08/05/2012 | Yazar: Esra Güleç

Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Sinan Özbek ile feminist felsefe ve LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) hareketi üzerine konuştuk.

Feminist Felsefe ve LGBT Hareketi Üzerine Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Sinan Özbek ile feminist felsefe ve LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) hareketi üzerine konuştuk.
 
Üniversitelerde LGBT bireylerin örgütlenmelerinden, LGBT hareketinin sol siyaseti açısından değerlendiriliş biçimine, feminist hareket ve kadının özgürleşmesi, kadının eşitliği konusunda sohbet ettik.
 
Öncelikle bir felsefeci olarak toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelimler kavramları hakkında bize neler söylersiniz?
Toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelimler felsefecilerin de üzerine düşünmesi gereken konulardır. Tabii bu konular üzerine düşünürken antropolojik verilerden de yararlanıyoruz. Karşımıza çıkan somut olayları ve olguları da hesaba katarak düşünüyoruz.
 
Ben toplumsal cinsiyet kavramını son derece işlevsel bir kavram olarak değerlendiriyorum. Görüş üretmemizde ya da olguları anlamamızda bize son derece ufuk açan bir kavram. Çünkü cinsiyet genellikle bir biyolojik belirlenim olarak saptanır ve öne sürülür. Ama toplumsal cinsiyet kavramı; cinsiyeti,  bir biyolojik belirlenim olarak düşünmemizi aşmamızı sağlayan bir kavramdır dolayısıyla işlevsel bir kavram olarak görüyorum.
 
Yüzyıllarca evrenin büyük bir bölümünde yerleşmiş olan ataerkil düzende felsefecilerin de çoğunlukla erkeklerden oluşması bir tesadüf müdür yoksa felsefe ile ilgilenen kadınlar olmasına rağmen bir baskı ile mi karşılaşmışlardır?
Ben de öğrencilik yıllarımda sadece erkeklere ait bir etkinlikmiş gibi kavrardım felsefeyi çünkü hiç kadın ismi geçmezdi. Hatta 20’li yaşlarımda bir hocama sizin şu anda bana sorduğunuz soruyu sormuştum. “Hocam hiç kadın filozof yok mu hep erkekleri anlatıyorsunuz” demiştim. Hocam gülerek: “felsefe erkek etkinliğidir, erkekler felsefe yapmıştır kadın yok, olsaydı anlatırdım.” dedi. Ama tabiî ki böyle değil. Yıllar sonra yurtdışında okuduğum dönemde orada antik çağdan bugüne kadın filozoflar üzerine yapılmış çalışmaları gördüm. Bu konu ile ilgili bir kitabın Türkçeye çevrildiğini de biliyorum. Bu kaynaklardan öğrendiğim kadarıyla tarihte gizli kalmış birçok kadın filozof vardır. Hatta tarihin ünlü filozoflarından olan Sokrates, kendi metinlerinde bildiklerini bir kadın filozoftan öğrendiğini söyler.
 
Kadın filozofların isimlerinin ön plana çıkmamasının sebebi şüphesiz ataerkil düzenin sonucudur. Yani erkek egemen toplumda kadın filozofların isimleri unutulur hale gelmiştir. Oysa çok sayıda kadın filozof vardır. Günümüzde de çok sayıda kadın filozof var. Bir felsefeci olarak, onların metinlerini ve kitaplarını da ilgiyle takip ediyorum. Bunlardan Hannah Arendt, Judith Butler, Seyla Benhabib, Frigga Haug günümüzde tartışmaların odağında duran isimler.
 
Günümüze kadar felsefeciler arasından ataerkil düzene karşı çıkmış, kadının özgürleşmesi ve kadının eşitliği konusunda pozitif düşüncelere yer veren fikirleri benimsemiş bu fikirler üzerine çalışmalar yapmış olan kimler vardır? Bu konuda nasıl bir felsefi yaklaşımı benimsemişlerdir.
Kadın sorununun böylesine yakıcı bir önemle ortaya çıkması yakın zamanların işidir. Dolayısıyla felsefe tarihinde erkek ve büyük filozofların kadın sorununa sahip çıktığını söylemek çok da mümkün değildir.
Feminist hareketle birlikte kadın sorunu felsefenin daha güncel bir sorunu haline gelmiştir. Son yüzyılın tartışmasıdır. Yüzyılın son dönemdeki kimi filozofları da genellikle bunlar sol eğilimli filozoflardır, kadın sorununa duyarlı davranmışlardır. Ama felsefe tarihindeki büyük isimlerden hiçbirinin kadını merkezi bir düşünme uğrağı olarak gördüğünü söylemek mümkün değildir. Felsefe tarihi açısından bu Hegel’e, Marx’a, kadar bu böyledir. Marx’ın görüşlerinde kadının özgürleşmesine yönelik düşünceler vardır. Fakat Marx da bağımsız bir kadın hareketinin gereğini anlatmaz bize. O kadın özgürleşmesi olmadan sosyalizmin olamayacağını vurgular.
 
