16/03/2010 | Yazar: Bawer Çakır

Lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüellerin (LGBTT) içselleştirdikleri ve/veya ürettikleri fobiler üzerine bir dosya yapmaya karar verdiğimizde mevsim yaz, h

Lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüellerin (LGBTT) içselleştirdikleri ve/veya ürettikleri fobiler üzerine bir dosya yapmaya karar verdiğimizde mevsim yaz, hava güzel, mekânımız bir tatil bölgesiydi. Bu yazıyı yazdığım sırada ise hava rüzgârlı ve kapalı, günlerin erken karardığı bir mevsimde İstanbul’dayım.
 
Bir Kürt olarak, özgürlükçü olarak ya da gey olarak, tekil ya da çoğul halde çarptığım duvarları ve nedenlerini yazmak ise şimdi aylar önce dilime geldiğinden daha zor. Zira zor zamanlardan, mühim zamanlardan geçtiğimiz şu günlerde yeni cümleler kurmak çok zor çoğu insan için...
 
Ama bir yerden de başlamalı. Çünkü benim ya da bir başkasının değil, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği nedeniyle ayrımcılığa uğramak istemeyen hepimizin ortak bir sorunu bu.
 
Geçmişe dönelim. Lambdaistanbul’a ikinci kez geldiğim yıl –ki 2004 Eylülü’ne tekabül eder, Pazar günleri düzenlenen "Açılma toplantıları"nın birinin başlığı "Sadece eşcinseller mi açılır?"dı. Konuşmacılardan biri anneannesinin Ermeni olduğunu öğrendikten sonra yaşadıklarını "Anneannem" adlı ses getiren kitabında anlatan avukat ve insan hakları savunucusu Fethiye Çetin ve sakat hakları için mücadele eden yazar Nazmiye Güçlü’ydü.
 
Herkes "mazlum" olduğunu düşündüğü Güçlü’ye "hak vererek" dinledikten sonra, Çetin konuşmaya başladı. Anneannesini, Ermenilerin yaşadıkları acıları, keder dolu geçmişi, müfredatın kasıtlı olarak es geçtiği tarihi, bugünkü durumu anlattı... Bazen gözlerimiz dolarak bazen sinirden karnımıza kramplar girerek dinlerken, o küçücük salonu dolduran kalabalıktan biri öfkeyle bağırmaya başladı. Çetin’e hakarete varan sözler söyledi. "Duyduklarını" daha önce ya kimseden duymadığı için ya da belleğinde hiç olmayan, duymak istemediği şeyleri duyduğu için "yalancılıkla", "bölücülükle", "tarihi saptırmakla" itham ediyordu Çetin’i. Gey olduğunu -en azından- yakın çevresinden ve bizlerden saklamayan o arkadaşı sakinleştirip durumu izah etmeye çalışsak da sözlerimize ikna olmamıştı. Mekânı terk ederken hâlâ bağırıyordu.
 
O an bu tahammülsüzlüğün bir geyden, hem de LGBTT mücadelesinin çevresinde dolaşan bir geyden duymak, salondaki herkes kadar, beni de şaşırtmıştı. Birkaç dakika bakakaldığımı anımsıyorum.
 
Olayın hemen ardından Çetin ne yazık ki "çok alışık olduğu" bu tepkiyi büyük bir soğukkanlılıkla karşılamış, bu reflekslerin nedenlerine dair şeyler anlatarak konuşmasını sürdürmüştü. Bense nasıl olur da toplumsal yapıdan kamusal alana, resmi argümandan ahlaki normlara kadar birçok alanda, birçok araçla ötelenen birinin kendisiyle aynı deneyimleri yaşayan birine böylesi bir kinle saldırabildiğini anlayamamıştım. Kafamdaki soruların yanıtını yeni olduğum LGBTT cemaatinde sonra yaşadığım tepkilerle idrak edecektim. Ne yazık ki jetonum, bu kahrolası algının, kafama milyon kere vurmasıyla düşecekti.
 
Aylar geçti, yıllar geçti... LGBTT’ler hakkında korkunç şeylerin yazıldığı, "ibne"nin hakaret olarak kullanılmasının "in" olduğu ekşi sözlük’e alternatif olmak, ayrıca homofobik ve cinsiyetçi olmayan bir mecra yaratmak için kurulan homoloji.com yayına girdi.
 
