24/04/2006 | Yazar: Cihan Hüroğlu

‘Mahremiyetin yıkılışıyla, adrenalinin gizemiyle bütünleşen haz, bize, sıkıcı bir kurallar bütününe sığınmış heteroseksüel ritüellerden belli ki zaman zaman bambaşka duygular vaat ediyor. Hani en masum ihtiyaçlarımızın tatmini peşinde koşarken kötü tesadüfler sonucu şiddetle yüzleştiğimizde duyduğumuz pişmanlık belki biraz da bu yüzden. Halbuki pek çoğumuz yıllarca neye layık olduğumuz ya da neyi hak edip etmediğimiz konusunda kimseye fikir danışamadan birey olmanın ‘fazla’ özgür ve fazla yalnız halini yaşıyor. Karar verişimizdeki yalnızlığımız ilk hatada suçun sorumlusunu bulmada bütün okların tek bir kişiyi, kendimizi göstermesine sebep oluyor.’

“Mahremiyetin yıkılışıyla, adrenalinin gizemiyle bütünleşen haz, bize, sıkıcı bir kurallar bütününe sığınmış heteroseksüel ritüellerden belli ki zaman zaman bambaşka duygular vaat ediyor. Hani en masum ihtiyaçlarımızın tatmini peşinde koşarken kötü tesadüfler sonucu şiddetle yüzleştiğimizde duyduğumuz pişmanlık belki biraz da bu yüzden. Halbuki pek çoğumuz yıllarca neye layık olduğumuz ya da neyi hak edip etmediğimiz konusunda kimseye fikir danışamadan birey olmanın “fazla” özgür ve fazla yalnız halini yaşıyor. Karar verişimizdeki yalnızlığımız ilk hatada suçun sorumlusunu bulmada bütün okların tek bir kişiyi, kendimizi göstermesine sebep oluyor.”

27 Eylül Cumartesi günü cinsel özgünlüğümüzün farkına vardığımız andan beri hatta daha öncesinden itibaren karşımıza çıkan şiddet türlerinin en gerçek olanını, benliğimizi, farklılığımızı yok etmeye yönelik cinayetler üzerine konuştuk.

Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nin 3000 kişilik Anadolu Oditoryumunda cumartesi günü konuşmacılar dahil yaklaşık 50 kişi bir araya geldi. Katılımın azlığı sadece bu oturumun geniş kapsamlı gerçekleştirilen Avrupa Adli Bilimler Akademisi Kongresinin yorucu temposunda son oturum olarak yerleştirildiği için değil, aynı zamanda korkarım konunun hala yeterince ciddiye alınmadığı içindi. Daha sonra Hürriyet Milliyet Sabah ve Beyoğlu gazetelerinde de yer alan haberi bir de kendi gözümden iletmek istedim.

Eşcinsel Cinayetleri (*) başlıklı oturuma 35 yaşından sonra yakın bir eşcinsel arkadaşının ağır bir saldırıya maruz kalmasının ardından kriminoloji okumaya karar veren Kanadalı Douglas Janoff’un Kanada’da yaşanmış eşcinsel cinayetleri ile ilgili verdiği “ilginç” istatistiklerle başladık. Bu konuda Kanada’da yapılmış ayrıntılı incelemeler belgesel görüntüleriyle önümüze getirildi. Oturumdan yaklaşık bir hafta öncesinden itibaren Douglas ile devamlı görüşerek Türkiye’de ciddi deneyimler yaşamış arkadaşlarla Türkiye’deki durum hakkında konuşmuştuk.

Douglas Janoff ofisimize ilk geldiğinde Türkiye’de bulabileceği ayrıntılı veriler ve istatistikler için büyük umutlar taşıdığını sanmıyorum. Zaten ona tavsiye edildiği üzere o da en pratik metodu bularak İstanbul morguna travesti ve transeksüel görünümlü maktullerin hangi sıklıkta görüldüğüne ilişkin veriler almaya gitmişti. Görevlilerin yılda bir ya da birkaç civarında dış görünümünden anlaşılabilecek travesti cesedini belirleyebildiklerini söylemiş olmaları durumu yeterince iyi özetliyordu. Kaybolan kurbanları, kendini gerçekleştiremeden bu tür cinayetlerle yitip giden, bu yüzden de hiç tanıyamayacağımız travesti ya da transeksüelleri ve zaten morgdan belli olamayacak geyleri düşündüğümüzde elbette morg deneyimi bir yere kadar bir anlam ifade ediyordu.

