24/06/2017 | Yazar: Özge Göztürk

Yayın dünyasından, seslendirmeye; yazarlardan, zincirlerden, cesaretten, sesten ve sözden bir yolculuk: Deniz Yüce Başarır kaosGL.org’a anlattı.

Deniz Yüce Başarır: Yereli evrensele dönüştürebilmek kalemin gücüdür Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Yayın dünyasından, seslendirmeye; yazarlardan, zincirlerden, cesaretten, sesten ve sözden bir yolculuk: Deniz Yüce Başarır kaosGL.org’a anlattı.

Deniz Yüce Başarır ile yayın dünyasından, yazarlardan, geçmişten, zincirlerden, cesaretten, seslerden ve sözlerden bahsettik. Hayatı kitaplar arasında, okuyarak, önererek, seslendirerek geçmiş; deneyimli bir yayın yönetmeninden yazar adaylarına öneriler istedik.

Hemen ilk saniye “Taze bir yazar, ilk romanını yazmış, basılsın istiyor, yayınevini nasıl tavlar?” diye soruverince ikimiz de gülüyoruz. Deniz Yüce Başarır zaten güler yüzlü, ışıltılı bakışlı biri.

“İyi yazarak!” diyor şen şakrak ama tabi ikimizde bunun sadece bir başlangıç olduğunu biliyoruz. Sohbetimiz tatlı ahlar, vahlar ve kıkırdamalarla devam ediyor...

Tavlamak demeyelim de buna... Her yayın evinin kendine göre arayışları var ve bunlar o yazarın yazdıkları ile denk düştüğü zaman doğal olarak bir çalışma oluyor zaten. Ama kendi tarzını ve sektörü tanıyıp o sektörde kimler ne roller üstleniyor onu da bilmek iyi bir şey; yani, her dosya da her yere gönderilmez.

Tabi şu da var... Taze bir yazar yayınevi için bir yatırım demektir, bu yatırımı yapabilmek için de –ben ve benim olduğum yerlerde- neye bakıldığını söyleyebilirim: Yazarın, hayatla, yazmakla bir derdi var mı yoksa yazmayı sadece bir araç olarak mı kullanıyor? Ben temelde buna bakıyorum. Çünkü yazmak, ünlü olmanın bir yolu gibi de algılanabiliyor günümüzde. Fakat gerçekten yazma derdi olan insan, bir şekilde, hem yazdıklarından hem de tavrından algılanabiliyor.

Bunun yanında, yeni taze bir soluk olması gerekir. Yani, tabii ki söylenecek şeyler çok fazla değil, ama söylemini kendine özgü bir dil oluşturarak söylemiş olması gerekir. Devamlılık isteğini görmek gerekir. Samimiyet. Yani yazdıklarından samimiyetinin hissedilmesi gerekir.

Türkiye’de yazar yelpazesi İstanbul-Ankara-İzmir üçgeninin dışına pek çıkamıyor maalesef. Hakkari’den bir gencin yazdıklarını, ilk romanını okuyamıyoruz. Siz de iyi bir okuyucusunuz, bu sizi de üzüyor olmalı, çeşitlilik azalıyor. Nedir bunun temel sebebi? İletişim kopukluğu mu oluyor?

Biraz o da var tabii, Türkiye’nin zaten bir sürü sektörde de durumu bu değil mi?  Yayıncılıkta farklı olmasını beklemek çok zor. Sonuç olarak ekonominin de kültür hareketlerinin de çok büyük bir kısmı bu sözünü ettiğimiz üç büyük şehir üzerinden dönüyor.

Ama mesela biz Doğan’dayken (Doğan Kitap) Murat Özyaşar’ın ve Yavuz Ekinci’nin ilk eserlerini bastık sonuç olarak. Zaman zaman bu kırılabiliyor yani. O insanların da size nasıl ulaşacağını keşfetmeleri ve dediğim gibi yazmaya gönül vermeleri, akıllarını tamamen buraya yatırmaları lazım gerçekten. Bence böyle. Yani, bu kıstas tek taraflı yaratılmıyor.  Bu kısıtlamalar da tek taraflı oluşmuyor, fakat, tabi Türkiye ne yazık ki büyükşehirler üzerinden yürüyor, bir çok açıdan böyle bu.

