13/06/2006 | Yazar: Kaos GL

Günümüz Türk edebiyatında eşcinsellik teması birdenbire yaygınlaştı.

Günümüz Türk edebiyatında eşcinsellik teması birdenbire yaygınlaştı. Bu, insanlara daha değişik açılardan ve mümkün olan en geniş boyutlarda bakma çabasının bir parçası olduğu ölçüde olumlu (yani, piyasanın merakını gıcıklamanın ötesinde bir anlam taşıyorsa).

KAOS GL

Günümüz Türk edebiyatında eşcinsellik teması birdenbire yaygınlaştı. Bu, insanlara daha değişik açılardan ve mümkün olan en geniş boyutlarda bakma çabasının bir parçası olduğu ölçüde olumlu (yani, piyasanın merakını gıcıklamanın ötesinde bir anlam taşıyorsa). Son on yıllık dönemde Kemal Tahir, Attila İlhan, Demir Özlü, Ferit Edgü, Selim İleri, Bilge Karasu, Adalet Ağaoğlu, Leyla Erbil, Kamuran Şipal, Fazıl Hüsnü Dağlarca, eserlerinde, kimi az kimi çok, kimi belli belirsiz ve kimi de açık bir biçimde olmak üzere, bu temaya yer verdiler. Görüldüğü gibi, böyle bir listede adı geçenlerin büyük çoğunluğunun eşcinsellikle ilgisi olmadığı gibi, eşcinsel olarak bilinen birçok edebiyatçının da, eserlerinde konuya hiç değinmedikleri için, Türkiye’nin eşcinsellik üzerine edebiyatında adları geçmiyor. Bu durumda hoşgörü azlığının bir kanıtı olsa gerek. Çünkü eşcinsel olmayan yazarlar bir sanat eserinin insani dünyasında bir soruna bir soluma alanı açmak isterken, eşcinsel olanların çoğunluğu yazdıklarında olaya uzak duruyor. Tabii, başka ülkelerde de benzeri durumlar. Ayrıca, her eşcinsel yazarın bu sorununu yazmasını talep etmeye hakkımız yok. Ama, bunca keskin bir biçimde yaşandığı belli olan bir şeyi, yazarın eserinde ele almaması, herhalde yine baskıyla açıklanabilir.

E. M. Forster gibi önemli be büyük bir yazarın, eşcinsel ilişkiyle ilgili tek bir yazarın, eşcinsel ilişkiyle ilgili tek romanını ölümünden sonra yayınlanması, bu konumun inanlara getirdiği huzursuzluğun iyi bir kanıtı. Forster’ın romanı, kuruluşu bakımından Lawrence’in ‘Chatterley’sini andırıyor; onun gibi bir cinsel uyanışın öyküsü. Böylesinin gerekli evrenselliğe ulaşmadığı söylenebilir; eskiden ben de böyle düşünüyordum (sanatsal değil, moral bir ‘irkilme’ duyduğum için aslında). Ama bu günün edebiyatına genel olarak baktığımızda, zaten eski tarz evrenselliği göremiyoruz. Çağdaş yazarlar, insanı, koşulların onu ittiği bölük pörçük parçalar içinden arayıp çıkarıyorlar.

Eşcinsellik konumunun özgül denilebilecek, bir duyarlık yarattığını, bunun ise sanatsal anlatıma yatkın olduğunu söylemiştim. Ama işin bir de öbür yanı var. Bunun bir saplantıya dönüşmesi. Gerçekten de, özellikle bu sorunu kendi benliğinde aşmanın yolunu bulamayan, kendisiyle uzlaşamayan eşcinseller hayata bu ‘tek’ noktadan bakmaya başlıyorlar. O zaman, böyle bir ‘kendine düşme’ sanatçı için onsuz edilmez bir nitelik olan ‘başkalarını anlama’ yeteneğini boğmaya başlıyor. Tek bir noktaya boğmaya başlıyor. Tek bir noktaya saplanmak, o nokta hangisi olursa olsun, sanatçı için öldürücüdür. Türkiye’de şimdilerde yazılan eşcinsel edebiyatın önemli bir bölümünde bu olumsuzluk geçerli.