Douglas’ın bizimle birlikte geçirdiği süre içinde toparlamaya çalıştığı bilgiler zaman sorunu yüzünden sunumuna pek yansıyamadı ama Kanada’da bir gazetede yazacağı yazı için yeterince materyal ve fotoğraf toplamasına imkan sağladı. Bunun yanı sıra önümüzdeki yıl çıkacak olan Pink Blood: Homophobic violence in Canada (Pembe Kan: Kanada’da homofobik şiddet) adlı kitabında yer alacak 100 civarında ölüm ve 350 civarında saldırı olaylarına yeni veriler elde ettiğini umuyorum.

Douglas’ın Kanada üzerine anlattıklarıyla --daha sonra Cem’in de konuşmasında belirttiği gibi-heteroseksüel olmayan kitlenin karşılaştığı şiddette, ekonomik refah düzeyinin ve geniş sosyal hakların bile önümüzdeki sarmalı çözmeye çok da yeterli bir taban oluşturamayacağını gördük. Hani bir kişi ölmüşse bir trajediyle, yüz binler ölmüşse sadece istatistiklerle karşılaşıyorduk ya, işte sanki biz de Kanada trajedilerinin ayrıntılarına dalmışken Türkiye’nin kayıp istatistiklerine yoğunlaşma fırsatı bulamıyorduk neredeyse. Neredeyse diyorum, çünkü Cem bizi doğru zamanda cesur tanıklığıyla olmamız gereken yerin tam da göbeğine oturttu. Ama Cem’in konuşmasına gelene kadar elbette anlatılacak çok şey var.

Douglas Janoff öncelikle Kanada’da pek çok eşcinsel cinayetinin yargıda nefret cinayeti (hate crime) kategorisine sokulmadan değerlendirildiğinden bahsetti. Sadece Kanada üzerine yoğunlaşılmış bu ilk sunumda, İstanbul’da Bilgi üniversitesi Lambdaistanbul ve Anadolu Ayıları ile birlikte gerçekleştirilen sempozyumda Fatih Yavuz’un da verdiği istatistiklere paralel istatistikler, özellikle eşcinsel erkeklere yönelen şiddetin daha vahşi şekilde uygulandığı gerçeğini doğrulayacak bir biçimde kendini gösteriyordu. Sunum boyunca kimi zaman önceden planlanmış, kimi zaman sadece birisi diğerinin bacağına dokunduğu için onlarca bıçaklamalarla, bazen yüzün üzerinde bıçak darbesiyle sonuçlanabilen, en basit eşyaların cinayet aletlerine dönüşebildiği vakalarla yüzleştik. Şiddeti fetişleştiren popüler kültürün bizimle dilediğince oynadığı üzere pek çoğumuzun gayet iyi bildiği yaratıcılıktaki cinayet biçimlerini burada daha fazla saymak ne kadar yararlı olur emin değilim. Ama Af Örgütü’nün “İşkenceyi Yok Sayamazsın” afişlerinden kafama kazındığı üzere biraz da işkenceyi yok sayanların içine işleyebilsin diye sanırım daha detaylı bahsetmek faydalı olacak.