Bunu kırabilen bazı örnekler varsa, demek ki bir yol var. Bize bu kalıbı nasıl kırabileceğimize dair, içeriden bir ajanmışsınız gibi(!) bir iki ipucu verebilir misiniz?

Şöyle söyleyeyim; bence bu kişiler öncelikle kendi zincirlerini kırmalılar. Kastım şu; hem kalemlerini hem de okumalarını özgür bırakmaları... Yani onlar daha evrensel okumalar yaparak kendilerini geliştirmeli ve de kalemlerini de kendi yerel duygularını da işin içine katmalılar. Bence; yereli evrensele dönüştürebilmek kalemin gücüdür.

Yani biricik hikayenizi anlatmak için, en azından belli bir kesimin anlayabileceği, ulaşabileceği kadar samimi ve güçlü bir dil oluşturursanız o zincirleri kırmak daha kolay olacaktır. Sonuç olarak; önce kendi sınırlarınızı kaldırmanız lazım.

Keyifle yapıyorum, o ayrı, ama yayın yönetmeni sadece bir ‘yüz’ olmuyor

Yayın yönetmenliği –yayınevinin yüzü olmak bir anlamda- veya editörlük çok tatlı, oh ne rahat işler gibi görünüyor bazen! Nasıl bir iş sizinkisi? Öyle bütün gün kitap okuduğunuz muhteşem bir hayatınız var sanki!

Çocukluğumdan beri okumayı çok seviyordum, yani tabii ki doğal olarak bu işi yapanların hepsi öyledir ya!

Lise çağlarında okuduğum kitapları birilerine tavsiye etmeye de başladım, benden yaşça büyük insanlara da “ya şunu okuyun çok güzel” derdim, hatta bana sorarlardı falan. Yani, o zamanlarda da böyleydi. Televizyonda kitap programı yaptığım dönemde de tattım bunu. Şimdi, Hep Kitap’ta işin çok daha başka bir kısmını, yani, yeni bir yapıda sıfırdan keşfetme kısmını da yaşıyorum ve çok keyifli.

Şimdi, biraz önce yüzü oluyorsunuz dediniz ya oraya geleyim. Sonuçta bir yayın yönetmeni, evet, yayın evinin yüzü oluyor. Ama sadece halkla ilişkilerle olmaz, bu sadece bir ‘PR’ işi değil. Gerçekten yaptığınız işe vakıf olabilme işi. Yani bu şöyle bir iş: Ben bastığımız her şeyi okuyorum hatta bazen iki kere bazen üç kere okuyorum.

Önce seçmek için okuyoruz, tabii hepsini ben okumuyorum ama seçmeye karar verdiklerimizi okuyorum. Sonra ona göre tekrar bakıyoruz, sonra yayınlanmadan önce bir daha okuyorum, bazen tekrar bir gözden geçiriyorum pazarlamasında ya da ilanında ne diyelim ne yapalım diye. Yani sonuçta 24 saatlik bir mesai aslında, arada uyuyorum tabii, onu çıkarırsınız!

Keyifle yapıyorum, o ayrı, ama yayın yönetmeni sadece bir ‘yüz’ olmuyor işte. Yani herkes aynı mı yapıyordur bilmiyorum, ben biraz delice yapıyor olabilirim! Ama eğer siz, söylediklerinize, yaptıklarınıza vakıf değilseniz, yani; işinize gerçekten hakim değilseniz hep eğreti kalırsınız. Rahat konuşamazsınız, yüz de olamaz, ancak yarı yüz olursunuz. Yani sonuç olarak: Önce temelin sağlam olması lazım. Yüzü bir tarafa koyalım.

