22/06/2009 | Yazar: Rüzgar Akın

İnan, dışarıdan Kubbe’ye baktığında etrafını çeviren beyaz duvarın güneş ışınlarını geçirmediğini anlamıştı. Fakat içerisinin günün her saati aydınlık olacağını hiç hayal etmemişti.

İnan, dışarıdan Kubbe’ye baktığında etrafını çeviren beyaz duvarın güneş ışınlarını geçirmediğini anlamıştı. Fakat içerisinin günün her saati aydınlık olacağını hiç hayal etmemişti. Zaten günün birinde Kubbe’nin içine girebileceği de aklına gelmemişti hiç. Küçüklüğünden beri, Kubbe’ye erzak taşıyan ray hattında çalışıyordu. Erzaklar, kutular halinde gezegenin dört bir yanından gelir ve Kubbe ile dış dünyayı bağlayan tek şey olan ray hatlarında ilerleyen makinelere yüklenirlerdi. Bütün bunlar muhafızlar ve müfettişlerin gözetiminde gerçekleşirdi. Ama buna rağmen kimi zaman ufak hırsızlıklar olurdu. Söz konusu hırsızlıkların hepsinin sorumlusu, ray hattından çaldıklarıyla zengin olmuş bir mafyaydı. Tabii ki ray hattından en ufak birşey çalmanın cezası ölüm olduğundan, yaptıkları iş çok tehlikeliydi. Fakat dış dünyada biraz olsun saygı görmenin ve insan gibi yaşamanın tek yolu da buydu. İnan’ın da bu mafya ile bağlantıları vardı. Kendisine ihtiyaç duyulduğunda devreye girer ve istenen kapıları açık bırakır, istenen kişileri içeri sokardı. Bu yüzden, kaç gün önceyse artık, muhafızlar tarafından tutuklandığında bağlantılarının ortaya çıkmış olduğunu düşünmüştü. Fakat o zamandan beri hiçbir sorgulama olmamış, kimse kendisine mafyayla ilgili tek bir soru bile sormamıştı. Yaklaşık yirmi metrakare boyundaki bu hücreye kapatmışlardı onu. Odanın bir duvarı tamamen camdı. Kapısı da bu duvar üzerindeydi ve garip bir mekanizmayla açılıp kapanıyordu. İlk başta kendisi dahil olmak üzere onbeş kişiydiler. Hepsi de dışarıdan geliyordu. Sahi, Kubbe’den birisiyle dış dünyadan birinin aynı odada olacağı yoktu ya... Odadaki insanlar arasında, bir köşeye oturmuş, sessizce bekleyen Kayra Jin’i tanıdı. Babası Tarık Jin’in büyük bir hurdalığı vardı. Kubbe’den gelen mekanik çöpleri kullanarak araçlar yapıyorlardı. Dış dünyadaki herkesin ilgi odağı olan araba yarışlarına katılan araçların çoğunu onlar yapardı. İnan, gidip Kayra’nın yanına oturdu. Eğer o da burdaysa demek ki kendi yakalanma sebebi mafya ile bağlantıları olamazdı. Tarık Jin’in hiçbir zaman mafya ile bir alakası olmamıştı çünkü.

