04/12/2006 | Yazar: Kaos GL

‘İçinde onunla birlikte nefes alan, yemek yiyen, hiç evine dönmeyecek misafiri andıran öfkesini nasıl insanları kırmadan sindirebilirdi ya da sindirmek zorunda mıydı gerçekten de? Hiç mi sinirli insan yoktu, kırıcı konuşan arkadaşları, bencil arkadaşları yok muydu hiç? O her şeye rağmen bu insanları seviyor ve kabul etmiyor muydu? Arkadaşlık nedir, diye düşünürken cevabını da verdi ansızın: ‘Bu soruyu sormamaktır.’ Arkadaşlık da aşktı aslında. Cinselliğini yitirmiş eros’tu arkadaşlık.’ 1. Kadın Kadına Öykü Yarışması Bilitis / Sanat Aşığı Özel Ödülü'nü kazanan öykü.

‘İçinde onunla birlikte nefes alan, yemek yiyen, hiç evine dönmeyecek misafiri andıran öfkesini nasıl insanları kırmadan sindirebilirdi ya da sindirmek zorunda mıydı gerçekten de? Hiç mi sinirli insan yoktu, kırıcı konuşan arkadaşları, bencil arkadaşları yok muydu hiç? O her şeye rağmen bu insanları seviyor ve kabul etmiyor muydu? Arkadaşlık nedir, diye düşünürken cevabını da verdi ansızın: ‘Bu soruyu sormamaktır.’ Arkadaşlık da aşktı aslında. Cinselliğini yitirmiş eros’tu arkadaşlık.’ 1. Kadın Kadına Öykü Yarışması Bilitis / Sanat Aşığı Özel Ödülü'nü kazanan öykü.

KAOS GL

Dark

Sigarasının; ölmek üzere olan bir Japon kadının yüzü kadar solgun sarılıktaki nemli filtresini, annesinin hediye ettiği sarı renkteki kül tablasında sol eliyle boğmaya çalışırken önündeki eski reçel kavanozundaki at tüyünden yapılan resim fırçası dikkatini çekti.

Kafasının üzerine siyah bir toka ile zar zor tutturduğu bir tutam tüyü andırıyordu. Kendi kendine bakımsızlığının acınılası bir durum olup olmadığını sordu:’İnsanın içinden kendi görselliğini şölene çevirmek istemesi mi, yoksa kopyalanan ayna şehrinin ruhlarından biri olmayı mı seçmesi acınılacak bir durumdu?’ Birden tuvalindeki tapınak şovalyelerini andıran iki yüzle göz göze geldi. Bu yüzleri kendisi çizmişti ama yüzlerdeki ifadeler sanki her geçen gün daha da sertleşiyordu. Hep bir şeyler aklına takılıp düşünmeye başladığında korkuları; saten yatak örtüsünün tüm şeffaflığı ile bedenine, gözlerine doğru çekiliyordu. Karanlıktan korkardı ama hep de siyah giyinirdi. Kendisi ile yaşadığı bir çelişkiydi belki ya da kendisinin inandığı içindeki bir avuç dolusu cesaretin sembolüydü. Hangisi olursa olsun kırmızı renkte bir ruh taşıyordu. Asabiyetini, yenmiş tırnaklarından ve tuvallerinin üzerinde gezinen sert fırça darbelerinden anlayabilirlerdi. Işığı kapattı, bedeninin tamamını saten örtünün içerisine hapsederek sabaha kadar yine sancılı geceye teslim oldu.

