ayrıldım.

Günler geçti, ben dükkâna gittim geldim. Ayfer abla ile türk kahvesi içtik, bana tavlayı öğretti. Memleketinin meşhur bir oyunuymuş bu. Eski kasetler aldım ve onları dinledim. Yaşamaya çalışıyordum. Çalışıyordum ama çabalarım bir sonuç bile vermiyordu. Şiirler yüreğimde ödem oluşmasına sebep oluyordu, hiçbir şeyi sevemiyordum.  

Ve bir gün, binadan tam çıkacakken yerdeki zarflar dikkatimi çekti. Elime aldım ve tek tek bakmaya başladım. Bana ait değildi üstteki zarflar, sonuncusu ise banaydı. Her şey o kadar özenle yazılmıştı ki. Cemre diye bir kadından geliyordu mektup.

Sırtımı duvara yasladım ve yavaş yavaş zarfı açtım. Mektubu okumaya başladım;

Dayse,

Güya Tanrı’nın eli bizi tutup silkeleyecekti. Ama nedense birkaç gündür tenime hiçbir şey değmemekte. Hatta sahip olduğum mutsuzluk başka bir katman oluştururcasına etimi sarmakta, hissediyorum.

Uzun cümleler kurmak için uzun uzun hissetmem gerekiyormuş, ben de sonra anladım. Kedim bal arısı seninle tanışmak istiyor. Peçetedeki yazını çok beğendik, onu hemen alıp eve götürdüm. Çünkü saklanması gerekirdi.

Sahi, gazete kupürlerinden oluşturulmuş kalbime bir bardak su döküldü. Sonucunun ne olduğunu bence sen de gayet iyi biliyorsun.

Ben aslında hep tanıdığın, sokakta gördüğün o çöpçü olabilirim ama değilim. Üzgünüm.

Sence de dünyanın en güzel şeyi garip, bilinmedik mektuplar değil midir? Bir de yazılmamış olan her şey daima güzeldir.

Kollarımıza keskin kalemlerle çizdiğimiz otoban çizgileri bir gün bize hesap soracak, bunu umarım biliyorsundur. Yazılmış her şiir bir gün intihar edecek ve gözlerin gözlerime değmediği her bir dakika için Tanrı’ya hesap verecek. Çünkü bu bir günah. Sol omzumdaki melek sinirlenip, kalemi fırlattı. O bile yazmaktan bıktı artık.

Bu cümleler hep kesik kesik, hep eksik.

Sen tamamla diye eksik kaldılar. Her bir paragraf başı, üzerine gelen cümleyi kaldıramıyor ve onu yere düşürüyor.

Bu durumda onları senin tutman gerekecek.

Cemre.”

Mektubu okumayı bitirdiğimde ağzımda ekşi bir tat vardı. Neden bilmiyorum, afallamıştım. Bu mektuba yanıt yazıp yazmamam gerektiğini bile bilmiyordum. Bu kadar garip bir mektup almamıştım hayatım boyunca.

Mektubu katlayıp cebime koyduktan sonra dükkâna gittim. Çay yaptım kendime, birkaç müşteri geldi. Ama aklım hep o mektuptaydı. Neden böyle, ilginç bir mektup yazmıştı ki bana. Bir merhaba bile dememişti.

Kendimi tutamadım ve ona bir yanıt yazdım. Ve biz, Cemre ile böyle mektuplaşmaya başladık.

Mektuplar iki, bazen üç haftada bir elime geçiyordu. Normal insanların yazdığı gibi şeyler yazmıyordu. Bazen evime papatya demetleri yolluyor ve bazen de saksıda bir çiçek gönderiyordu. Bu bitki sevgisi nereden geliyor anlayamamıştım.

Sonra zamanla çözer oldum onu. Aylarca böyle mektuplaştık. Benim için çektiği fotoğraflar, yazdığı şiirler… Hep farklıydı. Bana Cemre nasıl biri diye sorsaydınız, size bunu açıklayamazdım. Onu yaşamanız gerektiğini söylerdim.

Ama onunla konuşmak, bazen oldukça güçtü de. Kalbi kırıldığında el yazısı titrek olurdu. Hatta bazen yazacak gücü bile olmazdı. Bir keresinde bana bir ay yazmamıştı. Sonra da gözyaşlarını sildiği bir mendili yollamıştı.

Çizim yapardı, şarkı söylerdi. Çoğunlukla etrafı gezerdi. Az insanla tanışırdı. En sevdiğim şeyi ise kıvırcık saçlarıydı. Kimsesiz çocuklar yurduna gidip küçük çocuklara umut dolu şiirler okurdu ve bana en büyük hayalinin bir evlat edinmek olduğunu söylemişti.

Sonra bir gün, bir mektubunda bana, beni görmek için kendini hazır hissettiğini ve üç gün sonra yapılacak olan eylemde buluşmamızın unutulmaz bir buluşma olacağını yazdı. Demek bir eylem vardı. Acaba kaç kişi katılacaktı bu eyleme; kaç kişi eşcinsellere özgürlük diye bağıracaktı? Onca insan yanarak kül olmuş iken, kimler buna cesaret edecekti?