Daha çok bir şehir fenomeni olarak nitelendirilen ve özellikle eşcinsel kadınlardan çok eşcinsel erkeklerin kurban olduğu olayların bütününe bakıldığında özellikle travesti ve transeksüel kurbanların Kanada nüfusuna orantılı olamayacak bir biçimde çok olduğu belirlenmiş (cinayetlerin %5’i). Bu cinayetler %11 çark alanlarında, %65 kurbanın evinde, %8 eşcinsel topluluğun içinde işlenmiş. Daha önceden elde edilen veriler ışığında cinsellik içeren öldürme olaylarında şiddetin daha çok görüldüğü ve eşcinsel cinayetlerinde özellikle görülen yoğun şiddet bir örnekle aktarılmış. Burada heteroseksüel varsayılan 195 kişilik bir kontrol grubuyla 67 yedi kişilik bir eşcinsel grup öldürülme biçimlerine göre sınıflandırılıp karşılaştırılmış. Eşcinseller en çok ağır yaralanarak(%30) öldürülürken heteroseksüellerin grubu en çok ateşli silahlarla (%61) öldürülmüş. Eşcinsellerde ise ateşli silahla öldürülme oranı %22 olarak belirlenmiş. Bu oranlardaki farkları daha iyi incelemek üzere kurbanların vücutlarının nerelerinden yaralandıklarının araştırması yapıldığında eşcinsellerde yüz, kafa, boyun, sırt, kollar, bacaklar göğüs gibi bölgelerinden %40’ların üstünde oranlarla yara aldıklarını görülürken bu oran kontrol grubunda (Heteroseksüellerde) yine %40’ın üzerinde olan göğüs ve kafa haricinde diğer bölgelerde %20-30 civarında kalmış. Daha net belirtmek gerekirse, öldürme şekilleri içerisinde 146, 60, 40 kere bıçaklama, kafaya 15 kere çekiçle vurma, çivi tabancasıyla 23 kere kafaya ateş etme, döverek ve tekmeleyerek öldürme, 68 kere bıçaklama ve kastrasyon ve bunun gibi durumlar sıralanmış.

Bu veriler ışığında aslında aralarında - daha sonra dinleyici olarak söz alan Aslı Atamer’in de belirttiği üzere - hiçbir sosyal bilimci bulunmayan konuşmacılar belki biraz da yönlendirmeden kaçınmak için verileri doğrudan yorumlamaya girişmediler ve sanırım bu şu an daha çok bize düşüyor. Kriminolojinin bir sosyal bilim statüsünde okutulduğu Kanada’dan gelen Douglas ise kendi verilerini olabildiğince tarafsız sunma gayretindeydi.
Douglas Janoff’un sunumundan sonra Douglas Dosey söz alarak Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinden gelen bir Afro-Amerikalı olarak çok iyi tanıdığı ayrımcılıktan biraz bahsederek karşılaştığı bazı deneyimleri anlattı. Eşine kızan bir eşcinselin eşi evdeyken evini yakmasıyla evlat edinilmiş küçük bir çocuğun ölmesini takip eden bir örnekten bahsetti, fakat konuyla birinci dereceden ilgili olmadığı için söyledikleri sınırlı kaldı ve bu tür davaları doğrudan homofobi kökenli eşcinsel cinayetleriyle ilişkilendirmekte zorlandık.Ardından dikkatimiz İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Haili Yılmaz’a kaydı.

Sadece eşcinsellerin yaşadığı sorunlarda değil, yaşadığımız diğer pek çok sorunda polisleri ötekileştirmeye zaten yeterince yatkın olduğumuzdan, bu sunumu eşcinsellik gerçeğini kanımca yeterince taraflı tanıma imkanı bulamamış Halil Yılmaz’ın kişiliğinden ayrı bir şekilde değerlendirmeye çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Toplumun eşcinsellik konusundaki cahillik ve ön yargılarında polislerin ekstra bir cahilliği olmadığı açık. Hatta panelden sonra konuşmaya çalıştığımızda polislerin eğitim programları ile ilgili katkıda bulunma isteğimiz üzerine Halil Yılmaz, eşcinsellik gerçeğine saygı duyduklarını belirtirken, sunumundaki bakış açısından oldukça uzak bir yerlerden konuşuyordu. Bu da belki art niyetli bir strateji olarak görülmemeli. Bunlar daha çok medyanın eşcinselliği bir yeren, bir acıyan, bir saygı duyan çelişkili haberleri, AB sürecinde kendimizi sorgulama fırsatını bulamadığımız bazı kurallarla disipline etmemiz gerektiğini söyleyen yöneticilerin yol açtığı bu coğrafyanın insanlarının kafa karışıklığına bağlanmalı herhalde.