Editörün işi çok daha da çılgınca! Birçoğu metinlerle hemhal olmaktan sosyalleşmeye bile fırsat bulamıyorlar. Çünkü o kadar yoğun bir iş ki bu, gerçekten, hem çok büyük bir bilgi birikimi gerektiriyor, hem en az bir yabancı dile hem Türkçeye hakimiyet gerektiren bir iş. Çok titiz, çok eleştirel bir yaklaşımla metne bakmayı gerektiriyor.

Bir çeşit hata bulma dedektifi gibi çalışması gerekiyor editörün. Ömrünü bu işe vermesi gerekiyor. Bizim işler biraz öyle işler ve dışardan çok cazip görünen ama öyle ciddi maddi karşılıklar da almadığınız, tamamen biraz gönüllülük prensibiyle yapılan, biraz aşk duymakla, biraz tutku duymakla yapılabilecek işler.

Orhan Pamuk yazarları kast ederek, sandalyeyle barışık olmak gereken bir meslek demişti, sektörün tüm birimleri için de durum bu herhalde...

Doğru. O yüzden hep vücudunda arazlar olan, deli (!), boynu falan ağrıyan, kambur, eğrili, gözlüklü insanlarız biz. Ucubeler!

Böyle uzaktan, hayranlıkla izlediğimiz bazı yazarlar var, vay ne kadar muhteşemler falan diyoruz. Fakat tabi biz göresiye kadar onlar zaten bir yerlere gelmiş oluyorlar. Ama siz, karın ağrılarıyla dolu ilk deneyimlerinden rahata ermelerine kadar olan süreci izliyorsunuz. Nasıl bir his?

Valla aslında bir metni ilk defa okuyor olmak işimizin en keyifli yanlarından biri. Eğer orada bir yetenek keşfediyorsanız... Onu ilk sizin keşfediyor olmanız, görüyor olmanız... Bu yetenek “büyük başarılara” , hani “büyük satışlara” koşmasa da eğer bir sesi başkalarıyla buluşturmaya aracı olabiliyorsanız, işte, işin keyfi tam da burada: Sevdiğiniz sesleri bir başkasına ulaştırabiliyor olmakta.

Gerçekten ilk romanından beri beraber olduğum, benim şahsen ya da ilk romanında yayıncısı olarak değil ama okuru olarak tanıştığım ‘A burada bir ses var!’ dediğim ve bugün çok iyi yerlerde gördüğüm çok kişi var aslında. Ve bu da bir yandan gurur verici tabii, demek ki birazcık bu işten anlıyoruz falan dedirtiyor.

Arşivciyim ben!

Sizin seslendirme videolarınızı çok beğeniyorum, elinizde eski kitaplar görüyorum sık sık. Babanızın muhteşem bir kütüphanesi olduğunu duymuştum, siz de arşivci misiniz?

Evet. Biz, babamın, benim ve eşimin kütüphanelerini birleştirmek için şehir dışına taşındık. Çünkü öyle büyük bir kütüphane yapabilmek şehir içinde mümkün değildi bizim şartlarımızda. Gerçekten arşivciyim ben, eşim benden de çok arşivci.

Yani; hani bu “kitabı paylaşmalı” falan zihniyetine itirazım yok ama evimde de dursun istiyorum açıkça. Evimde ve elimin altında durmasını seviyorum. Hem bak işime yarıyor işte, hep o eski kitaplarla şiirler okunuyor ve hoşluk oluyor, fena mı?

“Edebiyat bir sözdür, yani sözü olmayanın yayıncılıkla ve edebiyatla ilgisi olmaz” demişsiniz bir söyleşinizde. Yayınladığınız kitaplar da, seslendirdikleriniz de sizin sözünüz, sesiniz mi?

Doğan Kitap çok büyük bir yapıydı, çok çeşitli anlayışlarda kitaplar yapıyordu. Orda mesele bunların arasındaki dengeyi tutturmaktı. Hep Kitap tabii biraz daha farklı, şunu kesinlikle söylemek zorundayım: Hep Kitap biraz daha beni yansıtıyor. Tabi sadece beni değil, biz bir ekibiz ve hepimizin sesini yansıtıyor.