Sanatta böyle bir eksikliğin aşılması, şüphesiz, hayatta bir şeylerin aşılmasına bağlı. Hoşgörü sınırlarının oldukça dar olduğu bir toplumda yaşamak, eşcinsel bireyi, birey olarak kendi varoluşundan önce oluşmuş birtakım davranış kalıplarının içine girmeye zorluyor. Erkek davranışı ile kadın davranışı arasında bocalayan eşcinsel, mekanik bir biçimde, kendi biyolojik cinsinin karşıtı olan cinsin tavırlarını takınmaya başlıyor – Bülent Ersoy bu konuda abartılmış bir örnek. Oysa eşcinselliğe karşı hoşgörünün daha erken başladığı, bugün daha geniş boyutlata ulaştığı davranış kalıplarından çıkmak, ille de öbür cinsin garip bir kopyası olmaya özenmeyi gerektirmiyor. Böylesi de var şüphesiz, çünkü ortada yüzyılların kalıntıları var. Ama kendini topluma kabul ettiren ve dolayısıyla kendisiyle barışık yaşayan eşcinsellik, kendi davranış biçimlerini, baskının empoze ettiği biçimlerden bağımsız olarak kurmaya özen gösteriyor.

‘Kendini kabul ettirmek’

- Şüphesiz güç bir iş bu. Ama saklanarak barınmaktan daha onurlu bir çaba. Bu ülkede varoldukları kadarıyla demokratlar, eşcinsellerin eşcinsel olarak yaşama hakkını savunur. Ama bunun bir mücadelesi verilecek, önyargılarla hesaplaşılacaksa, sorunu sahiplenecekler de eşcinsellerin kendileri olmalı. Ve herhalde kültür alanında kendini göstermiş ve belli bir prestij sağlamış olanlara düşüyor asıl iş. Kendi sorunlarını başka sorunlar arasında kamufle edip, o başka sorunları gerçek ekseninden saptırmak ve bu arada edebiyatın kendisini bir iki yüzlülük aracı yapmak, bireysel hayatta yaşanan ezikliğin öcünü edebiyatta almaya kalkışmak, hangi statüde olursa olsun, onurlu bir iş sayılamaz. Eşcinselliğin, toplumda eşcinselliği anlatmak için söylenen çirkin içerikli kelimelerden farklı bir şey olduğunu kanıtlamak, sanırım öncelikle sanatı uğraş edinmiş eşcinsellere düşer.


''Yapıtlarında Eşcinsellik Temasını Niçin İşliyorlar?''

Adalet Ağaoğlu

İlkin, konuyla pek de ilintisiz kaçmayacak bir açıklama: Son romanımın adı ‘Yaz Sonu’ değil. İki sözcük bitişik. Yani ‘Yazsonu’. İlkyaz, ilkbahar, sonbahar gibi Romanın adına türkçe bilgimin kıtlığı nedeniyle ‘Yazsonu’ demedim. Mevsimler ötesi, toplumsal bir zamanı da kavrasın istedim. Adnın geçtiği yerlerde ikide bir ‘Yaz Sonu’ olarak düzeltilmesi bazen dikkatsizlikten ise de, gerçekte yazınsal ‘yazmak’ eylemi ile Türkçe öğretmenliğinin aynı şey demeye geldiğine inananların bulunduğunu gösteriyor. Her durum için imla kılavuzluğuna bunca teşne olmak, insan yaşamının bir başka gerçeğini, yani eşcinselliği de kafanın ardında ille de (eş) ve (cinsellik) olarak düzeltmeye, değilse yadsımaya diretmekten farklı değil. İki tutum da buyurgan toplumların bilim, ahlak yasalarına uygun. Bu yasaların insanda oluşturduğu tutuklanmış beyinlere çok uygun. ‘Körle yatan şaşı kalkar’ deyimimizde, şaşının değil, görün aşağılatıldığı hiç düşünülmüş müdür?

Buyurganlığın ahlakını baş tacı ede ede, dirimsel olarak eşcinselliğin de içinde yer aldığı insanın cinsel ilişkilerindeki yozlaşma nasıl ortadan kaldırılabilir? Faşizan toplum yasalarının tutukladığı birey dünyalarıyla, insanlararası yapıcı, güzel ilişkiler nasıl sağlanabilir? İnsanlık durumunun pir parçası olduğu halde – hiçlenen ya da yüceltilen – eşcinsellik abartısı nasıl eşitlenebilir? Buyurgan toplumlardaki bütün ilişkilerde olduğu gibi, bu yasalar böylece sürdükçe, eşcinsellikteki sömürme ve sömürtme ortamı nasıl önlenebilir?