Telefonunun sesi boğazlanan bir pelikan yavrusunun sesi kadar ürperticiydi. Saat on biri beş geçiyordu ve kâbus bu sesle yine son bulmuştu.’Ürpertici şeyler bile bazen kurtarıcımız olabiliyor,’ diye düşündü ve telefondaki yumuşak sesin büyüsünde yeni bir sabaha merhaba dedi. Arayan Isabel’di. Bu dünyada onu anlayabilecek yegane insan ve biricik sevgiliydi. Kendisine bu kadar benzeyen ama uzak ve aslında kendisine hiç benzemeyen ama yakın bir ruhtu, Isabel. Geceden kalma terli ellerinin birini telefonun vücudunda kaydırırken azim ile diğeriyle de günün ilk sigarasını yakmaya çalışıyordu. Daha dün buluştukları halde içinde derin bir özlem vardı ona karşı. Onun kokteyl kirazını andıran kızıl saçlarının aralığından gülümseyen minik suratı ile burun buruna uyanmayalı iki ay olmuştu.’Ailelerle yaşamanın acımasızlığıydı bu ya da parasız bir ressam bozuntusu olup ailesine suç atan bir acımasızın salt becerisizliğiydi,’diyerek yeniden ilk düşüncesini gözden geçirdi. Bir yandan da Isabel’in anlattıklarını dinlemeye çalışıyordu. Isabel, öyle çocuksu ve hareketli bir kadındı ki yaşama karşı. Bu kadar çocuksu ama bir o kadar da cesur.’Korkusuzluk ne kadar da kıskanılası bir tahttır aslında,’diye geçirdi içinden. Hayır, Isabel’i kıskanmıyordu ya da cesaretini. Kıskandığı tek şey huzurdu. İçinde devamlı savaşıp duran iki ejderin cümleleri, sözcükleri huzursuz ediyordu. Şanslıyım.’dedi;