Feminist felsefe sizce ne kadar geliştirilebilmiştir? Feminist politika doğrultusunda günümüze kadar yapılan çalışmalarla kadınların özgürleşmeleri ve kadın erkek eşitliği konusunda ne kadar ilerleme kaydedilmiştir?
Şüphesiz kadın hareketi, feminist hareket kadın hakları ve kadının özgürleşmesi açısından büyük mücadeleler vermiş, önemli başarılar da sağlamıştır. Ama “kadının tam manasıyla özgürleşmesi feminist hareketin başarabildiği ve sonuç alabildiği bir durumda mıdır?” derseniz tabiî ki hayır.
 
Çünkü kadının toplumsal ilişkilerdeki yerinin çözümlenmesi gerekir. O yerde bir dönüşümün sağlanması gerekir. Bunu söylerken feminist hareketi, kadın hareketini küçümseme bağlamında bir şey anlaşılmasın lütfen. Feminist hareket, çok büyük başarılara imza atılmıştır ama kadın hareketinin ve kadın özgürleşmesinin alacağı daha çok yol vardır. Dünyanın hiçbir yerinde kadınların konumu erkeklerle aynı düzeyde değildir -tırnak içinde çağdaş dünyayı kastediyorum, Avrupa’yı Amerika’yı kastediyorum-. Kimi kabilelerde eşit düzeyde yaşayabilirken (ilksel kabileler) çağdaş dünya denilen ortamda eşit düzeyde değildir. Avrupa’da da değildir, Türkiye’de de değildir. Sokakta görece bir rahatlık düzeyine kavuşmuştur kadın, toplumsal ilişkilerde de aynı şekilde ama ev işi ilişkilerde erkeğin egemenliği altındadır. Avrupa’da da Amerika’da da…
 
Kadının sosyal hayatta yer almaya başlaması çalışma hayatı içerisinde yer alması kadının özgürleştiği anlamına gelmiyor. Evdeki ilişkilerin, kadın konusundaki algıların değişmesi gerekiyor.
 
Feminizm de diğer ideolojilerde olduğu gibi kendi içinde farklı fraksiyonlara ayrılmıştır. Bunun nedeni sizce ne olabilir? Feministler neden kendi içlerinde ayrışma gereği duymuşlardır?
Evet bu kadın hareketini şüphesiz zayıflatan bir etki yapar. Zaten sosyalistlerin feminist harekete eleştirisi de birlikte mücadele yerine bağımsız mücadeleyi seçmiş olmalarıdır. Ama burada tabii değişik çıkarlara sahip olan feminist gruplar ortaya çıkabiliyor. Böyle olunca da kendi çıkarları ekseninde daha küçük ölçekli örgütlenmeleri tercih edebiliyorlar. Bence talihsiz bir gelişmedir. Çünkü mücadelenin gücünü zayıflatır. Bunun örneklerini ben de izledim, gördüm. Avrupa’da göçmen kadınlar yerli kadınlardan bağımsız ayrı bir örgütlenmeye gidebiliyor. Bunu yaparken yerli kadınların kendilerine karşı ırkçı davranabilmesini temel gerekçelerden biri olarak tespit ediyorlar. Lezbiyen kadınlar da kendi bağımsız örgütünü kuruyor. Çünkü kendilerini daha büyük bir kadın örgütlenmesinin parçası oldukları durumda, temsil edilmemiş görüyorlar. Bu da giderek daha küçük örgütlerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Buradaki pratik sıkıntı, bu durumun mücadelenin gücünü zayıflatacak olmasıdır. Aralarında farklı çıkarları olan, farklı sorunları olan kadın grupları olabilir bunu anlamak güç değil ama hareket bölününce etki düzeyi de düşer.
 