Apaçık ki eşcinsellik ‘Yazsonu’nun tek ve ana sorunu değil. Yukarda sıraladığım soruların kurcalaması, romanın kendi konumu, roman kişilerinin çeşitli ilişkileri çerçevesinde ne oranda geçerliyse, eşcinsellik alanının kavramında da o kadar geçerli. Mal alışverişi, tecim, tecimin gelişmesi, buyurgan toplumların oluşması, insan yaşamındaki saf cinsel ilişkileri de parçalayıp kirletmiştir. Cinsel yaşamı düzenleyen artık bu yaşamın kendisi değil. Alış – verişe dayalı yasalar. Bu yasalara dokunulmaksızın, cinsel doyum adına cinsel özgürlüğe de dayalı birey dünyaları, insanlararası yapıcı, güzel ilişkiler kurmaya çalışmanın düş kırıklıklarıyla sonuçlandığını görüyoruz. Üstelik yıkım, bireyin salt kendisi için değil. Birlikte yaşadığı insanların da kıyımına yol açıyor bu.

Durumu böyle anladığıma ve algıladığıma göre, ‘Yazsonu’nda da, eşcinselliğe verdiğim, hemen hemen parçalanmış bir cinselliğin aşılması anlamı dahil, bütün yıkıcı ilişkilerin (cinslerarası kıskançlık, kuşku, el koyma, mülk sayma, erkeklik abartısı vb.’nin) aşılmış olmasını da, böyle bir düşü beyinsel ve ruhsal anlaşmanın cinsel hazla özdeşleşmesi düşünü yani, bütün güzelliğine karşın yıkmak zorundaydım. Kuşkusuz her yıkım gibi, bu yıkımın da bize öğreteceği bir şeyler olduğunu umarak.

Selim İleri

Şunu ya da bunu niye yazdığımı, yine ‘roman’ yanıtlasın istiyorum. Yazmakta olduğum ‘Yaşarken ve Ölürken’den bir alıntı: ‘(...) Maddi yaşamın somut acılarından, mekanikleşmiş dünyamızın ortasındaki şu her türlü yıldırı ve kaba yetkeden kaçmak için, biçimlere, renklere duygusal kişilik vererek, belki idealist ama bir yandan da somut bir karşı koymayı yeğliyordum. Hiç kuşku yok ki, hala gerçekleşmemiş endüstri devrimimiz, bugünkü çalkantılarıyla boğazıma yapışmış, beni boğuyordu. Yaşasın biçimlerin ve renklerin duygusal kişiliği! Sonra bazı sefalet tabloları (dosyamdakiler) somut ve artık idealizmden kopmuş bir başkaldırıyı yedeğinde getiriyordu. Tepkiler içindeydim. Tepkilerimin nedenlerini bizi çevreleyen körü körüne boyun eğiş, görevseverlik adı altında dünyaya at gözlüğüyle bakmak, giderek de ilkellik oluşturuyordu. (...) Alışılmışın dışında bir toplumculuktu benimkisi, daha demin ‘Ressam Turan!’ diye benimle dalga geçenlerin, böylesi bir insani eşitlik arayışına gülüp geçecekleri muhakkaktı. Fakat toplumsal hayatın içler acısı genel görünümü, çoktan çekip almıştı beni bildik manifestoların doğrultusundan. Tek tek açılıyordu önümde toplumsal gizlerin perdeleri (...) Biz, ancak ıstırap yoluyla ve kendimizi kurban ederek kurtulabilirdik – tıpkı zavallı biyoloji öğretmenimiz Ayten Hanım gibi. Renkler yoğunlaştıkça yoğunlaşıyor, iç gerçeklik serpiliyor, eşya salt biçime evriliyor, salt renkli bir simge olup çıkıyordu. Oradaydı toplumsal kurtuluş: Istırap yolunda! Kimse pahasını ödemeden, kişisel yaşamında ıstırap çekmeksizin dünyayı değiştiremeyecekti; hiçbirimiz! (...) Adeta yepyeni bir siyasal oluşum içindeydim. Şimdi bütün Y., bütün doğu yöresi, bu çıkar kentin bugünkü karmaşa ve kargaşası artık kaba gerçeklikler, insanı her zaman aldatan günlük acılar olmaktan çıkıyor nice zamanlar, nice acılar ve tarihler ötesinden bir ırmak gibi bana akıyordu. Orada insanlığı bir evrensellik içinde görebiliyordum, yalancı milliyetçilikler, şovenizm, hoşgörüsüzlük bir daha geri dönmemek üzere siyasal sözlüğümden kovulmuştu. Siyasayı yeni yeni çözümlüyordum sanki, yeni yeni siyasal seçimlerim beliriyordu. (...) Bugünkü toplumsal hayatın yetkeye ve sıkı düzene dayalı ortamı beni geriyor, bambaşka bir dünyanın var olabilmesi için başkaldırıya çekip götürüyordu. Saçma ve korkunç bir bürokrasinin kurbanı olmuş öğretileri bir kenara itip, kendime, sanatın yordamına güvenerek yol arıyordum. Yalnızca işçilerin ezginliğiyle yetinmeyerek; büyük bir kasırgada , sonsuz sarmallıkta, benimle, ezilenlerle, bütün ezilmiş insanlarla el ele yaşam yeniden parlıyordu. Önümde ardımda, dört bi yanımda hastalar, sakatlar, orospular, kız kuruları, dilenciler, mahpuslar, eşcinseller ve deliler vardı. Onlar düşlediğim dünyanın yepyeni kutsallığın aylası, türküler söyleyerek yarınki yaşamın manifestosunu dile getiriyorlardı (ah ütopya)’.