İlk günler çok güzel, neşeli, eğlenceli bir alan olan homoloji.com bir yanıyla içindeki birikimi kamusallaştırmak isteyen LGBTT’ler ve dostları için çölde su olmuştu.
 
Ancak "vaat edilen cennetin" cehenneme dönüşmesi, çok uzun sürmedi. Çetin’in Ermeni anneannesine tepki veren zihniyetin karanlık eli, kendisini "Kürt", "Kürt sorunu", "PKK", "Abdullah Öcalan", "Ermeni sorunu" gibi yine resmi argümanın "hoşlaşmadığı" konulara ve isimlere gelindiğinde gösterdi. Hem de bu kez doğrudan etimize bata bata.
Kendisine "Kemalist", "Atatürkçü", "ilerici", "modern", "aydınlık", "çağdaş" ve benzeri "öğretilmiş" sıfat yükleyen, ve bunu da her fırsatta beyan eden sözlük kullanıcıları, Kürt veya Ermeni olduğunu söyleyen ya da bu konuda resmi argümanın aksine şeyler söyleyenleri linç etmeye, zaman zaman "ya sev ya terk et" söylemiyle homoloji’den uzaklaştırmaya, zaman zaman da kelle istemeye kadar gitti... Bazen kızgınlıkla, hınçla yanıtlar yazıp dalaştık, bazen durumun tuhaflığına üzülerek burkulduk, kimi zaman da "yaşananları sevmek yerine" olay mahallini terk etmeye giriştik, hatta terk ettik... "Mağdur" geyin, başka bir mağdur geyi, eline geçen ilk fırsatta mağdur ederek kendi mağduriyetini unutmasına, şaşırmakla öfkelenmek arasındaki o mayınlı bölgede vücut bütünlüğümüzü koruyarak gezdik. Sonra homoloji.com’un server’ı çöktü, onca hakaret, onca ırkçı ifade, onca açıklama ve diyalog kurma çabası da uzayın boşluklarına karıştı. Peki ya tortusu? O ise ne acıdır ki kendine "yeşerecek" toprak, beslenecek gübre, su ve güneş bulabildi.
 
Tam bu sıralar bir profil sitesinde tanışıp hoşlaştığım biriyle muhabbeti "ciddileştirip" MSN’e taşıdık. "Ne dinliyorum’u göster"i seçtiğim için, dinlediğim şarkılar karşımdaki insanın ekranında da görünüyordu. "Görünmez olsaydı" dediğim olay ise Kürt şarkıcı Aynur Doğan’ın bir şarkısının müzik çalarımda dönmeye başlamasıyla oldu.
 
Kendini –yine (bir tesadüf olamaz değil mi?) Atatürkçü olarak tanımlayan kişi önce Doğan’ın Kürt olduğunu bilmediğimi düşünerek vurguladı. "Çok sevdiğimi" öğrenince de frenleri patlamış araba gibi yokuştan üzerime salındı. "Ben milliyetçiyim. Kürtleri hiç sevmem. Kürt diye bir şey yoktur. Kendine Kürt diyen herkes kandırılmıştır, ısrar edenler asılmalıdır." Neden bilmiyorum ama kayışı "Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürt ismi olanlarla hiç konuşmam. Kıymetini bil" dediğinde kopardım.
 
Bana, "Diğerleri kötü, sen iyisin" diyerek eşcinselliğime ve/veya Kürtlüğüme "tolerans" gösterenlere duyduğum ama mümkün mertebe dizginlemeye çalıştığım kızgınlık, orada çalkalanmış asitli içecek gibi kontrolsüzce patlayıverdi.
 
Zira sabırla açıklama yaptığım süre dolmuş, sinirim çalan zilin sesini duymuştu. Mesajlaşırkenki mutlu ve mesut ilişki bir Kürtçe şarkıdan "şiddetli geçimsizliğe" terfi etmişti. Sonra karşılaştığımız hiçbir yerde selamlaşmadık bile.
 
...
 
"ama siz yükseleceksiniz hep bembeyaz,
onlar aşağıda siyah kalacak!
sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak!
siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar terleyip sıçrayacak!
kavunun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak.
genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak!"
 