Peki bu ses ne? Bu ses şu; dünyanın çeşitli coğrafyalarında, bugün ya da geçmişte çok büyük acılar yaşandı, yaşanıyor. Ve bu acılar temelde zorbalıklardan, birbirimizi anlamamaktan, birbirimizi anlamaya yanaşmamaktan, kendi fikirlerimizi başkalarına -üzerlerinde sanki hak sahibiymişiz gibi- diretmekten kaynaklanıyor.

Çin’de de böyle oluyor, İran’da da, Türkiye’de de, aslında her yerde böyle oluyor. Halbuki edebiyat, sanat, tiyatro, sinema gibi insanların kendini ifade etme biçimleri ile daha çok hemhal olabilse insanlar, bunları sadece tüketmese, içten bir şekilde anlasa, algılasa ve içselleştirse dünya bugün olduğu yerde olmazdı. 

Bu hikayeleri dinlemek ve de dinlettirebilmek ya da birilerine ulaştırabilmek bir sesse eğer; evet, bu gerçekten.

Bütün travmaların edebiyatı bence çok değerli. Kişisel ya da toplumsal fark etmez çünkü kişisel travmalarda da aslında bütün o toplumsal baskılar ya da aile içindeki ya da daha yukarıdan daha uzaktan gelen zorbalıklar da barınıyor. Aslında birbirine ne kadar benziyor hikayelerimiz, o yüzden ‘birbirimizi ötekileştirmemeliyiz’ diyen bir ses bence. Ve edebiyatın temel sesi de bu aslında.

Bu bağlamda edebiyat da, yayıncılık da politiktir diyebilir miyiz?

Evet. Siyasi kitaplar yapmaktan söz etmiyoruz tabii, hepimizin, ister istemez kurumların da böyle bir politik duruşu oluyor, eğer bu tanımı kullanıyorsak. Evet, edebiyatın politik bir duruşu elbette vardır ama politika yapmak zorunda değildir yani aslında.

Yazdıklarını okura ulaştırmak hiç de o kadar kolay değil

Siyasete bulaşmak zorunda değildir, gibi mi?

Evet, çok sabun köpüğü bir şey de yayınlayabilirsiniz bunu yaparken, çünkü sonuçta okumak politik bir duruştur ama bir yandan eğlencelidir de. Yani illa her şeyi siyasete bağlamak benim içimi karartıyor. Ama kaçamıyoruz da, elimizi kolumuzu bağladılar gerçekte. Tüm dünyada da böyle, güne Manchester’daki bombalama olayıyla uyanıyoruz, eh oradan dünkü silah satışı, Donald Trump’ın Suudi Arabistan’la yaptığı bilmem ne... Hayatımız işte böyle, ama bunlardan sıyrılarak başka şeyler yapabilecek gücü ve zamanı ve alanı bulabilsek daha doğru bir siyasette gelebilecek belki. 

Yayınevleri, yazar ile okuyucu arasında bir köprü gibi duruyorlar. Peki neden bu köprüye ihtiyacımız var? Neden yayınevleri olmadan biz kendimiz çıt çıt basıp ilerleyemiyoruz, tökezliyoruz?

Aslında biraz oluyor gibi... Teknolojinin ilerlemesi, çağın değişimiyle birlikte e-kitaplarda bir kısım iş öyle gidiyor. İnsanlar bloklarından yazılarını paylaşıyorlar, bir takım e-kitaplar nerdeyse yayınlanmış oluyor. Ayrıca gene ‘publishing on demand’ diye bir şey var, istersen bir yayıncıya ihtiyacın olmuyor.