Peki LGBT bireylere karşı feminist ideolojinin tavrı da feministlerin kendi içindeki ayrışmanın sonucu farklılaşıyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Gey, biseksüel ya da trans bireyler feminizmi savunmak istediklerinde bazı feminist gruplar tarafından dışlanmaları söz konusu olabiliyor. Felsefi açıdan bu durum nasıl sorgulanabilir?
Kötü bir alışkanlık desem bilmiyorum bir cevap olur mu? Çünkü bu, Türkiye açısından bakıldığında “Türkiye solu”nun bir hastalığıdır aslında. Ben hatırlıyorum yıllar önce, sanırım Ruhi Su’nun cenaze töreniydi (ki 12 Eylül askeri yönetiminin en azgın olduğu bir dönemde yapılmıştı) ve solcuların tabiî ki sahip çıktığı bir cenaze töreniydi. Bu törende ve bazı 1 Mayıs kutlamalarında eşcinsellerin katılmalarına tepki gösteren sol gruplar olmuştu. Şüphesiz bu grupların refleksi feodal bir kültürü taşıyor olmalarından kaynaklanıyordu. Son derece yanlıştı. Bilmiyorum böyle bir gelenekten mi etkilendi feminist gruplar. Kadınlar kendi aralarına farklı cinsel yönelimleri olan arkadaşları almıyorlarsa bu, en azından şık değil. Bilemiyorum ki tam olarak neyi düşünürler. Bu insanlar kadın gruplarının içine erkek egemen bir anlayışı taşıyacak olsalar, onu anlarım. Şu itiraz anlaşılabilir bir itirazdır: “Siz erkekler bizden uzak durun biz kendi gösterimizi yapalım, siz bizim aramıza girdiğinizde hemen belirlemeye öğretmeye kalkıyorsunuz, bizi yönlendirmeye kalkıyorsunuz”. Ama diğer grupların; transeksüellerin, geylerin böyle bir şeye yeltenip yeltenmediğini bilmiyorum. Pek de ihtimal vermiyorum doğrusu. Onların bir erkek egemen zihniyetle kadın hareketine müdahale etmeye kalkışacaklarına ihtimal vermiyorum.
 
Peki sol görüşte olan siyasi örgütlerin Feminizmi ve LGBT hareketini küçük burjuva siyaseti olarak görmeleri konusunda ki düşünceleriniz nelerdir?
 
Eski bir bakıştır, yanlış bir gelenektir. Tabii sol geniş bir kavram ama sosyalistleri kastediyorsanız onların zaten örgütlenme modellerinin LGBT bireyleri ve kadın özgürleşmesi konusunda duyarlı bireyleri içinde tutabilecek örgütler olması gerekir. Eğer bu şekilde bir örgütlenme içerisinde değillerse, zaten onların sosyalist, komünist olması sorgulanır. Hele de LGBT hareketini ve feminist hareketi küçük burjuva siyasi hareketi olarak görmeleri, tam manasıyla dışarıya atmak mücadeleden dışlamaktır. Ben bunun sosyalist siyasi görüş etrafından savunulamayacağını düşünürüm. En azından örgütlerin yapısı bu insanların kendilerini temsil edebilecekleri bir düzlemi sunuyor olması gerekir. Ama buna rağmen mesela feministler, hayır biz erkeklerin olduğu bir yapıda örgütlenmek istemiyoruz diyorlarsa kendi bilecekleri bir şeydir. Ama bir sosyalist hareketin zaten sosyalist olabilmesi için feminist bir kadının veya lgbtt bireylerin, içinde kendini çok rahat hissedebileceği bir yapıya kavuşmuş olması gerekir.
 
Günümüzde gittikçe muhafazakârlaşan dünya da feminist ideolojinin neler yapması, nasıl bir mücadele vermesi gerekir?
Feminist hareket önemli oranda başarılar sağlamış bir harekettir. Biraz önce sormuştunuz şimdi aklıma geldi, mesela Avrupa’daki felsefe bölümlerinde feminist felsefe dersleri var ve bu, bir başarı olarak görülür feminist hareket tarafından. Orada kadınlar feminist felsefe yapmayı sürdürüyor. Hatta kimi köklü dergilerde, sol eğilimli felsefe dergilerinde kadın redaksiyon grupları var. Bunlar tabii bizim de özlediğimiz yapmaya çalıştığımız şeyler. Bundan sonra ne olur? Tabii dünyanın muhafazakârlaşması sol kesim içinde -sol derken ben hep sosyalistleri kastediyorum- sıkıntılı bir durum yaratıyor. Israr etmek lazım, örgütlenme alanında, kadının hakları konusundaki inadı sürdürmek lazım. Çünkü dünya dönem dönem muhafazakâr süreçlere girer. Dönem dönem de bunların etkisi azalır. Bütün bunlar olurken mücadele veren insanlar tarihin farklı yazılmasında etkili olurlar.
 