Gitmeliydim, ne olursa olsun sonunda onu görmeliydim. Bu hikâye belki bozulacaktı. Ama bunu hem ona hem de kendime borçluydum. Beni garip bir şekilde hayata bağlamıştı. Nefesimi kesen o yalnızlık azalmıştı, hissediyordum. O benim kadınım olmuştu.

Buluşma günü geldi. Kot pantolonumu ve grimsi hırkamı giyindim. Saçlarımı taradım, sırf güzel görünsünler diye. Evden çıktım, merkeze inmek için otobüse bindim. Yol biraz sürdü. Merkeze yaklaştıkça, insanların koşar adım uzaklaştıklarını fark ediyordum. Yoksa eylem başlamış mıydı?

Otobüsten erken inip yürümeyi tercih ettim. Her yer insan kaynıyordu ve kimisi bağırıyor, kimisi sevdiği erkeği öpüyor ve bazı insanlar da pankart açıyordu. Merkezin ortasında bulunan heykelin önüne gittim. Ortam hararetleniyordu. Bu durum beni çok rahatsız etmişti, kötü bir şeyler olacağından korktum.

Etrafıma bakınmaya başladım, kafamı sola çevirdiğimde onu gördüm. Gözlerimi bir daha kırptım, dikkatli baktım. Bana doğru yürüyordu. Kalabalık dikkatimi çekmiyordu, gülüşünü gördüm. Gülüşü…

Gülüşü bir kitap yazmama sebep olabilirdi. Yanıma geldiğinde hiçbir şey söylemeden boynuma sarıldı. Kadınımın kalbi, sağ tarafımdaki boşluğa yuva yaptığı sırada onun vücudunda garip bir titreme oldu. Kilitlenip kaldığını hissettim. Atış naraları yükseliyordu, şarjörler boşalıyordu. Hiçbir şeyi anlayamamıştım. Sonra duymaya başladım, yüzümdeki gülümseme donup kaldı. Polis gelmiş, insanlara şuursuzca ateş açıyordu. Ve kadınımı, benim kadınımı, yüreğime papatya bahçeleri kurmuş kadınımı sırtından rastgele açılmış kör bir kurşunla vurmuşlardı ve bu kurşun kalbinin içine saplanıp kalmıştı. Etraftan toz duman yükseliyordu. Onca rengin içerisinde ellerime bulaşan kanın rengi yoktu bir tek. Yere yığılıp kaldık birlikte. “Elimi tut” dedi. Gözlerimden akan yaşlara mani olamadım, elini tuttum. Tanrım, ben bu kadına vebalanmıştım. Bütün bunlar olurken, sanki insanlar etrafta haykırmıyor, gökyüzü kana bulanmıyor ve ellerim titremiyordu. “Korkma” diyebildim. “Korkma, yanındayım. Bu bir rüya. Sabah uyandığında bir mektup bulacaksın evinin önünde. Akşam yanına geleceğim. Bu garip ayrılık, bir buluşma ile son bulacak. Korkma, kadınım…” Cesedine sarıldım, kokusunu hıçkırıklarım içerisinde içime çektim. Ölüm ancak bu kadar güzel kokabilirdi.

Bu eylemde, yaklaşık 150 kişi yaralandı ve 70 kişi hayatını kaybetti. Benim Cemre’m de önce yüreğime, ardından belki de ait olduğu yere; toprağa düştü.  

Lakin sonra, insanlar ayaklanmaya başladılar. Bazı gazeteler gökkuşağı bayrakları basmaya başladı. Bazı gençler duvarlara eşcinsellere özgürlük yazdı. Bir okulda öğretmen, öğrencilerine eşcinsellik bir suç değildir dedi. Sayıları gittikçe çoğaldı, çoğaldı, çoğaldı… Önce bölgesel ayaklanmalar, ardından oradan oraya sıçrayan bir ayaklanma virüsü... İnsanlar kendi elleriyle diktikleri ağızlarını artık açmaktan çekinmiyorlardı. Ölümler nihayet, ses getirmişti. Duyulmuştu. Birileri sevgilimin ölümünü duymuştu. Birileri bizi duymuştu. Halk eşcinsellerin yanındaydı. Bütün nefret söylemlerine inat, evlenenler oldu. Artık kimse bizden birini öldüremiyordu. Buna güçleri kalmamıştı.

Öyle bir direndik ki, bayrağımızı kimse gökten indiremedi. Hep rengârenk kaldı gökyüzü. Artık çekinmeden, sesinizi yükseltin. Yükseltin. Hayatlarımız yaşama tutunsun.

Son olarak,

Cemre, sevgilim. Şimdi 57 yaşındayım.  O hep gittiğin yurttan evlat edindim. Sen yokken bana arkadaş oldu, adı da Okyanus Efe. Seni çok seviyormuş sen oralardayken, hala daha çok seviyor. Büyüdü, kocaman oldu. ‘Annelerim’ adlı bir kitap yazdı bizim için, bu yazdıklarım da kitabın son sayfalarında yer alacak. 

Belki bunlar benim son satırlarım. Ellerim bir daha kalem tutamayacak. Ama hep söylediğin gibi: “Yazılmamış her şey daima güzeldir” O halde onu yazalım, yazalım ki bütün güzellikler duyulsun.

Seslerimizin bir daha hiç kısılmaması dileğiyle,

Dayse. 


Etiketler: kadın
nefret