Attila İlhan

Yanlış adama, yanlış soru: Yayınlanmış sekiz şiir kitabım, yedi romanım, yedi deneme kitabım içinde, eşcinselliğe ayrılmış sayfaların yüzdesi, ‘makûl’ bir oranı geçmez. Fikrimce bu oran, toplumumuzdaki eşcinsellik oranının çok altındadır. Şiir ve denemelerinin ezici çoğunluğuyla toplumsal, (hatta siyasal), sorunları işlemiş; ilk üç romanıyla Türk aydınının yabancılaşmasını, ‘Aynanın İçindekiler’ dizisiyle, yüzyılın başından bu yana, toplumumuzun tarihsel serüvenini ele almış bir sanatçının, konularının gerektirdiği ölçüde ve dozda eşcinselliği de yansıtması, son derece doğal! La Comedie Humaine’de Balzac, ‘Altın Gözlü Kız’ ve ‘Seraphita’yla; ‘Rougon Macquart’ dizisinde Zola, ‘Nana’yla benzer bir şey yapmamış mıdır? Şu halde ‘münhasıran’ eşcinselliği yazmam söz konusu değildir, diyalektik gelişmesi içinde gerçeği yazıyorum, bu da toplumsal / sınıfsal olduğu kadar, bireysel / cinsel karşıtlıkları da, çatışma ve kaymaları da içeriyor.

Bunu bir kalem geçtikten sonra, yazar olarak, insanın doğasal diyalektiğini, (bu arada, elbet, cinselliğini) en az toplumsal diyalektiği kadar önemsediğimi söyleyebilirim. Çok da söylemişimdir. Yalnız, dikkat isterim: Cinselliğini dedim, eşcinselliğini değil. Nitekim tartıştığım cinsel boyutlar, ‘Sırtlan Payı’ndaki Doktor Sevim’de olduğu gibi ‘sadisme’, ‘Yaraya Tuz Basmak’taki Yüzbaşı Demir’de olduğu gibi psikolojik ‘impotance’’da olabilir. Frankfurt Filozofları’ndan beri, (Marcuse, Adorno, Reich, Habernas vs.) böyle bir tutum yaygınlaşmaktadır. Diyalektik sanatçı geçinip de, kilise yazarlarını andırır ‘comformiste’ bir bağnazlıkla, bireyi cinselliğinden ve cinselliğinin sorunlarından soyutlayanların gerçekçiliğine aklım ermez. Ne var ki benim için, bunun tersi de aynı ölçüde geçerlidir: Toplumsal / sınıfsal koşullarından soyutlanmış bir cinsellik düşünemem.

Hem canım, şu soruyu bana yöneltmenize neden olduğunu sandığım ‘Fena Halde Leman’da, Leman Korkut, hem sınıfsal olarak belirlenmiştir, hem de ‘sınıfının o dönemdeki sorunları yansıtılmıştır. Laf aramızda, romandaki holdingleşme, büyük sermayenin örgütlenmesi, bunun tam da 12 Mart ‘ara rejimi’ne denk gelmesi gibi olayları niye yazdığımı, acaba neden sormuyorsunuz? Bunlar Leman Korkut’un cinselliğinden daha az mı önemlidir?

Kaynak: Nokta Dergisi – 1 Şubat 1981 - Sayfa: 10 – 11



Etiketler: kültür sanat
İstihdam