Halil Yılmaz sunumunda 1996 yılından itibaren rapora geçmiş 34’ü aydınlatılmış (gerçi ne kadar aydınlatıldığını da bilmiyoruz) 36 cinayetten söz etti. Gerçek rakamları tahmin etmek zor. Bu cinayetlerin 24’ü bıçaklama, 4’ü tabanca ile, 8’i darp ve boğma cinayetleri olarak sınıflandırılmış. Cinayetlerin çoğunluğunun evlerde, bir kısmının ise otoyol kenarlarında işlendiği tespit edilmiş. Halil Yılmaz öncelikle eşcinsel cinayetlerinin çoğunun eşcinsellerle eşcinseller arasında gerçekleştiğini, maktullerin çoğunun yüksek eğitimli, yüksek gelirli, evlenmemiş ya da evlenmiş de boşanmış, yalnız yaşayan erkekler olduğunu belirtti. Buraya kadar söylenenler sadece veriler ışığında bir tür profillendirme çabası olarak ele alınabilirse de tespitlerin tanım karışıklıklarına ve erken genellemelere yol açacak türden olduğu dikkatimizi çekti. Panel sonunda katil zanlılarının kendilerini eşcinsel olarak tanımlayıp tanımlamadıkları sorusu sorulduğunda bu soruya kesin cevap verilememesi bu tanım karışıklığın bir göstergesi olabilir.

Toplumda eşcinsel ilişkiye giren kişilerden muhtemelen küçük bir kısmının kendisini eşcinsel olarak tanımladığını, yani sadece bu küçük kesimin çevresindeki eşcinsellerle ortak bir kimlik yaratma uğraşısı içerisinde olduğunu var sayarsak, eşcinsel kimliğini sadece ve sadece kendi cinsiyetinden kişilerle cinsellik yaşıyor diye sahiplenmeyi reddeden, kendini bu kimliğe ait hissetmeyen ve kendini sıkışmış hisseden kişilerin şiddet olaylarına yatkınlığını görebilmek zor değil. Yani bir çoğumuzun da yakınından duyduğu, bazılarımızın deneyimlediği bu tür şiddet olayları kendisini eşcinsel kimliğine ait hisseden ve bu kimlikle barışabilen kişiler tarafından gerçekleştirilmiyor. Bu söylentilerin daha somut verilerle doğrulanması ya da yalanlanması açısından sorulan sorunun önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca ‘eşcinsellerin arasında yaşanan şiddet’ vurgulaması eşcinsel kimliğin kapsamlı bir anlamda oluşmadığı bir toplumda kullanıldığında, eşcinsel ilişkiye giren ya da girebilen herkesin bu tanıma dahil olabileceğini anlıyoruz ki bu cümle bir belirlemeden çok bizi daha büyük bir muğlaklığa götürüyor.

Toplumda herkesin kafasında eşcinsel başka bir öteki olarak şekillendiğinden, ötekinin kendi içinde kendini yemesi bir çok insanın duymayı isteyeceği şey olabilir ama maalesef hiçbir şeyi aydınlatmıyor, çünkü eşcinselin kim olduğu belli değil. Müphem kimliklerin anlamından bahsedecek kadar ileri gitmeden kolaycı zihnin eşcinsel dendiğinde getirdiği ilk çağrışımlara bakabiliriz.

Eşcinsel kelimesinin ifade ettiklerini çok da belirsizleştirirsek fazla ileri gitmiş oluruz, çünkü polisin ayrıntılarıyla raporlaştırdığı bilgiler ışığında bize aktarıldığı üzere bize hali hazırda bir eşcinsel maktul ve “eşcinsel” katil zanlısı profili çıkıyor. Polis raporlarına göre; “30-42 yaşları arasında gelir düzeyi yüksek, eğitimli, yalnız yaşayan, bekar, eğlenceye düşkün ama fazla alkol kullanmayan, 19-20 yaşlarında genç erkeklerle para karşılığında beraber olan çoğu pasif homoseksüel, bazısı aktif bazısı hem aktif hem pasif homoseksüel” maktullerin karşısında yaklaşık yarısı 18-30 yaşları arasında, ilişki için değil genelde para için homoseksüel ilişkiye giren, işsiz, ailesi tarafından dışlanmış, kendi tercihin dışında ilişkiye zorlandığı ya da para karşılığında girdiği ilişkiden sonra tiksinti duyduğu için şiddete baş vuran kişilerden oluşan katil zanlılarının profillendirmeleri yapılıyor. Daha sonra bu verilerin sadece zanlıların ifadeleri olduğunun söylenmesi azıcık yüreğimize su serpiyor. Fakat hemen arkasından cinayet mahalinde bulunanlar sayılıyor. Prezervatif ve kayganlaştırıcının aspirin ya da tentürdiyot gibi sağlık ürünleri yerine raporlara geçmesi polisin aynı zamanda cinselliğe bakışı ve bu konudaki bilgisiyle de ile ilgili ipuçları da veriyor. Bunun yanında bulunduğu söylenen pornografik kasetler ve eşcinsellerde genelde görüldüğü öne sürülen kırmızı tangalar da raporlara geçmiş. Sonrasında neyse ki Cem bizim neresinden tutacağımızı bilemediğimiz genellemelere karşı bir adım atarak başka cinayetlerde de evlerde renkli iç çamaşırlarının aranıp aranmadığı, evdeki cd’lerin porno içerikli olup olmadığına bakılıp bakılmadığına dair sorusuyla başlıyor konuşmasına ve yükümüzü hafifletiyor.