Ama Türkiye’de yayıncılık -her ne kadar daha tam olarak oraya ulaşamamış olsa da- bir “sektör.” Ve bir sektörün içinde olduğunuz zaman, işi kurallarına göre oynayanların başarı şansı daha yüksek. Çünkü bir matbaa da bastırabilirsin kitabı, ama nasıl dağıtacaksın? Dağıtım yayıncının bile çok zor yaptığı bir şey, Türkiye’den söz ediyorum ama aslında dünyanın her yerinde üç aşağı beş yukarı böyle, Türkiye de şartlar daha da ağır. Raf bulmak acayip zor bir şey, raf ömrü çok kısa... Sonuç olarak yazdıklarını okura ulaştırmak hiç de o kadar kolay değil.

Ama Twitter’da bile aslında insanlar o 140 karakterin içinde yazar olmaya çalışıyorlar. Saptamalar yazıyorlar, saptamalarla okur toplamaya çalışıyorlar aracısız olarak, yani herkes bir follower peşinde ya çağımızda, o da bir çeşit yaratıcılık üreticilik ve işte orada, yayıncı arada durmuyor.

Bu yöntem kullanılıp bir avantaja dönüştürülebilir. Büyük şehirler dışında yaşayan taze yazarların yayınevlerine ulaşması çetin bir yol zira. Ama gene de başka şeyler de var, mesela: Yayıncı fanatikleri!

Evet, yazar fanatikleri de var. Okurlar, ‘o benim yazarımdı şimdi herkesin yazarı oldu’ diye çok gıcık olabiliyor! Yayıncıysanız böyle olmuyor tabii ki, seviniyorsunuz başkaları da onu beğeniyor, o sesi duyuyor ve anlıyor diye. Çok keyifli!

Yayınevi fanatiklerine gelince... Bence de kitapların hangi yayınevinden çıktığı önemli. Çünkü belli yayınevlerinin belli çizgileri var ama hani, çok da önyargılı davranmamak gerekli. Şimdi ben tabii yepyeni bir yayınevinin yayın yönetmeni olarak önyargıların gereksiz olduğunu söylüyorum! Hoş, biz çok şanslı bir yayıneviyiz, hiçbir önyargıyla karşılaşmadık ve hemen benimsendik. Yaptığımız işler hemen kabul gördüğü için çok şanslıyız. Ve hem okurlara hem edebiyat dünyasına teşekkür borçluyuz, ben şahsen teşekkür borçluyum.

Tabi diğer yandan... Yayınevleriyle bağ neden önemli biliyor musun? Şu aslında: iyi bir editör ve iyi bir yayıncı, yazarı geliştirir. Türkiye’de çoğunlukla durum bu değildir ama bunun aksi çok örnek de vardır. Bir başka gözün yazdıklarınızı okumasının faydası saymakla bitmez. Yani senin görmediğin bir şeyi editör görür ve seni uyarır. Çünkü sonuçta hiç birimiz tanrılar tanrıçalar değiliz. Ve hepimizin hataları olabilir. Yazarken yazmanın büyüsüne kapılıp bazı şeyleri unutabiliriz. Bence iyi bir editör ve iyi bir yayıncı bir yandan geliştiricidir de. Tüm bu sektörün gerçekleri tarafını da bir kenara bırakırsak yazdıklarımıza da etkisi vardır aslında.

Sosyal medya sayesinde hepimize görünür olma zehri

Köprü olarak da en önemli görevlerinden bir tanesi bu herhalde, değil mi?

Aslında o evet. Tek tipleştirmekten, hani alıp da herkesi aynı kalıba sokmaktan bahsetmiyorum tabi, ama o sesin nasıl gelişeceğine, okura nasıl ulaşacağına katkısı olabilir diye düşünüyorum, öyledir yani.

Yayıncının da amacı yayınladığı yazarın duyulması, değil mi? Ünlü olmalarını, görünür olmalarını bekliyor musunuz yazarların?

Görünür olmak çağımızın hastalığı aslına bakarsanız. Çağımız, sosyal medya sayesinde hepimize görünür olma zehri enjekte etti. Gerçekten öyle, herkes selfie çekiyor, herkes sürekli fotoğraflarını paylaşıyor. Hepimiz yapıyoruz bunu, sonuç olarak hayatımızın bir kısmını bir sürü tanımadığımız insanla paylaşıyoruz.

Görünür olma meselesi bence sadece yazara has bir durum olmaktan çoktan çıktı zaten. Ama sanki son 5-10 yıldır falan, yazarın, yazdıklarından çok şahsiyetleriyle ortada olması gerekirmiş gibi bir algı oluştu. Röportajlarda da; eğer yazarda o tür malzeme varsa o röportaj daha keyifli olurmuş ve röportaja değermiş gibi, yani... Sadece yazdıkları üzerinden bir sohbet sürdürülemezmiş gibi bir mekanizma var.

Yayıncıysanız doğal olarak bu mekanizmanın içindesiniz tabii ki. Çünkü siz çıkan kitap tanıtılsın istiyorsunuz, hem yazarınıza borçlusunuz, hem de bir kişisel haz meselesi var, mümkün olduğunca çok okura ulaştırmak istiyorsunuz. Peki, bunun yolu bu mu olmalı? Yazarların kişilik özelliklerinden mi yola çıkmalıyız yoksa yazdıklarından mı? Bence, kesinlikle yazdıklarından.

Görünür olabilir bir yazar, yani buna hiç itirazım yok, ya da illa görünür olmalı da demiyorum, çünkü İhsan Oktay Anar gibi örnekler de var Jonathan Franzen de var... Sonuçta nereye gelirseniz gelin, o kitabın tanıtılması gerekiyor ve doğal olarak tanıtım malzemesini bir yerden tutup çıkarıyoruz bu çağda. Bu kaçınılmaz aslında ama önemli nokta şu; yazmak için yazmakla, biri olmak için yazmak arasında fark var, bu da bence anlaşılıyor.

Nasıl anlaşılıyor?

Bazı insanlar var, kendilerini bildiler bileli dünyayla olan meselelerini, travmalarını yazarak çözümlemeye çalışıyorlar. Bu dünya neden böyle sorusuna kendi yazdıklarında cevap aramaya çalışıyorlar ve yazmayı vazgeçilmez bir şey olarak seviyorlar. Buna zaman ve emek harcıyorlar ve bu bence bir yazarlık biçimi, yazarak yaşama biçimi.

Bir diğeriyse birden bire; bir hikayem var ve bu hikayeyle ben olağanüstü bir şey yazdım, çok satacak, bu yazın dosyası bu, bundan daha iyisi olamaz gibi yaklaşan insanlar var ki ben samimiyetine inanamıyorum bu grubun. Çünkü; bir yazar yazdıklarına böyle yaklaşamaz zaten, kendisini sürekli sorgular, sorgulamalıdır da. Fakat ‘bu sefer başka oldu gibi geliyor’, ‘bu bir değişik oldu bak’ gibi ayrı bir duygu ile yaklaşanlar, bana hemen ‘ha demek bunu bunun için yazmış’ dedirtiyor ister istemez. Yani yazdığında bir hesap olmalı ama bu bir ritim hesabı olmalı, okura karşı bir hesabı olmamalı. Bilmem anlatabildim mi!

Bu arada, görünürlük konusuna farklı bir açıdan geri dönmek istiyorum... Asi Kızlara Masallar kitabını yayınlamıştınız, o kitapta da amaç kadın rol modellerine değinmek, yaratmak. Sadece kadın değil pek çok azınlığın, LBGTQİ+’nin, etnik grubun rol model ihtiyacını da bir yerde bu ünlü sanatçılar karşılıyor. Fakat baskı gören kişilerin ünlü olma kaygıları da daha yoğundur, doğal olarak bir çekinme süreci yaşarlar.

Öne çıkma cesareti başka bir şey ünlü olma sevdası başka bir şey. Yani temelde söylediklerinizi toplum önünde rahatça söyleyebilmek ve arkasında durabilmek başka bir şey. O bir cesaret işidir. Yaptığınız ne iş olursa olsun bence zaten o olmalı.

