06/04/2014 | Yazar: Kaos GL

Kapitalist toplumlardaki mevcut normatif düzenin bekası için ‘sakıncalı kimliklerin’ yaratılması zaruri olduğundan, yeni sağ-muhafazakâr siyasetler ‘komünist’, ‘terörist’, ‘ateist’ ve (ataerkil aile kurgusuna uymadığı için) eşcinsel kimlikleri hedef gösterir.

Kapitalizm ve Muhafazakarlık Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Ankara Üniversitesi SBE Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı’ndan Kansu Yıldırım Kaos GL dergisinin “Muhafazarlık” temalı 122. Sayısına yazdı: Kapitalizm ve Muhafazakarlık.
 
Kapitalist toplumlardaki mevcut normatif düzenin bekası için “sakıncalı kimliklerin” yaratılması zaruri olduğundan, yeni sağ-muhafazakâr siyasetler “komünist”, “terörist”, “ateist” ve (ataerkil aile kurgusuna uymadığı için) eşcinsel kimlikleri hedef gösterir.
 
Kapitalist işbölümünün garantörlerinden olan muhafazakârlık, yoğun ataerkilliği barındırarak, zımnen sakıncalı kimlikler yaratmış, bunların tasfiyesine her dönem girişmiştir.
 Eser: Erinç Seymen
 
Liberal Yaklaşımlar
Muhafazakârlık, Fransız Devrimi sürecinde ortaya çıkan ve eski rejime dönüşün siyasal-reaksiyoner karakterini ifade eden bir kavram olsa da, gerçekte bir tepkinin entellektülize edilmiş versiyonudur.  Karl Manheim bu tepkinin özünde Devrim’le birlikte gelenekten kopuşun etkili olduğunu söyler. Muhafazakârlık bu anlamıyla “bilinçli hale gelmiş gelenekçiliktir”. Çünkü eskiye dönüşü arzulayan muhafazakârlar, değişen süreçlerin içinde “modern” olanın farkına varmışlardır. Modern olan ile eski arasında mukayeseye başlayan kadrolar, siyasallaşarak varlıklarını sürdürmüşlerdir ve sanıldığının aksine muhafazakârlık, kökeni itibariyle yeninin-karşıtı değildir. Örneğin, Fransız Devrim’i ile radikal hale gelen Aydınlanmanın sapma halinde olduğunu düşünen, Aydınlanmanın yeni aldığı biçime karşı olan muhafazakârlar, sonraki aşamalarda da Aydınlanmaya eşlik etmişlerdir. Zaten varlıklarını sürdürebilmelerinin yegâne koşulu nasıl ve hangi şartlarda eşlik edeceklerini öğrenmeleri olmuştur. Muhafazakârlığın Aydınlanma ile süren belalı aşkı nedeniyle Manheim bir yazısında muhafazakârlığı “düşünce üslubu” olarak; serbest piyasa ekonomisinin başlıca teorisyenlerinden Friedrich Hayek ise “gevşek ideoloji” olarak tanımlamışlardır. Her iki düşünürün bu şekilde tanımlamasına neden olan muhafazakârlığın insanlara mevcut dünya hakkında zihinlere izdüşümü bırakması; bir adım daha ötesinde “dünya tasavvuru” sunmasıdır çünkü muhafazakârlık özü itibariyle çeşitli kabulleri ve itirazları içeren, ilkelerinin tutarlılığı değişkenlik gösteren bir ideolojik akımdır. Viereck gibi düşünürler ise daha pragmatize ederek, ideal bir siyaset yapış tarzı için iyi bir düşünme stili olarak ele alır. Çok geniş bir külliyata sahip olsa bile hümanist-liberal akıma bağlı sağ veya sol siyasetlerden hiçbir görüş, muhafazakârlığın temelindeki olguları incelemeye girişmez. Daha ziyade görünen ile yetinirler.
 