Halil Yılmaz konuşmasında ayrıca eşcinselliğin bir tercih olarak algılanmasının yanlış olduğunu, bunun zor ekonomik koşullar sonucu oluşan bir sapma olduğunu, 70’lerden sonra yaygınlaşan gey barların bugün Beyoğlu’ndaki barların hemen hemen yarısına tekabül ettiğini söylemekten çekinmiyor. Bir yandan bu tür olayların eşcinseller arasında olduğunu belirtirken diğer yandan eşcinselliğin bir tercih değil parasal ihtiyaç yüzünden oluşan bir sapma olduğunu belirtmesi, buna tam örtüşmeyen maktul-zanlı profilleri gibi konuşmasında daha çeşitli bir çok çelişki bulunuyor.

Burada bu tür suçlardan bahsedilirken erkenden akla geliverecek erkek seks işçilerini, özellikle “rentboy” ları da etiketleyip alelacele karşı tarafa konumlandırmaktan huzursuzluk duymamız gerektiğini düşünüyorum. Bu kişileri de potansiyel şiddet uygulayıcıları olarak damgalamak TV kanallarının tinerci sokak çocuklarını düşmanlaştıran propagandalarına benziyor. Eşcinsel ilişkiye giren erkek seks işçilerinin sıkışmışlığı “eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir” özlü sözümüzü hatırlattırıyor. Amaç elbette bu kişilerin cinsel kimlikleri hakkında spekülasyon yapmak değil. Ama bir kimliği sonradan giymek sancılı bir süreç olduğu için kendilerini hangi cinsel kimlikle tanımlarlarsa tanımlasınlar eşcinsel ilişkiye giren erkek seks işçileri kendi yaptıklarını bu dünya içinde konumlandırmakta zorlanabiliyorlar. Kimi kadın sevgilisi onu aldattığı için, kimi kadınlarla uğraşmak istemediği için, kimi gerçekten hoşlandığı için, kimi sadece ve sadece paraya ihtiyacı olduğu için bu tür para karşılığı ilişkiye girdiğini söylüyor ve belki her seferinde başka bir sebep öne çıkıyor. Cinselliklere bir sebep uydurmaya çalışmak ve kendini devamlı başkalarının gözünden acımasızca yargılamaya devam etmek hepimizin üzerinden bir baskı oluşturuyor. İçsel çelişkiler ardından paranın ilişkileri yabancılaştırması, hep üreme amaçlı olması gerektiği öğretildiği halde cinsel ilişkinin başka türleri, kadınsılık erkeksilik halleri, kullanılmışlık duyguları, bir garip gey alt kültür, yüzümüze çarpan orantısız gelir dağılımı, namus ve hepsi birden çoğu yeterli eğitim fırsatını bulamamış seks işçilerinin ve seks işçisi olmayanların birdenbire kaldıramayacakları kadar ağır varoluşsal problemler.
Daha sonra söz alan cinayet masasından Ahmet Sürel de aynı tür genellemeleri tahminen eşcinseller hakkında bilgi verme amacıyla hazırlanmış tutanaklardan alıntılar okurken yapıyor. Tutanaklara maktulün eğlenceye düşkünlüğü, kaşlarının alınmış olması gibi belli ahlak kalıplarında düşünen insanlara yargı için yönlendirme yapacak şekilde hazırlanmış .Yine bu bilgiler amaçlandığının ötesinde bizim farklı kişilerle eşcinselliği konuşurken tanımlarımızın hangi kalıplar içerisinde algılanacağına dair önemli bilgiler edinmemize yarıyor. Bunun dışında katil zanlıların kendi ifadeleri doğrultusunda ekonomik ve ailevi zorluklarının açıklanmasına ayrılan zaman da bana ister istemez zanlının cinayet gibi ciddi bir durumda yaptıklarının mazeretlerini açıklama girişimi gibi geliyor. Oysa eşcinsellerin, travesti ve transseksüellerin hırsızlık, gasp, cinayet gibi durumlarda kolay hedef olarak algılandıkları bir toplumda zanlının psikolojik durumunun yanında maktulün de eğlenceye düşkünlüğünden başka üzerindeki yoğun baskının altının çizilmesi gerekirdi.