Kayra yanına oturan genç adama baktı. Yaşıt olmalıydılar. Herkes gibi onun yüzünde de tedirgin bir ifade vardı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra derin bir nefes alıp:
- ‘Merhaba. Adım Kayra Jin.’ dedi ve tanışmak üzere elini uzattı.
İnan kendisine uzatılan eli sıkarak
- ‘Ben de İnan’ diye karşılık verdi ‘Ne halt yemeye burdayız biliyo musun?’
- ‘Yok ya, maalesef. Niçin tutuklandığımı bile bilmiyorum.’
İnan umutsuzca iç çekti: ‘Ben de...’
O sırada cam duvarın ardında görünen kapı açıldı ve beyaz giysiler giymiş üç adam, yanlarında muhafızlarla içeri girdi. İçlerinden biri elindeki kartı hücrenin kapısının yanında bulunan bir şeyden geçirdi. Cam kapının açılmasıyla birlikte muhafızlar ellerindeki silahları hücrenin içindekilere doğrulttular: Kimse yanlış bir hareket yapmasındı yoksa vurulurdu.
Beyaz giysili adamlar sakin bir şekilde hücredekilerden üç tanesini seçti ve muhafızlar onlara gelmelerini emrettiler. Cam kapı kapandı ve bu üç kişi, metal kelepçelerle bağlanıp, beyaz giysili adamlar ve muhafızlar eşliğinde odayı terk ettiler.
Kayra ayağa kalkıp: ‘N’oluyoruz ya?’ diye sordu. Son derece huzursuz olmuştu.
- ‘Bilmiyorum’ dedi İnan ‘Galiba sorguya götürülüyorlar.’
- ‘Saçmalamayın len!’ dedi hücrenin öbür ucundan gelen bir ses. Altmışlı yaşlarda bir adamdı bu. Başının üst kısmındaki saçlar dökülmüş, geri kalanlar ise uzun ve beyazdı. Sol gözü robottu ve geniş, metal bir parçayla yüzüne yerleştirilmişti. Parçanın etrafındaki deri ise yanmıştı.
- ‘Niye saçmalamayalım amca?’ diye sordu İnan.
- ‘Sorgular dışarıdaki muhafızlar tarafından, oradaki karakollarda yapılır. Sorgulanmak için bile olsa kimse Kubbe’ye sokulmaz.’
- ‘E peki niye burdayız o zaman?’ diye sordu Kayra.
- ‘Onu ben de bilmiyorum’ dedi adam.
İnan, beyaz giysili adamların bir kez daha gelmesine değin ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu fakat o süre boyunca kimse hiçbirşey söylememişti. Bu sefer aralarından dört kişiyi götürdüler. Kimsenin bir açıklama yapmaması ve daha önce giden üç kişiye ne olduğunu bilememek herkesin sinirini bozmuştu. Aralarından iri yarı olan bir tanesi cam duvarı kırmaya çalışıp önce elini sonra da dirseğini kırdı. Beyazlı adamlar bir sonraki gelişlerinde onu ve bir başkasını götürdüler.
- ‘Her seferinde farklı sayılarda insanlar alıyorlar’ dedi Kayra ‘Neden acaba?’
- ‘Ben hala bunun bir sorgu olduğuna inanıyorum’ diye karşılık verdi İnan
Yaşlı adam sinir bozucu bir şekilde güldü:
- ‘Genç olmak ne güzel. Böyle bir durumda bile hayal alemindesin’
İnan ve Kayra ona cevap vermemeyi tercih ettiler. Sinir bozmaktan başka bir işe yaramıyordu adam. İşin kötü tarafı artık altı kişi kalmıştı ve bir sonraki postaya dahil olma ihtimalleri son derece artmıştı.
Zaman geçmek bilmiyordu sanki. İnan, yorgun ve aç olduğunu hissediyordu, Kayra bir ara uyuyup uyanmıştı ama İnan için bu mümkün olmamıştı.
Cam duvarın ardındaki kapı bir kez daha açıldığında hücredeki herkes korku dolu bir ifadeyle dönüp baktı. Beyaz giysili adamlar ve muhafızlar yerine içeri ince yapılı genç bir kız girince şaşırdılar. Elinde muhafızların kullandığı elektrikli coplardan, üzerindeki giysilerde ise bir miktar kan vardı. Kararlı adımlarla, hızlı hızlı hücrenin cam duvarına yaklaştı ve elindeki copla, adamların kartlarını okutmak üzere kullandıkları okuyucuya var gücüyle vurdu. Üzerinden birkaç kıvılcım fırladıktan sonra okuyucudan gelen robot bir ses duyuldu:
7-32-5 numaralı okuyucu güvenlik kipindedir. Lütfen kullanıcı kimliğini tekrar giriniz.
Bunun üzerine kız, gözlerini okuyucunun kırmızı ışığına denk getirerek:
- ‘VII042 numaralı medikal nanoteknolog Eda’ dedi.
- ‘Retina taraması doğrulandı. Lütfen kapının yeni konumunu belirtiniz.’
- ‘Açıl!’
Cam kapı açılırken hücredeki insanlar hala şaşkın gözlerle onu izliyorlardı. Kız derin bir nefes aldı:
- ‘Adım Eda, ama siz bana Yun deyin. Üzerinizde deneyler yapmak üzere bilim adamları tarafından buraya getirildiniz. Ben ise sizi dışarı geri götürmeye geldim ama daha fazla açıklama yapacak vaktim yok. Kim benimle geliyor?’
Hücredeki altı kişi de aynı anda ellerini kaldırdılar. 
--------------------------------------------------------------
Yun, odaya gelene kadar epeyce zorlanmış ama bedeninde bulunduğu kız hakkında birçok şey öğrenmişti. Her şeyden önce Araştırma Merkezi adı verilen bu binanın her yerine girme ve her türlü elektronik aygıtı kullanma iznine sahipti. Hatta muhafızlardan biri, ricası üzerine copunu bile vermişti ona. Fakat ‘kobayların’ bulunduğu odanın yakınlarında bulunması yasaktı, ki bu herhalde Cenk denen adamın muhafızlara yeni vermiş olduğu bir emirdi. Bu sayede Yun, kız hakkında çok önemli bir şey daha öğrenmişti: fiziksel olarak, bir kadınla karşılaştırıldığında bile, son derece zayıftı. Bu yüzden herhangi birini dövmeye çalışmak çok kötü bir fikirdi. Dört koridor ötedeki muhafız ile yaşamış olduğu yüzleşme bunu ispatlamaya yeterdi. Lakin söz konusu karşılaşmada, kız hakkında öğrenmiş olduğu üçüncü ve daha önemli özellik devreye girmişti: fiziksel olarak zayıf olmasına rağmen şaşırtıcı derecede hızlı koşuyordu.
 