Liberal Yaklaşımların Eleştirisi
Liberal yaklaşımlar, en temelinde muhafazakârlığın ortaya çıkışındaki mülkiyet ve sömürü ilişkilerini göz ardı etmişlerdir. “Bir şeyler değişiyor, birileri rahatsız oluyor.” şeklinde kavradıkları toplumsal formasyondaki sınıfsal değişimin söz konusu ideolojiyi ortaya çıkardığını görememişlerdir. Çünkü tüm devrimlerle birlikte ekonomik yaşamdan kültürel yaşama kadar pek çok kişi ve kurum ya tasfiye olur ya da form değiştirir. Egemen sınıfların siyasal ve ideolojik önderliği kaybetmesi nostaljik bir hayıflanmadan öte, yeni toplumsal güç ilişkileri içinde varlık sebeplerini de kaybetme anlamına geldiği için önemlidir. Bu yüzden muhafazakârlık, yeni olana entegrasyonda başarılıdır. Bu bağlamda muhafazakârlığın çıkışına tekrar baktığımızda şöyle bir akış görürüz. Muhafazakâr teorisyenleri ürküten ve harekete geçiren, Devrim’le birlikte toplumsal kurumların yeniden düzenlenebileceği, kişilerarası ilişkilerin ve bizatihi kişilerin değiştirilebileceği söylemleriydi. Organizmacı toplum anlayışı gereği muhafazakârlar, kişilerin toplumsal konumlarının çakılı olduğunu, insanın özü itibariyle değişemeyeceği gibi idealize edilmiş düşüncelere dayanıyorlardı. Bu yüzden özellikle yurttaşlık ve eğitim kurumlarının yeni toplumsal anlayışa göre şekillenmesi tahammül eşiğini açıyordu. Her ne kadar Devrim ile birlikte kadın ve çocukların yurttaşlık tanımı içinde olmaması devam etse de, muhafazakârların farklı toplumsal sınıflardan -mülksüz ve unvansız- erkeklere de tahammülü yoktu. Bunun için eski rejimi çağırma işlemine farklı kanallardan girdiler. Öncelikli çaba, eğitimin belirli kesimlere özel olmasını istiyorlardı. Böylelikle kültürel sermaye, eskiden olduğu gibi belirli kişilerin elinde birikebilecekti. Diğer çaba, alt sınıflardan kimselerin analitik düşünme becerisine sahip olamayacağı görüşünden hareketle, otantik yerel iktidar şebekelerine bel bağlamışlardı. Özellikle, muhafazakârlığın alamet-i farikası olan hiyerarşi ilkesi çerçevesinde ataerkil aileyi işlevsel kılmaya çalıştılar. Benzeri çabalar sayesinde muhafazakâr ideoloji için kavram seti oluştu: Gelenek, faydacılık, organizmacılık, hiyerarşi, otorite, mülkiyet.
 
Her biri birbiriyle ilişkili olan bu kavramların gerçek yaşamda denk düştüğü iktidar ve güç ilişkileri, muhafazakârların en saf haliyle sağ siyasetle olan ilişkisini de belirledi. Devlet ve aile kavramları üzerinden düzenin sabitlenmesini çıkar yol olarak gördükleri için, her iki kavrama da ataerkil tonda anlamlar yüklediler. Koruyuculuk imgesi ile devlet ve ordu özdeşleştirilirken, koruması gereken nesne ülke toprakları bazında coğrafik kadın bedeniyle simgelendi. Aile, “olması gereken” değerlerin sağlayıcısı olarak ideolojik ve biyolojik yeniden üretimin en temel mekanizması olarak kurgulandı. Böylelikle eşitsizliğe ait düşünceler çekirdek formuyla aileden yayılmaya başlayacaktı. Kısaca söylersek -sınır çizgisi çekerek- 1700’lerin sonlarından itibaren sınıfsal ve cinsiyet eşitsizliklerinin korunması ve derinleştirilmesinde muhafazakâr ideoloji ve sağ siyasetlerin işbirliği tesadüfî değil; simbiyotik bir ilişki formundadır.
 
Yeni Sağ ve Muhafazakârlık
1800’lerin ortalarından itibaren üretim teknolojilerindeki değişme ve buna bağlı ekonomik yaşamdaki değişim, toplumsal yaşamı bir dizi büyük hareketlerle sarsmış; üst üste iki büyük paylaşım savaşı ve iki büyük sosyalist devrimin yaşanması hâkim üretim tarzındaki önemli değişikliklere itmiştir. Bir cümle ile özetlenen 200 yıllık süreçte siyasetin karakteristiğinde ve aktörlerin rollerinde farklılıklar yaşanmıştır. Klasik sağ, muhafazakârlık ideolojisin aktüel biçimlenmelerinden etkilenmiştir. İlk başta devlete ilişkin görüşlerde değişiklikler gözlenmiştir. Yeni muhafazakârlara göre devlet ahlak ve değer yargıları konusunda “tarafsızlaşarak”, düzenleyici olmaktan ziyade denetleyici bir işleve sahip olmalıdır. Kültürel düzeyde değişimlerin ahlaki erozyon yarattığını vurgulamayı ihmal etmeyerek, kültür kavramının mevcut anlamını reaksiyon göstermişlerdir. Bu reaksiyon, örgün eğitim, çocuk eğitimi, cinsellik ve cinsel yönelimler, kadının aile ve toplum içindeki pozisyonu konularını kapsayarak genişlemiştir. Helmut Dubiel’e göre bu reaksiyoner genişleme, eski ve yeni muhafazakârlık düşüncelerinin birleşimine neden olmuştur. Doğrudur; 1980lere doğru gelirken Hayek ve Friedman’ın görüşlerinin belirlediği özelleştirmeci ve serbest ekonomici paradigma, kitleler tarafından rıza gösterilecek ve sürdürülebilir kılacak bir toplum tahayyülüne ihtiyaç duymuştur. Bu yüzden kalıtsal ayrımlardan kaçınmış, yeni bir değer dizisi yaratmıştır.
 