Bu erkeklerin dünyasında kadınların hepsinin yaptıkları işlerle bir adım önde, ben buyum, bunu ve şunun için yapıyorum diyebilmesi önemli bir şey. Yazdıklarınızı yayınlatıyorsanız ki zaten bu bir çeşit cesarettir, birilerinin beğenisine sunmuşsunuz, öne çıkmışsınız demektir.

Ondan sonraysa röportajlar yapacaksınız, gerekirse kendinizden kişiliğinizden bir şeyler anlatacaksınız bunlara hiç karşı değilim. Sadece, ilk yola çıkışınız ne olduğuna bakıyorum; ben yazmak istiyorum, ben film yapmak istiyorum, tamam, matematikçi olmak istiyorum, her neyse, Asi Kızlar örneğinde olduğu gibi hedefiniz her neyse onu cesaretle savunmalı ve ona ulaşmak için uğraşmalısınız, ona hiç itirazım yok ama bunu sadece ünlü olma yolu olarak görmeye benim itirazım var.

İyi ki öyle bir cesaret göstermişim!

Cesaret demişken değişimden de bahsedelim. Güvenli alanlarımızdan çıkmak zordur. Uzun dönem çalıştığınız bir yerden ayrılmak, düzen bozmak kolay olmasa gerek, siz de böyle bir dönem geçirdiniz. Değişim zor oluyor mu?

Hemen söyleyeyim zor oluyor. Şöyle; o kararı verene kadar zor oluyor aslında. Benim geçen yıl ki Doğan Kitap’tan ayrılışımı kastediyoruz sanırım.

Öyle bir nokta geliyor ki... Yani şöyle; ben işini tutkuyla yapan bir insanım, olduğum yerde mutlu değilsem de o tutku beni yormaya başlıyor. Eh o durumda tutkumu azaltmam gerekecekti ki yapamazdım, ben kendimi çok iyi tanıyorum. Öyle bir ayar yok bende, bir ayarsızlık var!

Ha çok da kolay olmuyor bu tür değişimler ama iyi ki o kararı vermişim. İyi ki öyle bir cesaret göstermişim. Çünkü ben ayrılırken ‘bakalım hayat bana neler gösterecek?’ diyordum. Yani resmen böyle diyerek ayrıldım! İşte sonra hep kitap mevzusu çıktı, onu kurduk, bu günlere geldik.

Deyin ki üç gün sonra ben buradan da ayrıldım... Ama şu, sıfırdan bir şey yapmanın keyfini yaşadım. Bence hayata böyle bakmak lazım, yani geçirdiğimiz zaman, edindiğimiz deneyim... Bunlardan başka bir şey değil ki hayat zaten.

Evet, Taner Ceylan’la da başımıza gelen zorunlu değişimlerden bahsetmiştik. Sizin Doğan Kitap’tan ayrılığınız tercihliydi ama bazen de çok kötü bir şey başımıza gelmiş gibi oluyor ama sonra bir bakıyoruz... O da hayatımızın bir taşı olmuş, bizi örmüş...

Aynen. Kendi hayat hikayemden bir şey anlatayım: Ben üniversiteye başladığım yıl babamı kaybettim. Babam aktördü ve ben de üniversite birinci sınıfta bir öğrenciydim. Peki benim hayatım ne olacak diye bayağı dertlendim. Babamın üzüntüsünün yanında bir de bunu sorguladığımı hatırlıyorum. Tabi biraz da utançla. Hani bir yandan çok büyük bir acı yaşıyorsun, bir yandan ‘ulan ne olacak şimdi?’ sorusunu da kendine soruyorsun.