Altı tutsak, Yun’un önderliğinde odadan dışarı çıktı. Karşılarında, sağ ve sol taraflarında beyaz duvarlı, fazlasıyla aydınlatılmış koridorlar uzanıyordu. Hepsi de birbirinin aynıydı. Yun bir süre durdu ve Eda’nın beyninin koridorları çözümlemesini bekledi. Kız hakkında öğrenmiş olduğu en önemli özellik de buydu: karşısına çıkan herşeyi analiz ediyor ve bunu bilinçsiz bir şekilde yapıyordu. Beyni sanki buna programlanmıştı. Saatler önce kızın evinde dört dönerken az daha çıldırmasına yol açacak bu özellik, bir kere kullanmaya alışınca Yun için son derece kullanışlı hale gelmişti. Koridorlardan bir tanesi, ileride, araştırma merkezine kaynak sağlayan ray hattının bağlandığı üniteye ulaşıyordu. Eğer yanındaki insanları oraya ulaştırabilirse kazasız belasız Kubbe’den dışarı çıkarabileceğini düşündü. Yanındakilere dönüp: ‘Bu koridorun sonunda ray hattına bağlanan bir ünite var. Oraya vardığımızda sizi dışarı çıkarabilirim. Lütfen beni takip edin.’ dedi. Adamlar itiraz etmeden söyleneni yaptılar. İnan, olup bitenleri algılamakta güçlük çekiyordu. Kubbe’li bir bilim adamı, hatta az önce duydukları doğruysa bir ‘medikal nanoteknolog’ kaçmalarına yardım ediyordu. Üstüne üstlük onlarla konuşurken ‘lütfen’ demişti.
Yun, kaynak ünitesinin önüne geldiklerinde durup içeride nasıl bir güvenlik olabileceğini düşünmeye çalıştı. Kubbe, dışarıdan gelebilecek davetsiz misafirlere karşı sayısız önlem almıştı ama zorla dışarı çıkmak isteyenlere karşı pek birşey düşünülmemişti. Teslimat günü olmadığından güvenlik önlemleri son derece zayıf olmalıydı.
 
Kapılar açıldığında içeride kimsenin olmadığını fark ettiler. Yun temkinli bir şekilde içeri girdi, adamlar onu takip ettiler. İnan, çocukluğundan beri içinde çalıştığı ray hattının öbür ucunu ilk defa görüyordu. Karşılarında, ağzı siyah bir kapakla kapanmış devasa bir tünel vardı. Yun, bir süre kapağı inceledi ve kızın beyninin kapağın nasıl açılacağını çözümlemesini bekledi. Bir yerlerde bir kumanda donanımı olması gerekiyordu. Oradaki bilgisayarı gerektiği gibi yeniden programlayabilirse sadece kapıyı açmakla kalmayıp ray hattını da aksi yönde devreye sokabilirdi, yanındakilere beklemelerini ve gözlerini dört açmalarını söyledi.
 
Muhafızlar odaya ulaştıklarında Yun bilgisayarla işini bitirmişti. Ray hattının ağzındaki siyah kapılar, yavaş yavaş ve gürültüyle açıldı.
‘Olduğunuz yerde kalın! Yanlış bir hareket yapanı vururuz!’ diye bağırdı muhafızların şefi.
İnan, teslim olur şekilde ellerini yukarı kaldırırken bir yandan da Kubbe’li muhafızların hep aynı cümleyi tekrarladıklarını düşündü. Bahsettikleri ‘yanlış’ hareketin ne olduğuna dair bir açıklama yoktu elbette. Hücre arkadaşları da onun gibi ellerini kaldırdılar. Fakat kaçmalarına yardım eden kız teslim olmamıştı henüz. Muhafızların şefinin gözlerine bakıyordu. Kızın bakışlarında en ufak bir korku zerresinin bile olmadığını gördü İnan. Nasıl bu kadar cesur olabiliyordu?
Yun karşısındaki muhafızları inceledi. Neden teslim olmalarını istemişlerdi ki? Suçlu oldukları çok belliydi. Eda, herhangi bir vatandaştan çok daha üstün bir statüdeydi bu yüzden muhafızların onu vurmaması doğaldı, fakat dışarıdan gelenlerin insan olarak herhangi bir hakları yoktu. Demek ki Cenk, bir kez daha dışarıdan birilerini getirme riskini göze almak istemiyor, kobaylarını sağsalim geri istiyordu. Yalnız ‘yanlış bir hareket’ yapmadan, adamların öldürme emri alıp almadıklarından emin olması gerekiyordu.
 
Yun’un aklına, Skopya’daki en tehlikeli deniz canavarlarından olan ‘sırtı dikenliler’ geldi. Erkek sırtı dikenli yoluna çıkan bütün teknelere saldırır, balıkçıları öldürürdü. Dişi sırtı dikenli ise yalnızca yuvasının yakınlarına gelenlere saldırır, bunu yaparken de sadece onları korkutmaya çalışırdı. Çünkü erkeğinin aksine dişi sırtı dikenlinin dişleri ve zehirli tırnakları yoktu. İyi bir avcının sahip olması gereken en önemli özellik, canavar teknenin etrafında dönmeye başladığında amacının saldırmak mı yoksa korkutmak mı olduğunu anlayabilmekti. Muhafızların şefinin gözlerinde, amacının öldürmek değil korkutmak olduğunu görebiliyordu. Hatta bu adam hayatında daha önce hiçkimseyi öldürmemişti.
 