Dünya da hızla artan muhafazakâr yapı dolayısıyla LGBT, interseks ve queer bireylerin toplum içerisinde gittikçe yalnızlaşmaları ve dışlanmaları gerçeği de artmaktadır. Üstelik heteroseksüelliği kabul etmeyen bütün bireylerin can güvenliği de tehlike altında olup yaşam hakları son zamanlarda fazlasıyla ellerinden alınmakta ve toplumda ırkçı ayrımcı bir tutum oluşmaktadır. Muhafazakârlaşan bu yapı içerisinde nefret söylemine yönelik olarak LGBT örgütlerin nasıl bir mücadele vermesi gerekmektedir? Bu tür cinayetlerin önüne geçilebilmesi için neler yapılabilir?
Bu tabi hoş bir soru, güzel bir soru ancak zor bir soru doğrusu. Bizde kocaman kocaman isimleri olan felsefecilerin -akademik felsefe yapan kimi tanınmış isimleri kastediyorum- hemen hepsiyle biraz konuştuğunuzda homofobik olduklarını görürsünüz. Hatta saldırganlık düzeyindedir bu homofobik tutumları. Bu tutumları yazdıkları yazılarda da görülebilirsiniz. Bu Türkiye’de ki felsefecinin (sadece felsefecinin değil ama ben kendi alanımdan felsefecilerden söz edeyim) henüz sorgulamadığı bir alandır. Kendilerini eleştirmiyorlar, tartışmıyorlar bile. Kendinin homofobik olduğunu bilince dahi çıkarmamış koca koca isimler ortalıkta geziyor. Homofobiyi sorgulamamaya başlamamış olmak Türkiye’deki felsefenin utancıdır. Nefret suçları kavramı da bizde çok yeni. Bildiğim kadarıyla bir dernekte var İstanbul’da nefret suçları üzerinde çalışan başarılı işler yapan bir dernek. Umuyorum bu çabalarla “nefret suçları” giderek bilinen bir kavram haline gelecek ve toplumda bir duyarlılık doğacak. Felsefe de üzerine düşünmeli. Ben namus cinayetleri üzerine çalıştım. Yazılar da yazdım. Nefret suçları hakkında çok felsefece bir çaba içerisine girmiş değilim. Namus cinayetlerinden şüphesiz ki nefret suçları başka şeylerdir. Bu tabi homofobi kavramıyla iç içe düşünülmesi gereken ve bizim ülkemizde henüz felsefenin, sadece felsefenin değil sosyal bilimlerin diğer alanlarını da kastederek söyleyebilirim sorgulamaya başlamadığı bakir bir alan olarak duruyor. Felsefe de mutlaka bu konular üzerinde de çözümlemeler yapmayı düşünmelidir.
 
Son olarak üniversitelerde toplumsal cinsiyet konusunda ve LGBT bireylerle alakalı olarak yapılan çalışmalar hangi düzeydedir ve bu çalışmaları yeterli buluyor musunuz? Kocaeli Üniversitesi’ni özel olarak değerlendirecek olursak kendi üniversitenizde de bu konulara yönelik olarak ne kadar çalışma yapılıyor bu çalışmaları ne kadar yeterli buluyorsunuz? Bu konuda da bir açıklama yapabilir misiniz?
Doğrusu büyük kentlerdeki üniversitelerde LGBT bireylerin küçük gruplar halinde bir araya geldiklerini, küçük örgütlenmelerle aktivitelerde bulunmaya çalıştıklarının haberlerini alıyoruz. Açıkçası Türkiye’deki üniversitelerin LGBT bireylerin kendilerini ifade etmesi için yeterli ortamı hazırladığını söylemek pek mümkün görünmüyor. Umuyorum büyük kentlerin üniversitelerindeki bu kıpırdanış, büyük kentlerde başarılmış olan bu gruplaşmalar, daha küçük kentlerdeki üniversitelere de sirayet eder. Oralarda da söz konusu LGBT bireyler kendilerini daha iyi ifade edebilecekleri ortamlara sahip olurlar. Keşke üniversite öğrenci kulüpleri arasında LGBT bireyler kendi kulüplerini kurabilse ve sorunları ekseninde çalışsa. Doğrusu alışmamış olduğu için hocalar, üniversite yönetimleri böylesine talepler karşısında şaşkınlık gösterebilirler, belki de karşı çıkarlar. Ama ben bir felsefe hocası olarak bu tür girişimleri sonuna kadar desteklerim. Elimden gelen her türlü yardımı da yapmaya çalışırım. Akademinin her ortamında da haklarını sonuna kadar savunurum.
 

Etiketler: insan hakları, eğitim
nefret