Popülist Abu Hayat
Kapitalist üretim tarzının dönemsel (kondratieff çevrimleri) girdiği krizler sonucunda, başat kriz reçetesi çalışan sınıflar başta olmak üzere tüm toplumla maliyetleri paylaşmak olmuştur. İlkin emek piyasasının sıkı ücret disipliniyle terbiye edilmesi; ikincisi, ucuz işgücü deposu yaratılması; üçüncüsü sınıfsal konumu ve cinsel yönelimi fark etmeksizin herkesin iyi bir tüketici olarak kodlanmasıdır. Üretim ve bölüşüm sürecinde başlayan bu reçeteler, ancak ideal bir toplum tasavvuruyla hayata geçirilebilir. Bu yüzden sermaye gruplarının sağ siyaset ve özellikle muhafazakâr ideoloji saflarında yer alması, popülist icraatlara yönelmesi boşuna değildir. Her birey, aileden başlayarak kamusal alana çıkıp tekrar özel alana dönünceye kadar ve özel alan içinde verilmiş yurttaşlık (üretici, tüketici, toplumsal cinsiyet) rolleri sınırları içerisinde kalmalıdır. “Sermayenin çağdaş iktidarı”nın kalıcılığı, kapitalist ve ataerkil aidiyet kodlarının benimsenmesiyle orantılıdır. Bu noktada devletin ideolojik ve baskı aygıtlarıyla sağlanan zor ve rıza momentleri devreye girer. Muhafazakâr bir toplumun kritik bileşenlerinden aile, rıza ve zor arasındaki salınımda, aynı zamanda bir filtreleme mekanizması olarak çalışır. Özellikle kadın ve erkek gibi iki cinsiyetin önkabulüyle kurgulanan bu parçaya eşcinseller dâhil edilmez. Ayrıca kapitalist toplumlardaki mevcut normatif düzenin bekası için “sakıncalı kimliklerin” yaratılması zaruri olduğundan, yeni sağ-muhafazakâr siyasetler “komünist”, “terörist”, “ateist” ve (ataerkil aile kurgusuna uymadığı için) eşcinsel kimlikleri hedef gösterir. Bu durumlar siyasetlerin popülist uygulamaları arasında sayılabilir. Geniş zamanda gerçekleşen hedef göstermeler, kapitalist toplumsal iş bölümünün spesifik biçimde aksamaması için hayatidir.
 
“Sakıncalı Kimlik”in Sakıncaları
Kapitalizmin genişleyen yeniden üretim sürecinden sermaye birikim sürecine kadar muhafazakâr ideolojiyi hem istihdam altındakilere hem de toplumun diğer kesimlerine empoze etme çabaları, vulgar toplumsal tahayyüllerin kutsanmasına yol açmıştır. Militarizm ve milliyetçilik sarmalı içinde kutsanma, feda kültü ve toplumu rahatsız eden sakıncalı kimliklerin temizlenmesi şeklinde cereyan etmektedir. Mikro-şiddetin bu versiyonlarında, “sakat” bir steril toplum anlayışı çerçevesinde eşcinsellerin ve kadınların kocalarına biat etmedikleri, ahlaka mugayir davrandıkları, verili toplumsal kalıplara uymadığı gerekçeleriyle ayıklanmaları, muhafazakar ideoloji tarafından normalleştirilmeye gider. Yeni sağ-muhafazakâr ideolojiye göre cinayetlerle ve ölümlerle biten sorunlar, genel olarak ataerkil ve eril düşünüş kalıplarından değil, münferit anlık duygusal tepkilerden kaynaklanmaktadır. İsteyerek veya istemeyerek bu tür maddi gerçeklikten uzak ideolojik perspektiflerden bakış, sorunların özündeki şu gerçeği görmemizi engeller: Kapitalist toplumsal formasyona aykırı düşen öğeler, muhafazakâr ideoloji aracılığıyla kitlelerde yaratılan algı düzeyleri işlevselleştirilerek silinmeye çalışılır.
 