İnan, Eda’nın gülümsediğini görünce şaşırdı, muhafızlar da şaşırdılar. Kız, şeflerine doğru emin adımlarla ilerledi. Adam bağırmaya başladı:
- ‘Olduğunuz yerde kalın dedim! Yanlış bir hareket....’
Yun, alnını adamın silahının namlusuna dayadı ve gülümseyerek:
- ‘Bu yanlış bir hareket mi mesela?’ dedi. Sonra ardındakilere seslendi ‘Orada duracağınıza ray hattına gidin!’ 
Dışarıdan gelen tutsaklar ray hattına koşarken muhafızlar ne yapacaklarını bilemediler. Şeflerinin elleri titriyordu. Kaçmaya çalışanlardan hiçbirini öldürme emri verilmemişti onlara. Üstüne üstlük karşılarında kafasını namluya dayamış bir medikal nanoteknolog vardı. Bu statüde birini öldürmek için altı belediye başkanının da imzası gerekirdi.
İnan ve Kayra kapılara ulaştıklarında dönüp kendine ‘Yun’ adı veren kıza baktılar. Onu geride bırakmak istemiyorlardı.
 
Muhafızların lideri silahını indirdi. Kızın bakışlarında kendisini korkutan ve sindiren birşey vardı, sanki namlunun öbür ucundaki kendisiymiş gibi. Yanındakilere silahlarını indirmelerini emretti, onlar da itaat ettiler. Hatta aralarından birkaçı teslim olur gibi ellerini kaldırdılar. Eda gülümsedi ve arkasını dönüp hızlı adımlarla diğerlerinin yanına ilerledi: ‘Gidelim! Merak etmeyin, ‘yanlış bir hareket’ yapmayacaklar.’
 
İnan olanları algılamakta gittikçe daha fazla zorlanıyordu. Dışarıda tanıdığı insanlar arasında başını bir silah namlusuna dayayabilecek kadar cesur insanlar vardı elbet, fakat onların kaybedecek hiçbirşeyi yoktu. Kızın durumundaki birinin bunu yapabilmesi inanılmazdı. Daha da inanılmaz olan, dışarıda ya da değil, herhangi bir insanın sadece irade gücüyle, silahlı bir adamı teslim olmaya zorlayabilmesiydi. Bu kadar güçlü birini ilk defa görüyordu İnan. Kubbe’deki hayatını bir kenara bırakıp onlarla dışarı geliyordu bu insan. Anlaşılan orada başına gelebileceklerden de korkmuyordu.
 
Ray hattının öbür ucuna ulaştıklarında güneş batmaya başlamıştı. Rayların ve vagonların oluşturduğu metal bir labirent vardı karşılarında.
 
- ‘Şimdi ne tarafa gidicez? Burda kaz gibi kalırsak hattın muhafızlarına yakalanırız!’ dedi Kayra.
- ‘Beni takip edin’ dedi İnan, ‘Yıllardır burda çalışıyorum. Bu hattı avcumun içi gibi bilirim’
Hepsi, İnan’ı takip etmeye koyuldu. Yun nefes almakta zorlandığını hissediyordu. Dışarının havasının Kubbe’deki gibi temiz olmadığını biliyordu ama bu kadarını tahmin etmemişti. Her nefes alıp verişinde bir miktar kurum yutuyordu sanki. Adamların bundan rahatsız olur gibi bir halleri yoktu. Alışmışlardı belki de. Hiç birşey düşünmemeye çalışıp kızın beyninin olanları çözümlemesini bekledi ve birden, nefes almasını güçleştiren şeyin havanın kirliliği olmadığını fark etti. Havada, solunum yollarını etkileyen birşey vardı ve bu yüzden lenf bezleri şişmişti. Kaslarının gittikçe güçsüzleştiğini hissetti, başı dönmeye başlamıştı. Dışarının havası, içerisinde birçok hastalık barındırıyordu ve Kubbe’deki insanların, doğal olarak, bunlardan hiçbirine bağışıklıkları yoktu. Fakat hangi hastalık etkisini bu kadar hızlı gösterebilirdi ki?
 