Isabel’in telefonda göremeyeceği içten tebessümü ile. ‘Hayatımı senin gibi biriyle paylaşıyorum.’ Isabel de aynı duygular ve kelimeler ile karşılık verdi. Ardından tüm huzursuzluğu ile yeniden düşünmeye başladı. Peki, şans mıydı bu gerçekten. Sevdiği kadının her hatasını anlayış ile karşılamamış mıydı, başka insanlar ile onun için savaşmak zorunda kalmamış mıydı? Hayır, şans değil sevgiydi bu. İnsanlar kendilerini aldatmayacak, kendilerini kıskanmayacak, çok sık aramayacak az da aramayacak ve en önemlisi kendilerini mutlu edebilecek sevgililer arıyorlardı.’Öyle bir sevgili yoktur aslında olamaz da,’diye devam ediyordu düşünceleri. İnsan, ilişkisinde mutlu olmayı beklediği zaman mutsuz olmaz mıydı aslında ya da hayatta mutlu olacağım dediğinde mutsuzluk kendisinin en yakın takipçisi olmaz mıydı? Şimdi Isabel ile keyifli bir birlikteliği vardı ama bu kesinlikle şans değildi. Huzursuzdu. Nedeni ne tekrar aldatılma korkusu ne de terkedilmekti. Gerçek sevginin derinliğini, mütevazı duruşunu Isabel ile keşfedmişti ve kendisini huzursuz eden tek şey yaşamdaki mutlak sondu. Mutluluk ise ilişki ile ilişik bişey değildir aslında. Yaşamda nerede durduğun ve o durduğun yerden ne kadar memnun olduğun ile ilgili bir gerçektir mutluluk. O kadar masumane ve anlık. Isabel’in ses tonuyla tekrar anlık düşüncelerinden sıyrılmıştı. ‘Aşkım seni çok seviyorum,’ dedi Isabel. İnsanlar çok seviyorum, çok beğeniyorum diyor ama aşka gelince çok aşığım demiyorlardı. ‘Sevginin kendisi az bir şey mi de çok kelimesini eklemeye gerek duyuyoruz acaba,’ diye düşünürken günün ilk çayını yudumladı. Isabel ile telefon konuşmaları bitmişti. Onun sesini duymak ve hayatta olduğunu bilmek gerçekten güzeldi. Bugün Isabel ile buluşabileceklerdi. Hazırlanmak için her zamanki siyah giysilerini de yanına alarak banyoya gitti. Saçlarını kestirdiğinden beri havasını kaybetmişti sanki. Bakışları, duruşu Napolyon’un çayırda yağmur altında unuttuğu şapkasını andırıyordu adeta. İşe saçlarından başlamak zorundaydı. Kısa bir süre için aynada kendi gözleri ile göz göze gelmişti. Neydi, onlara bu kadar hüzünlü baktıran? Neydi, bu iki sudan yeni çıkmış ıstakozun parlaklığının ardındaki sancı? Sevdiği kadın da onu seviyordu. Birlikte; ruhlarına ev sahipliği yapmaya çalışan bedenleri ile yaşamın ansız nefesini solumuyorlar mıydı? Birlikte sevişirken çarpışmıyor muydu bu iki bilinemeyen ruh? Yaşamın az ötesine gizlenmek zorunda kalan, kendi odalarına mahkûm edilen bu iki ruh. Gerçekliğin, sevginin korkusu yine esir almıştı onu ve kocaman hissettiği o küçük beyaz bedenini. ’ Esmer olup da nasıl bu kadar beyaz bir tane sahibim acaba diye geçirdi içinden. Zıtlıklar: Yaşamın ve sanatın emziren anasıydı. Peki, bir anne nasıl oluyordu da bu kadar acı veriyordu? Ölüm ve yaşam. Herkesin deneyimlemek zorunda kaldığı bu zıtlık; herkesin kendi yaşamını büyük bir sanat eseriymiş gibi yaşamasını sağlamıyor muydu? Sanat nedir?’ ,sorusunu sordu o an. Sanatın başladığı ve bittiği ince sınır neresiydi? Gözlerindeki anlık içtenlik cevabı çoktan vermişti. Zor soruların cevapları bu kadar kolay olmak zorunda mıydı? Einstein’ın bütün yaşamını bulmaya adadığı formül e=mc’nin karesi değil miydi? Da Vinci’nin ‘Son Akşam yemeği’ adını verdiği tablosu kadın kokmuyor muydu zaten? O an kimi insanların çılgınlarcasına araştırıp neyi araştırdıkları hala anlaşılmasa da onlarca kitabı düşündü. O insanların, kendi kendilerine anlamamakta ısrar ettikleri duyguları, kavramları; yıllarca, iki kelime ekleyip dört kelime çıkararak işleyip tekrar komidinlerimizin ilk ziyaretçileriymiş gibi başköşeye kurulma çabalarını anlayamadığımı fark etti. Cevaplar, hep içimizde bir yerlerde tüm sükûnetleri ile ve vakur duruşlarıyla Buda rahiplerini andırırcasına bağdaş kurup otururlarken neden bizler her cevaba bir soru daha sormak zorundaydık? Sonra kendisinin aslında ne