Örneğin kadına yönelik şiddet edimlerinden en belirgin olanı namus cinayetleridir. Namus cinayetlerinin diyalektik bir bağlamı vardır: İlki, kadın bedeninin üzerindeki denetim mekanizmalarının en aşırılaşmış biçimi, yaşama kasteden boyutuyla namus cinayetleri. Bu noktada belirleyici olan ideolojik salgılardır (din, milliyetçilik, bunları besleyen ataerkilliktir). İkincisi, yine kadın bedeninin değişken sermaye olarak bir meta-formu kazandırılamaması durumunda cezalandırılma biçimidir (mirasın bölünmemesi için aile içi evlilikler, farklı aşiretlerin servet birlikteliği için evlilikler). Son boyut ise sosyal psikoloji açısından ezilmişliğin rövanşı olarak “namus” kavramı bağlamında işlenen cinayetlerdir. Bunun yansıması, iş yerinde veya başka tür kamusal alanda ezilen bir erkeğin yaşamdan alamadığı intikamı karısından, kızından, erkek çocuğundan çıkarmasıdır. Her üç durumda da erkekleri çoğunlukla kadınlar üzerinde şiddete yönelten manevi faktörlerle beslenen maddi durumlardır.
 
2010 yılında öldürülen kadın sayısı 217’dir. 2010’da kadın cinayetleri ve yaralama olayları en sık İstanbul ve Adana’da görülmüş olup, İstanbul’da 17 kadın ve çocuk öldürülmüştür. Basında yer alan haberlere göre, cinayet, yaralama, taciz ve tecavüz olaylarının en sık yaşandığı bölge, Marmara Bölgesi’dir. 2010 yılında ölüm olaylarının yüzde 25’i Marmara, yüzde 19’u İç Anadolu, yüzde 17’si Akdeniz, yüzde 15’i Ege, yüzde 10’u Güneydoğu Anadolu, yüzde 8’i Karadeniz, yüzde 6’sı da Doğu Anadolu bölgelerinde yaşanmıştır. Bölgesel düzey kapitalist üretim ilişkileri bağlamında değerlendirilmeye tabi tutulduğunda -ekonomist indirgemeciliğe ve salt modernist yorumlara düşmeden- açıklayıcı ama yetersizdir. Katil zanlılarının profil dağılımı da önemlidir: Katil zanlısı olarak kovuşturmaya uğrayanların yüzde 19.11’i emekli; 17.64’ü ücretli çalışan/işçi; 16.71’i işsiz; 10.29’u çiftçi; yüzde 8.82 polis ve askerlerle emekli polis ve askerler; yüzde 4.41 şoförler, işverenler, sabıkalı/izinli hükümlüler; yüzde 2.94’ü esnaf; yüzde 1.47’si mühendislerden ve öğretmenlerden oluşmaktaydı. Profili oluşturanların büyük çoğunluğu sanayileşmiş, yani kapitalizme entegrasyonu daha önce olmuş Marmara Bölgesi’ne aittir. Mikro dağılımlarda ise ücretli çalışanlar, emekliler ve işsizler önce gelmektedir. Kısacası gündelik yaşamda “yaşama mücadelesi” verenler sağ-muhafazakâr ideolojinin motivasyonu altında ataerkilliği ve kapitalist değerleri içselleştirmişler ve cinayetleri işlemişlerdir. Her halde, kadın cinayetlerinin yüzde 1400 artış göstermesi münferit olamaz.
 
“Sakıncalı kimlikler”den diğeri eşcinseller olduğu için homofobi de oldukça yaygındır. 2009 yılında Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in yürüttüğü “Radikalizm ve Aşırıcılık” adlı araştırma kapsamında 34 ilde 1715 kişiyle bir anket gerçekleştirildi. “Kiminle komşu olmak istemezsiniz?” sorusuna %87 oranında “eşcinsel” yanıt verildi. Uluslararası Af Örgütü’nün verilerine göre 2010 yılında 9 gey, 6 trans nefret cinayeti işlenmiş. Mağdurlardan biri heteroseksüel bir erkek olduğu halde gey zannedildiği için öldürülmüş. Bu 10 vakanın 8’inde fail yakalanmış. Failler mağdurların kendileriyle zorla cinsel ilişkiye girmek istediği için onları öldürdüklerini söylemişler. Eril mantaliteyle işleyen bir hukuk sistemi içinde davaların basit birer adi vaka olarak geçmesi şaşırtıcı olmamalıdır. En yaygın haliyle nefret suçu boyutu, bu vakalardan hem medya hem de zor aygıtları tarafından dışsallaştırılır.
 
Anlaşılacağı üzere ataerki her ne kadar kapitalist üretim tarzından önce varolmuş olsa da, ideal formunu kapitalizm altında yeniden almıştır. Bu yüzden muhafazakâr ideolojinin çıkış anlarıyla birlikte tarihsel olarak sağ siyaset içinde ataerkinin geçirdiği değişim, kapitalist sistem altında yeni kontrol ve denetim mekanizmaları geliştirmesine imkân vermiştir. Kapitalist işbölümünün garantörlerinden olan muhafazakârlık, yoğun ataerkilliği barındırarak, zımnen sakıncalı kimlikler yaratmış, bunların tasfiyesine her dönem girişmiştir. 

Etiketler: yaşam
İstihdam