Yun’un yere yıkılması üzerine, adamlar telaşla yanına koştular. İnan, kızı omuzlarından tutup sarstı:
- ‘Yun! Neyiniz var?! Kendinize gelin!’
Yun konuşmakta zorlanıyordu:
- ‘Hastalık....’ diyebildi. Sesi kısılmıştı.
Adamlar soru işaretleriyle dolu gözlerle birbirlerine baktılar. Yaşlı adam kızın yanına gelip diz çöktü:
- ‘Büyük Humma...’ dedi. ‘Kubbe’dekilerin dışarıdaki nüfusa hakim olmak için saldıkları bir hastalık. Burada yaşayan herkes bu hastalığa karşı bağışıklığa sahip olduğu için hayatta.’ diye devam etti. Sonra kısa bir süre düşünüp: ‘Sen medikal nanoteknolog değil misin? Büyük Humma’dan nasıl haberin olmaz?’ diye sordu.
- ‘Haberim var.’ dedi Yun. Birden kapıldığı öksürük krizinden dolayı sözlerine devam edemedi. 
Yaşlı adam ne diyeceğini bilemiyordu:
- ‘Bizi kurtarmaya geldin ve bir an bile dışarıda başına neler geleceğini düşünmedin mi?! Nasıl olur? Kimsin sen?’
Yun’un gözleri kararmaya başlamıştı. Gülümsedi:
- ‘Açık denizde canavar avlayan genç avcıyım ben....’
Kızın gözleri kapandığında İnan panikledi:
- ‘Hey! Uyuma sakın! Kendine gel!’ diyerek onu omuzlarından sarsmaya devam etti. Sonra yanındakilere döndü: ‘Birşeyler yapmalıyız!’
- ‘Merak etme’ dedi yaşlı adam, ‘Biriniz onu taşısın da emin bir yere gidelim. Sonra adamlarıma Kubbe’den çaldığımız ilaçları getirmelerini emredicem.’
Kayra, Eda’yı kucağına aldı: ‘Babamın hurdalığına gidelim! Orda güvende oluruz’ dedi. İnan ise yaşlı adamı süzdü, yoksa hep bahsi geçen, mafyanın en nüfuzlu ikinci adamı, Kör Taras mıydı bu adam? Öyleyse senelerdir bu adam için çalışıyordu.   

***
Yun gözlerini açtığında karşısında büyücüleri gördü. Ölmüş ve büyücülerin yanına mı gitmişti acaba? Karşısında ruhun, insanın ve doğanın büyücüleri oturuyordu. Evrenin büyücüsü ise yanında duruyordu. Sahi maskelerinin anlamlarını ne zaman öğrenmişti?
- ‘Evine hoşgeldin genç adam’ dedi ruhun büyücüsü.
Yun, yüce büyücülerin karşısında ayakta durduğunu fark edip telaşla diz çöktü ve o sırada boynundaki talismanı fark etti.
- ‘Burada olmaya alışana kadar bu talismanı çıkarma’ dedi insanın büyücüsü.
Demek ki büyücüler onu geri getirmenin yolunu bulmuşlardı. Fakat gittiği yerde sadece salgının çaresini bulamamakla kalmayıp bir de üstüne üstlük bambaşka bir hastalıktan dolayı bedenine girdiği insanı öldürmüştü.
- ‘Sizlerden af diliyorum yüce büyücüler. Malesef bana verdiğiniz görevi yerine getiremedim! Bir başkasının dünyasına gittim ve o şu an benim yüzümden can çekişiyor!’
- ‘Yanılıyorsun genç adam. Görevini başarıyla yerine getirdin ve Skopya’yı hastalıktan kurtardın. Senin bedeninde misafir ettiğimiz genç insana gelince, merak etme, şimdi kardeşlerim ve ben onun için dua edeceğiz.’
Eda’nın, hayatının dört tane büyücünün duasına kaldığını duysa ne düşüneceğini tahmin edebiliyordu Yun. ‘Merak etme Eda,’ diye düşündü, ‘Büyücülerin mutlaka bir bildikleri vardır’. Büyücüler, sanki genç adam yanlarında değilmiş gibi daire şeklinde oturdular ve zihinlerini yoğunlaştırdılar. Kızı kurtaracaklardı fakat bunun bir takım yan etkileri olacaktı elbet.
 
3.Bölüm Sonu

Etiketler: kültür sanat
İstihdam