Bütün bunlardan sonra söz alan Cem Başeskioğlu elinden geldiği kadar soğuk kanlı bir şekilde oldukça zor yaşanmış şiddet deneyimini anlattı. 1,5 sene kadar önce İnternet üzerinden birkaç haftadır yazıştığı kendisini gey olarak tanıtan bir adamla nasıl buluşup yemek yediğini, daha sonra yemekte de yanlarında bulunan Cem’in bir kız arkadaşının geç olduğu için ayrılıp onları yalnız bıraktığını, daha sonra Cem’in bu kişiyle nasıl beraber yemek yaptığını, her şeyin ne kadar sorunsuz, hatta olması gerekenden daha sorunsuz bir şekilde yaşandığını Cem’den dinledik. “O kadar kibar davranıyordu ki”, diyordu Cem, “çayımın şekerini benim yerine o atıp karıştırıyordu” . Geç saatlere kadar, cinsel ilişkiden sonra bile bir sorun çıkmadığını, Cem sakince uyumak istediğini söylediğinde diğer kişinin uykusunun kaçtığını, biraz daha oturmak istediğini dinledik.. Sonrasında ise bütün bunların planlı bir cinayet eylemine götüren ipuçları olarak daha net anlamlandırabiliyor hale geldik.
Bundan sonrasını Cem elbet elinde olmadan biraz kendi duygusal dünyasını da işin içine katarak anlattı. Sanırım dinleyiciler de gerçek bir deneyimle empati kurma fırsatını ancak bu anlarda yakaladı. Gece uykusunda nasıl bir acıyla uyandığını, olanları rüya zannedip nasıl hala soğumamış yarasıyla banyoya gittiğini, arkasından banyoda geçen boğuşmaları, Cem’in ne zaman nasıl yaralandığını kendi ağzından ayrıntısıyla dinledik. “Akşam yıkamaya üşendiğim keskin bıçak yerine kör bıçağı kullanmış ve bu kör bıçağı tezgahın üstünde bırakmış olmam benim hayatımı kurtardı” diye açıklıyordu şanslılığını. Çünkü saldırgan Cem’e ilk eline geçirdiği bu kör bıçakla saldırmıştı. Olayların gerçekliğinin farkına vardığında ilk olarak kalp hastası annesini düşündüğünü söylediğinde Cem, göz yaşlarını tutamadı. Tabi hemen başına üşüşen gazetecilerin etkisiyle biraz kendisini toparladı. Boğuşma sırasında sokak kapsını tekmeleyerek gürültü çıkarmaya çalışmış, bunu kısmen başarmış ve deprem korkusuyla bazı komşular uyanmıştı. On beş yirmi dakikalık bir boğuşmadan sonra bir durulmada Cem bıçağı eline geçirip ”Bunu neden yapıyorsun?” diye sorduğunda adam sadece “Tamam, gidiyorum” deyip öylece çekip gitmişti. Saat 3 sıralarında polisin olay yerine gelmesine rağmen Cem ancak saat 7 gibi hastaneye kaldırılabilmişti.
Olay yerinde uzun süre başını kucağına alan bir polisten su istemesi üzerine polisin “Su içme aslanım, canın daha çok yanar” demesini Cem, “Polis eşcinsel olduğumu anlamamış olsa gerek” diye yorumluyordu.

Aldığı 17 bıçak darbesi sonucunda Cem daha sedyede taşınırken bir yanında hastanede kalabilmesi için ona imzalatılmak istenen kağıdı tutan adam ve diğer tarafında da başka bir emniyet görevlisi bunu kimin yaptığını öğrenmek için peşlerinde koşuyordu.
Bu tanıklık üzerine elimizde olmadan bütün yaşadıklarıyla yeniden yüzleşme pahasına bu konuşmada bulunan Cem’in cesaretini alkışlamadan duramadık.

Sonrasında Lambdaistanbul adına söz alan Can Yaman kısaca Lambdaistanbul’dan ve ŞİMAG grubundan bahsetti ve yapılan çalışmaları anlatırken sunumlar üzerine yapılan ve burada sayılan birkaç eleştiriyi de sözlerine eklemeyi ihmal etmedi. Can bize bu cinayetlerin öneminin ve farklılığının Cevat Tuksavul gibi meşhur isimlerle ortaya çıkmasından sonra anlaşıldığını, ve Emre Kuytu gibi diğer isimlerle birkaç senedir gündemde kaldığını hatırlattı. Bu sorunun toplumun heteroseksizmi sonucu eşcinsel kimliğe yaşam alanı bırakılmaması ve barlara ve karanlık köşelere sıkıştırılan eşcinsellerin riskli ilişkilere girebilmeleri sonucu arttığını ekledi. Ayrıca bu yaşanan olayların tek gecelik ilişkilerin sonucunda olabileceği gibi, aylarca sürebilen bir planlı ya da plansız bir güven kazanma süreci sonunda da gerçekleştiğinin görüldüğü durumlara dikkat çekti. Heteroseksizmle birlikte homofobinin de tekrar tanımı yapan Can konuşmasını bitirirken travesti ve transeksüellerin seks işçiliğine itilme problemine bir çözüm aranması gerektiğini ve eşcinsel cinayetlerinde cinsellik teklifinin ağır tahrik olarak tanımlanıp hafifletici bir sebep kategorisine sokulması yerine bu cinayetlerin birer nefret suçu olarak tanımlanması gerektiğini vurguladı.

Toplantı sonunda soru cevap kısmına geçtiğimiz zaman soruların daha önceki oturumlarda yapılmış olduğu gibi söz alarak değil elimize tutuşturulan kağıtlara yazılarak sorulacağını gördük. Bu durum muhtemelen ağır tartışmalara gebe bu konunun kızışmasından korkulduğu için düzenlenmişti. Neyse ki Adli Tıptan Aslı Atamer, Selin Müderrisoğlu ve Sinem Yıldız konuşmacılar arkasından aldıkları kısa sunumlarıyla eşcinselliğin Dünya Sağlık Örgütü’nce bir hastalık olarak tanımlanmadığını hatırlatıp Türkiye’de eşcinsel erkeklere yönelik şiddet istatistikleri ile ilgili anket sonuçlarını kısaca değerlendirdiler. Polis sunumlarında ihmal edilen erkek ve kadın eşcinsellerin üzerindeki baskıya da (Gay related stress) değinmiş oldular. Elbette bu durum bizi ancak kağıtlara yazarak karşı çıkabileceğimiz argümanlarla boğuşma işinin bir kısmından daha kurtardı.

Toplantıda Mehmet Tarhan’ın sorusu ise Halil Yılmaz’ın toplumsal bir sorun olarak nitelediği eşcinselleri “ortadan kaldıran kahramanları” devletin neden yakalamak isteyeceğine yönelikti. Bu soruya cevaben Halil Yılmaz’ın işlenen suçun yanlışlığına değil bu işi yapan kişilerin yanlış olduğuna vurgu yapması ve tek meşru gücü kullananın devlet olması gerektiğini hatırlatarak cevaplaması bize bu konuda yeterli duyarlılığın oluşmadığını hissettirdi.

Oturumun hemen sonrasındaki pazar günü Milliyet Pazar’da, iki hafta sonra yine pazar günü Hürriyet’te daha sonra Sabah gazetesinde ve Beyoğlu gazetesinin manşetinde bu oturumla ilgili haberlere rastladık. Beyoğlu Gazetesi’nin Halil Yılmaz’ın söyledikleri üzerine “Kırmızı Tanga tartışması” olarak manşetlediği haber eşcinselliğin sadece ve doğrudan cinsellikle ilgili bir fenomen olduğu önyargısını perçinlemiş oldu.

Üç saat kadar süren oturumda hiç travesti ya da transeksüel dinleyici ya da konuşmacı yoktu.Onlar pek çok alanda şiddeti birebir yaşayan kişiler olarak bu konuda güvenlik güçlerinin yaklaşımlarını tanıyacak kadar bilgi sahibiydiler. Onların yokluğu ile gözümüzden kaçan pek çok çelişkiyi de orada ortaya çıkarma şansını kaçırmış sayılabiliriz.
Şiddet ile bu kadar çıplak ve savunmasız bir şekilde karşılaşmamız hepimizi zaman zaman ümitsizliğe düşürebiliyor. Sunumdan birkaç gün önce bize “Bu cinayetler sessiz birer intihar” diyordu Cem, “Yoksa neden eşcinseller en tanımadıkları insanlarla en karanlık ve en tehlikeli köşelerde buluşmaktan bir türlü vazgeçmiyor?”

Yine de belki bunlar biraz da karamsar sorular. Mahremiyetin yıkılışıyla, adrenalinin gizemiyle bütünleşen haz, bize, sıkıcı bir kurallar bütününe sığınmış heteroseksüel ritüellerden belli ki zaman zaman bambaşka duygular vaat ediyor. Hani en masum ihtiyaçlarımızın tatmini peşinde koşarken kötü tesadüfler sonucu şiddetle yüzleştiğimizde duyduğumuz pişmanlık belki biraz da bu yüzden. Halbuki pek çoğumuz yıllarca neye layık olduğumuz ya da neyi hak edip etmediğimiz konusunda kimseye fikir danışamadan birey olmanın “fazla” özgür ve fazla yalnız halini yaşıyor. Karar verişimizdeki yalnızlığımız ilk hatada suçun sorumlusunu bulmada bütün okların tek bir kişiyi, kendimizi göstermesine sebep oluyor.

Aslında hepimiz eşcinsel olsun olmasın kemikleşmiş duygu davranış kalıplarının içine sıkışmış kalmışız. Şiddetin sistemli bir biçimde uygulanması da, aynı bencilliği sistemleştiren kapitalist süreç gibi hepimizin ortak zaaflarından ve tembelliklerinden kaynaklanarak boğucu bir yapı oluşturuyor. Biz de kendi sorunlarımıza ister istemez fazla yoğunlaşıp aynı bencil hataya düşebiliyoruz. Cem’in bu sorusu belki, her seferinde bakımhanelerden kaçan sokak çocuklarına, başına gelecekleri bile bile Kürtçe öğretim için dilekçe veren bir öğrenciye, İran’da başını açıp sokağa çıkan bir kadına, farklılığını en cesur haliyle en radikal biçimlerde ortaya koymaya çalışan bir çok kişiye uygulanabilir. Ölüm neticede aldığımız her riskin varabileceği uç bir sonuçtur ve gerçekten arada sırada ölümü göze almak vardır.
Eşcinseller belki ezilmelerin en acımasızını yaşıyor değiller ama her birimiz kendi özgünlüğünü hissettiğinde kendine yasak hazlar, haklar ve görevleri yeniden belirleyen yeni bir kurallar bütünü, yeni bir din yaratmak zorunda kalıyor. Kendi üzerlerindeki bu ani yüklenmiş öz sorumluluktan kurtulmak için ise ancak bu kararları gerekçeleriyle başka insanlarla paylaşmak bir çözüm olabilir. Bu yüzden de bizim belli ki daha bir süre üretmeye, konuşmaya, sesimizi çıkarmaya ve buradayız demeye sorumluluk hissetmeye devam etmemiz gerekiyor.



* Eşcinsel Cinayetleri Oturumu

Moderatör: Sevil Atasoy

Konuşmacılar: Douglas Janoff, Douglas Dosey, Halil Yılmaz, Ahmet Sürel, Cem Başeskioğlu, Can Yaman


Etiketler: yaşam
İstihdam