Deniz Yüce Başarır ve babası Kâmran Yüce, 1986

Bir iki ay sonra falan, babam seslendirme de yapardı, beni TRT’den aradılar ve dediler ki baban senin seslendirme yapmanı isterdi, sen hiç onunla gelmedin, bir gelip denemek ister misin? Ben önce biraz düşündüm, ‘bir durumu kullanıyor gibi mi oluyoruz acaba?’ dedim... Neyse sonuç olarak gittim. Önce çok izledim, sonra yavaş yavaş başladım, sonra seslendirme de benim mesleklerimden biri oldu.

Babamı kaybetmeseydim, büyük olasılıkla seslendirmeye başlamayacaktım, seslendirmeye başlamasaydım büyük olasılıkla televizyonculuk işin içine girmeyecektim falan. İnsanım sonuçta... Keşke babamı o kadar genç kaybetmeseydim tabii. Bunların yanı sıra hayata baktığınızda bütün kayıplarımızdan da bir deneyim ediniyoruz ne yazık ki.

Yaşadıklarımız aslında bir nevi derimiz gibi. Sahiplenmek, başımıza gelenleri bize sunulmuş bir armağan gibi yaşamak gerekiyor. Acılar bile insana bir şeyler öğretiyor, tek başına hayatta kalmayı öğretiyor, hiç bir şey öğretmese kendi ayakları üzerine basmayı öğretiyor, biraz erken yaşta olsa bile tabii...

Onların da yarattığı eksiklikleri, eksileri oluyor, hepimiz o eksilerle artılarla gidiyoruz. Böyle böyle bir hayat çıkarıyoruz ortaya. Dönüp baktığımızda genel olarak iyi bir şeyler görüyorsak ne ala. O yüzden; gerektiğinde bırakabilmek güzeldir.

Kafamın bir tarafında hep bir muhasebe

Olgun çağınızda olduğunuzu hissediyor musunuz?

Evet galiba öyle. Ya ben... Yaptığım işleri hep severek yaptım, şimdi de bunun meyvelerini topluyormuşum gibi hissediyorum. Gene aynı işi yapıyorum aslında ama daha da tatmin olarak yapıyorum. Dediğim gibi; şu an sonsuza kadar sürecekmiş gibi geliyor ama, ne kadar sürerse sürsün, o hissiyat bile insana iyi gelen bir şey.

Bir gün eğer bir adada ayaklarımı uzatıp deniz kenarında sadece kitap okuyor pozisyona gelebilirsem -ki yapabileceğimden hiç emin değilim (!)- dönüp baktığımda ‘ama bak bunu da yaptım’ ‘güzeldi’, ‘zevkliydi’, ‘keyifliydi’ diyebileceğim bir şeyler olduğunu hissediyorum. Başka da bir şey hissetmiyorum yani!

Telaşsız, sakin, kabullenmiş görünüyorsunuz ama... Gerçekten öyle mi? Çalkantılarınız, çatışmalarınız yok mu hiç?

Olmaz mı! Aslında çok çalkantılıyımdır. Gerçekten hep kendimi çok eleştiren biriyimdir. ‘Acaba yapmasa mıydım?’ ‘Böyle yapsam daha mı iyi olurdu?’ diyen, sürekli sorgulayan biriyimdir. Kafamın bir tarafında hep bir muhasebe sürer. Sonra çok telaşlıyımdır, yani bir iş hemen yapılsın bitsin isterim. Yoksa çok canı tez bir insanım. İnsanların işlerini nasıl ertelediklerini hiç anlamıyorum falan yani!

Ama tabi yıllar içinde herkesin farklı bir biçimi olduğunu, her işin başka tip insan gerektirdiğini öğrendim sadece. Biraz da yaşla gelen bir şey, tepkilerim genelde daha sakinleşti. Bakalım bir 10 yıl sonra ne olacak?

İyice olgunlaşmış falan...

Ya da tam tersi! Bilemem. Göreceğiz.

Peki son olarak:Hep Kitap'ta LBGTQİ+’lara yeriniz var mı peki?

Tabii ki. Her türlü ayrımcılığa karşı olmak gerektiğini düşünüyorum. Temel mesele metindir. 


Etiketler: kültür sanat
İstihdam