Bu dizeler Birhan Keskin –ki her dizesi ömre bedeldir- "Öteki" adlı şirinden. Toplumumuzdaki ve elbette –hiç sevmem bu kelimeyi ama- cemaatimizdeki ayrımcılığı tarif etmeye çalışırken cuk dedi oturdu sanki. Zira, kabul görme isteğinin çığırından ve insanlığından çıkardığı "dezavantajlı gruba" mensup bireyin, kendine yoldaş/dost eylemesi gereken başka bir dezavantajlı grup üyesini düşman bellemesidir yılanın başı. Ama o başın ezilip yok edilmesi değildir çözümü. Teşhir edilip, üstüne tartışılması ve bu hastalığın bir daha nüksetmemesi için virüslü bölgenin iyice temizlenmesidir ihtiyacımız.
 
Çünkü, istediğiniz kadar "haklı" çıkartmaya çalışalım bir LGBTT’nin Kürtlerden, Kürtlerin Ermenilerden, Ermenilerin Alevilerden, Alevilerin türbanlılardan, türbanlıların Rumlardan... Kısacası "Türk, Müslüman, Sünni, heteroseksüel ve Erkek" olmayanların (potaya girmek için en az biri olmanız kâfi) birbirlerinden nefret etme, birbirlerini düşman görme ve birbirlerinden uzak durma lüksleri yoktur. Hele ki bu insanlar kendi "kulvarlarında" mücadele ediyor, kendileri ve –klasiktir- dünya için eşitlik, barış, kardeşlik istiyor, anlayış ve haklarını talep ediyorlarsa kabul edilebilir hiç değildir.
 
Faşizmin mağduru birinin homofobik, ırkçılıkla cebelleşen birinin kadın düşmanı olması, türban taktığı için etiketlenenin Alevilerden ya da misal Hıristiyanlardan nefret etmesi gibi uzayıp gidecek bu zincirde, cümleleri kurarken bile, görünen saçmalığa prim vermek mağdurun, mağdur edenlerin ekmeğine yağ ve bal sürmesinden başka hiçbir getirisi olmayacak bir "hizmete" alet olmaya yeter... de artmaz; o yağın ve balın sürülmesiyle, egemenin o ekmeği mideye indirmesiyle kalır.
 
Bu nedenle yapılması gereken, -ya da daha imgesel olsun- kanayan yaranın merhemi birbirini anlamaktan geçer. Elif Şafak’ın bu yılki LGBTT Onur Haftası’nda yaptığı konuşmadaki "sığ empatiden" bahsetmiyorum. Söylemeye çalıştığım daha çok dinleyebilmek, konuşabilmek, yermek yerine kabul etmek gibi daha olası, insani ve çoğaltıcı şeyler.
 
LGBTT mücadelesine emek verenler –ki birçoğunu tanıyorum, birçoğu arkadaşım- yıllardır verdikleri emeklerinin (kendimi de bu emeğe dahil edeyim müsaadenizle) sonucu olarak yalnızca LGBTT’lerin özgürleşmesini ve haklarını almak istemiyorlar.
 
LGBTT mücadelesinin bileşenleri kendilerinin de mağduru olduğu algının/yapının/zihniyetin ya da adına her ne diyorsak, o illetin ortadan kalkması ve her yurttaşın/insanın eşit haklara ve ifade özgürlüğüne sahip olduğunu bir Türkiye/dünya için mücadele ediyorlar/ediyoruz.
 
Bu dosyada ucundan kıyısından değinmeye çalıştığımız şey aslında biraz da bu. Eğer yüzüne ışık tutulmuş tavşanlar gibi hissedersek belki düşünmeye/konuşmaya/anlamaya/dokunmaya başlarsak bu taşlarla örülü zorlu yolun sonunda yemek istediğimiz çorbaya lezzet vermesi için gereken bir tutam baharatı daha atmış olacağız.
 
Evet biliyorum kötü bir son olacak, evet farkındayım çok geyik ve klişe ama, hem valla hem billa; kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz. Zira, bunun aksi, yine Birhan Keskin’den alıntılarsak çok da güzel görünmüyor:
 
"balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor."


Etiketler:
İstihdam