kadar çok soru sorduğunu ve sorarken de cevaplarını kaçırdığını fark etti. Siyah kazağını giymiş, saçlarını da yeni doğmuş balina yavrusu görüntüsün de jölelemişti. Isabel’in ona aldığı parfümü de usulca sıktıktan sonra cüzdanını alarak gerçek dünyaya atılan ilk adımların binlercesinden birini daha attı. Çift katlı otobüs on dakika içerisinde gelmişti. Bindikten sonra onun daha ziyade bir otobüs değil de feribot olduğu kanaatını getirecekti. Çünkü kapısının altındaki beş santimlik açıklıktan, güzel Ankara’nın güzel çamurundan alt katında oturan her bir masum ve sessiz yolcu, bu kızgın çamurlardan nasibini alacaktı. Yağmura çıkmadan ıslanmışlığın verdiği irkinti ile daha doğrusu tenceren kaçmaya çalışan ıslak bir fasulye edasıyla Isabel’inin yanına varabilmişti. Her sarılışlarında bedenlerini ilk defa buluştuğu duygusunu uyandırmayı başarırlardı. Yaşam güzeldi. Aslında Isabel için savaşmayı seçmesi ve bu yaşamda karşılaşabilmeleri şansın ta kendisi değil miydi? Evet, evet, şanslı hissediyordu kendini. Keyfi yerindeydi. Isabel’i de kendi tabloları gibi hapsetmişti bedenine. Aslında sevgisini demek daha doğru olurdu. Çünkü onu kendince özgür bırakıyordu. Tabii bir de Isabel’e sormak gerekirdi. Gün boyu- her zaman yaptıkları gibi- geleceklerine dair, sanata dair konuştular. Yıllarca bir araya gelememiş Peru papağanları gibi bir birlerinin son kelimelerini heyecanla, sevgi ile keserek konuştular, konuştular... Sanal çocukları bile vardı. Sarı ve mor rengindeki- her ikisinin de en sevdiği ve en sevmediği renklerdeki-peluş ejderhaydı onların çocukları. Endişelendikleri ve hangi okula göndermeleri konusundaki Cevuz Kabuğu programını aratmayan nitelikteki derin tartışmalara neden olan çocukları. Saat on’a gelirken Japon mafyasının cenazesindeki iki yakuza edası ile birbirlerine sıkıca sarıldılar ve ayrıldılar. Daha doğrusu ayrılmak zorunda bırakıldıkları gecelerden yalnızca birini daha artlarında bırakmaya çalışıyorlardı. Evlerine, odalarına, sancılarına dönüş yolları Van Gogh’un isterikli sarı rengindeki tarlalarını aratmayacak nitelikteydi. Van Gogh hayatı boyunca sonsuzluğu aramıştı. Onlar da aşklarını nasıl sonsuz bir biçimde yaşayacaklarını. En sevdiği ressam aşık olduğu bir hayat kadını için kulağını kesmişti.’neden kulak?’,diye geçirdi içinden, Paris barlarının kapanma vaktine yakın içki masalarının görüntüsünü andıran belediye otobüsünün camından dışarıya bakmaya çalışırken. Kendisine ağır sözler mi söylemişti bu kadın yoksa duymaya hazır olmadığı ve olamayacağı kelimeler yığını mı sıralamıştı? Kendisi de kollarını kesiyordu. İçinde onunla birlikte nefes alan, yemek yiyen, hiç evine dönmeyecek misafiri andıran öfkesini nasıl insanları kırmadan sindirebilirdi ya da sindirmek zorunda mıydı gerçekten de? Hiç mi sinirli insan yoktu, kırıcı konuşan arkadaşları, bencil arkadaşları yok muydu hiç? O her şeye rağmen bu insanları seviyor ve kabul etmiyor muydu? Arkadaşlık nedir, diye düşünürken cevabını da verdi ansızın: ‘Bu soruyu sormamaktır.’ Arkadaşlık da aşktı aslında. Cinselliğini yitirmiş eros’tu arkadaşlık. Endişelenilen, özlenen, sohbet etmeyi arzulatan insanlardı arkadaşlar. Odasına girdi. Her gece yaptığı gibi siyah bir ipin üzerine astığı hediye gelen haçlarına dokundu. Isabel de haç takmayı çok seviyordu ve neden sevdiğini kimi insanlara anlatmak için Yahudi esir kamplarındaki çocukların tüm masumiyeti ile savaş veriyordu. ‘ Ben artık savaşmak istemiyorum,’ dedi usulca ve yatağına kıvrıldı. Gözleri düşüncelerinin yediği artık yemek Parçaları gibi iyice ufalmıştı. Günün son sigarasını içti.

Sigarasının ölmek üzere olan bir Japon kadının yüzü kadar solgun sarılıktaki nemli filtresini annesinin hediye ettiği sarı renkteki kül tablasında sol eliyle boğmaya çalışırken son düşündüğü, son tanığı yine Isabel’di.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam