09/05/2014 | Yazar: Yıldız Tar

Karin Karakaşlı "içine düştüğümüz kimlikler hapishanesini", medyayı, edebiyatı en çok da "aşk"ı anlatıyor.

‘Sahici Yüzleşmeler Muhabbetle Başlar’ Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Karin Karakaşlı... Ermeni, kadın, gazeteci yazar... Hepsi ve aslında hiçbiri. Karin ile tam da bu her şey ve hiçbir şey olma halini, içine düştüğümüz kimlikler hapishanesini, edebiyatı, medyayı, nefreti, aşkı, Hrant Dink ile tanışmalarını ve karşılaşmaları konuştuk.
 
İşte; bir öykü yarışmasına katılan genç Ermeni kadından, Agos gazetesine uzanan yaşamı, yazdıkları, yazamadıkları, fazla politikadan dolayı edebiyata “ihaneti”, bütün deliliği, sükuneti, huzuru ve huzursuzluğu ile “bizim” Karin...
 
LGBT meselesi de dahil birçok ayrımcılıkla ilgili yazan birisin. Yazılarını toplumun ötekileştirilen kesimleri büyük bir beğeniyle okuyor. Özellikle LGBT meselesi ile karşılaşma anını merak ediyorum. Hakikatlerle hepimiz bir şekilde yüzleşiyoruz. Peki Karin’in LGBT hakikati ile yüzleşme hikayesi nedir?
Sahici yüzleşmeler aslında öyle büyük cümlelerle başlamıyor. Kitaplar, politik doğruculuklar üzerinden değil; bildiğin çok sıradan karşılaşmalarla, bir muhabbetle, arkadaşlıkla başlıyor. Ve arkadaşlığın sonunda da “Benim de eşcinsel arkadaşım var, Ermeni arkadaşım var” demenin karşılıklı gülümsettiği o noktaya gelmekle başlıyor. (Gülüyoruz)
 
Ben aslında bu kadar kimlik odaklı bir hayat öngörmemiştim kendime. Arka planda kalmasına rağmen benim aşkım edebiyat. Yazarım ama fırsat bulursam yazıyorum haline geldim. Ben ne kadar çerçeveyi edebiyattan ya da insandan doğru kursam da aslında gidip gelip gayet politik oluyor. Bütün bunlar bir yandan benim Agos sürecimle doğrudan bağlantılı. 23 yaşıma kadar Ermeniliği, Ermeni bir anne babadan doğmuş olmak ve birtakım bayram, ananeler üzerinden kültür yönüyle geçirmiş bir insandım. Ailem de sıradan Ermeni, orta sınıf, apolitik bir aile. Tabi Ermenilerin o kuşağının apolitik olmasının öğretilmiş kodlarla alakası var... Benim şu anda sürmüş olduğum hayat onların kabusu olsa gerek.
 
Neyse, üniversitede mütercim tercümanlık okurken hikayelerimi bir öykü yarışmasına yolladım. Gençlik Kitabevi’nde öyküm yayınlandı. Sonra bir telefon geldi: “Kızım ben Beyaz Adam Kitabevi’nden Hrant Dink. Duydum öykün yayınlanmış. Çok sevindim.” Ben ilk kez arkadaşlarım ve eş, dost dışında bir insanın o öykü yarışmasında öykümün yayınlanmasına bu kadar sevindiğini gördüm. O zamanlar Fol dergisi vardı, devasa boyutlarda. Hrant onu da paketlemiş hediye diye sarmış getirmiş. Sonra benim boyumu görünce, “Yalnız hediye de senin boyun kadarmış” dedi. Böyle başlayan bir hikaye...
 
O zaman Agos’un benim gıyabımda temelleri atılıyormuş. Hrant bana kültür sanat sayfaları için bir röportaj yapacaklarını söyledi. Gerçekten de röportaj yaptılar. Ardından allem etti kallem etti beni Agos’a aldı. Benim o zaman tabi akademik kariyer gibi bahanelerim vardı. “Gel bir gir ufkun açılır” dedi. Gerçekten de filmlerdeki gibi gözümü açıp kapattığımda 10 yıl geçmişti. Zaten benimle yaptıkları röportaj yayınlandığında ben gazetedeydim. Böyle bir sefil statü kaybı oldu!
 
Agos gerçekten bir okul oldu ve ben Ermeni olmak denen şeyin tarihi birikimini, bugününü, sorunlarını, Gayrimüslim azınlıklara dönük devlet politikalarını gördüm. Bunların içinden geçip beslendikçe zamanla ifade alanlarımın içine kimlik mücadelesi girmeye başladı. Ve özellikle 2007 (Hrant Dink’in öldürülmesi) yaşandıktan sonra çok politik görünümlü bir Ermeni haline geldim. Yazar Karin Karakaşlı’ya yapabileceğim en büyük haksızlık bir yanıyla da...
 
Neden yazar Karin Karakaşlı’ya haksızlık?
Çünkü edebiyat bütün bu şık duran, onlar olmadığında var olamayacağını düşündüğün kimlikleri çıkardığında kaldığın şeydir. O insan halindir. Yattığında Ermeni olarak yatmazsın. Her dakikayı eşcinsel politikası üzerinden yaşamayacağın gibi... Bu kadar bedene ve öze dair bir şeyin durduğu ve senin biricikleştiğin bir şeyi anlatmaya yetmediği bir yer var. Ve o yer seni Yıldız yapıyordur ve bir tane daha Yıldız yoktur. Ama sadece LGBT olmaktan dolayı değil. Bunları yazma ve yaratma yerine yaptıklarımın çok ayıp bir yanı var. Ama öbür türlü rahat edemeyeceğim için elbette bu politik mücadelede bir nevi sorumluluk olarak sürüyor... Beri yandan da ayağımın altından zemin kayar gibi olduğunda “Bir dakika” diyip yine edebiyata sarılmaya başlıyorum. Orada gerçekten çıplak, özgür, deli, sahici oluyorum.
 
Yüzleşmeye dönersek, bu kadar Ermeniliğin içinde bir yerde kimliklerin yan yana geldiği bir noktaya geldik. Önce herkes epeyi miktar kendi özerk mücadelesini veriyordu. Bir süre sonra kendi bulunduğun alanda bağırıp çağırmanın çok yalnızlaştırıcı olduğu bir noktaya varıyorsun. Orada da aslında bir “Merhaba” diyorsun ve etrafına bakmaya başlıyorsun. Dünyada başka şeylerin de olduğunu görüyorsun. Ve o başka şeylerin gidip gelip hepsinin de çok farklı arka planlarla ve aynı gerekçelerle aslında sistemle, iktidarla, erkle büyük bir derdi var. Sonra yanında birini görüyorsun, o biriyle oturuyorsun. Ve aslında bir çay kahve denen şeyin hatrı ile başlıyor. Oradan çok güzel bir politika çıkıyor ve o dünyanın en sahici ilişkisi. Birinin kimliği ile dalga geçebildiğin hal o kimliğin yegane özgürleşebildiği yer. Ben oradan, içeriden yazmaya gayret ediyorum. Hayatta en nefret ettiğim şey bir şeyci olma hali. Hani şu “Ermenici, Kürtçü” denen, yaşayan insanları, onların dertlerini özne değil nesne olarak ele alma hali... Ben de bir eşcinsel kraliçesi gibi tınlamak istemem. (Gülüyoruz)
 
Bir yandan bu yüzleşme süreci günahıyla sevabıyla zorlu bir süreç. Düşe kalka öğreniyorsun ve bunu çok değerli buluyorum. Hani şey var ya; siyaseten doğrucu oluyorsun ve ağzını açamaz hale geliyorsun. O kasılı ve görece güvenli konumda kaldıkça asla insanların canını yakan şeyleri ve keza varlıklarından duydukları mutlulukları bilemezsin çünkü nüfuz edemezsin. Soracaksın, dinleyeceksin, beraber susacaksın bazen. Pot kırmayı, yanlış anlaşılmayı, içtenlikle özür dilemeyi, öğrenmeyi göze alacaksın. Geldiğim noktada sadece uğranan ayrımcılık, hak ihlalleri ya da hepsi politik olan cinayetler üzerinden değil, günlük hayatta hani şu düzen heteronormatif denen kodlarının gözüme batar olması üzerinden fark ettiğim koca bir hayat birikimi bu. Birbirini hissedebilmek, görece farklı hayatlara rağmen aynı tepkiyi verebilmek… Kısacık ama çok tayin edici bir anda bir olabilmek. Bundan daha kıymetli bir şey yok.
 
Sistem ayrı gayrı durmamızdan çok hoşnuttu. Şimdi en çok korktukları şey gerçekleşiyor. Ve çok zorlu bir süreçten geçiyoruz çünkü en ufak bir yanlış söz maksadını aşabilir. Birbirimize girmemiz işten bile değil. Hepimizin öteki olması birbirimizin halinden anlayacağımız anlamına gelmiyor maalesef.  Örneğin, Ebugün Kürt siyasi hareketi içinde hararetle tartışılmakta olan Ermeni Soykırımı meselesi ya da özünde son derece tutucu ve muhafazakâr olan Ermeni toplumunun homofobi ve transfobi ile yüzleşmesi hali hazırdaki en büyük sınavlara birer örnek. Bu bir ömürlük mesai. Oldum bitti demekle olabilecek bir şey değil. Çok politik, hatta kutuplaşmış  bir ortamdayız. Bu kadar politik olmasından da korkuyorum bir yandan. Türkiye’deki bu halin gittiği yeri de hayatın özüne çok aykırı buluyorum. Bunun çıkışı queer’de midir bilmiyorum. Ama bu kadar kimlik takıntısından sıyrılmamız gerekiyor. Aksi halde nefes almamıza imkan yok.
 
Benim Ermeniliği savunmamda hiçbir özgün yan yok. Onu zaten bir uzvum gibi yapacağım, o bende bir refleks. Benim sınavım milliyetçilik tuzağına düşmeden insanın insana el verdiği dille o politikayı yapabilmek. Bunu da Hrant Dink’in bir mirası olarak görürüm. Öte yandan ama ben Kürtlere dair, LGBTİ’lere dair yazdığımda çok daha iyi hissediyorum.  Dünyam genişliyor, bir hayatın başka yaşanma olasılıklarından ilham alıyorum, özgürleşiyorum. Aynı şekilde Ermeni olmayan birinin meseleyi dert etmesini de çok kıymetli görüyorum.
 
Edebiyata dönelim istiyorum, senin de kendini daha rahat hissedeceğini tahmin ediyorum. Türkiye edebiyatında eşcinsel ve trans kimliklerin olmasa dahi deneyimlerin, pratiklerin temsil edilmesinde nasıl değişiklikler oldu? Gökkubbenin altında yenilikler var mı?
Politik mücadele ve görünürlük için verilen emekle doğru orantılı edebiyatın da serüveni... Bu tip alanlarda en büyük tuzak her daim klişelerdir. Klişe herhalde kırabileceğin potlardan, patavatsızlıklardan daha beter bir şey. Hayattakinin karşılığı olarak edebiyatta da en çok o klişeler ürkütüyor. Çünkü edebiyata ihanet ediyorsun. O zaman niye yazıyorsun? Nerden baksan yazarken hayatı durdurur, paralel evren yaratırsın. O paralel evrenin bir anlamı olmalı. Yazdığın eser dünyanın en naif öyküsü bile olsa muhalif bir yanı vardır. Çünkü senin hayatla, sistemle bir zorun olmalı ki, “Bir dakika” diyip bir şey yaratasın. Ve o yarattığın şeyin seni özgürleştiren bir şey olması gerekir. Bu evrende bir tutsaklık, aksaklık hissediyor olmalısın ki yazasın, tabii eğer projecilik yapmıyorsan.
 
Klişelerin yanısıra diğer en büyük tehlike de bu projecilik. Eşcinsel arkadaşının olması şık bir şey, “Gezi’de ne de tatlı yan yana durduk” romantizmi, “Onur Yürüyüşü’nde 50 bin kişi aktık” meselesi... Ama nereden baksan o günün ertesinde hatta o günün gecesinde dahi herkes kovuğuna çekildiğinde yalnız. Benim yalnızlığım, benim yalnızlığım nihayetinde. Ve ben Onur Yürüyüşü boyunca akan pek çok kişinin yalnızlığının da benimkinden farklı olmadığını düşünüyorum. Yürüyüşün kendisinde çok büyük bir anlam var ama tıpkı Hrant Dink’in cenazesindeki 100 binler gibi, anmalarda yan yana gelişlerimiz gibi... Oradan bir sağlama üretiyorsun. Bu kadar bellek kaybı olan bir ülkede, bir tarihe sahip çıkmak ve bir dertte ortaklaşmak üzere bir söz veriyorsun birbirine. Ama sözü veriyorsan sözün hemen ertesinde hayat başlıyor ve her günkü sınavımız orada. Ben yüz yüze baktığım insanlarla, orada hayat içinde bu söz nasıl evrilecek, ona bakıyorum.
 
Türkiye’de derinlikli eşcinsel, biseksüel ya da trans karakterlerin olduğu; eşcinsel deneyimlerin marjinal unsur olmaktan çıktığı bir LGBT edebiyatından bahsedebilir miyiz?
Bu bir külliyat meselesidir ve henüz o aşamada değiliz bana kalırsa. Bu konuda özel bir araştırma yapmadım. Kişisel okuma deneyimimde Murathan Mungan’ın ‘Son İstanbul’ ve ‘Erkekler İçin Divan’ ile başlayarak öykü ve şiirleri, Perihan Mağden’in “Ali ile Ramazan”ı aklıma hemen gelen ilk örnekler. Asıl belirleyici olan hikayenin, şiirin yazılma gerekçesi, bir derdi ve meramı olması. Samimiyeti ve okur üzerindeki etkiyi bence en çok bu özellik belirliyor.
 
Öte yandan eşcinsel aşkın ve varoluşun da böyle çok kolay anlaşılır ve heteroların kolaylıkla kalem sallayabileceği bir deneyim olmadığı fikrindeyim. Çok yakın birini dinleyip, “Şekerim şimdi anlat bakalım bana hikayeni, napıyorsunuz” diye sorulup öğrenilecek bir şey de değil. Ki bu soru da bana çok çiğ geliyor. Utanırım ben böyle sormaya. Yani bir ortam olur, oturur dinlersin. Sadece dinlemez sen de anlatırsın. Bir tür eşlikte denklik yakalarsın. Onu özümsersin. Aşkta öz aynıdır. Ama yaşanma şekli neyse, fark neyse -ki bu sadece cinselliğin yaşanmasındaki fark değil- ona bakarsın. Başka türlü bir ilişkilenme biçiminin ve başka bir şeyin geleneğinin oluşturulmakta olduğuna  inanıyorum. Bu başka türlü ilişkilenmeyi dinlemek, ondan feyz almak, onun etrafında ve hatta içinde olmak bana çok zenginleştirici geliyor. Bunları da ben edebiyatçıyım diye yapmıyorum. Karin olarak bunu böyle yaşıyorum.
 
Şimdilerde bir öykü yazdım bu hislerime dair. İlerde daha fazlasını da yazacağım bir zamanın geleceğini hissediyorum.
 
Merakla bekliyoruz o zaman...
Ama hala biriktiriyorum. Çünkü hayatı öncelikle biriktirirsin. Benim için karşılaşmalar kıymetli ve benim haddim olan şeyin de karşılaşmayı anlatmak olduğunu düşünüyorum. Gerçekten kimliklerin kimlik olmaktan çıkıp kendi olma halleriyle ilk önce karşı karşıya gelmeli ve sonra iç içe geçmeliyim. Hayatta anlatılası bundan daha müthiş bir şey yok. Hayat nereden baksan edebiyatın önünde gidiyor. Edebiyat hayatı billurlaştırır ama bütün olarak kapsayamaz.
 
Birikmesi gerekiyor sanki?
Hem birikmesi gerekiyor hem de hayatın kendi gerçekliği çok absürd. Yani Yıldız, sen bir yazar olarak kendi hayal gücüne dair bir gerçeklik kurarsın. Sonra kitabından başını kaldırıp baktığında öyle bir şey yaşarsın ki. Orada, “Ben bunu yazsam amma da edebiyat yapmış diyecekler” dersin. Çünkü çok altı çizili, çok vurgulu, fazla metaforlu ve sembollerle dolu gelecek. Hayatın kendisi gerçekten çok absürd. Onunla edebiyatın yarışması bir teknik hikayesi değil ki yalnızca. Çok değişken, çok akışkan bir şey. O yüzden hayattan biriktirmeye çok inanıyorum.
 
Dünyanın en iyi okuru filan değilim. Tabi ki çok okuyorum ama ben kitaplara ya da müziğe de bir insan karşılaşması gibi bakıyorum. Çarpışma gibi yaşıyorum. Böyle birtakım nesneler var ve ben onlarla bağ kuruyorum gibi değil okuma ya da dinleme hissim. Hayat bana sokağın tam ortasında en izbe bir köşede durmayı, o anda orada olmayı öğretti. İhtiyacım o. Ve yapım gereği dinlemek, o dinlediklerimden devşirmek ve hayatın bana verdiğini ona geri vermek... Ve verdiğim şeyin de sarsması, bir zahmet başkalarının hayatına iyi gelmesi... Bunları yapmayan bir kitabı yazmanın da çok fazla gereği olmadığını düşünüyorum.
 
Sözün aslında çok kuvvetli bir şey olduğundan bahsettik...
Zehirleyici de aynı zamanda. Söz bir silahtır.
 
Evet, aynen öyle. Tam bu bağlamda medyada nefret söylemi açısından bir yandan değişimler oluyor, bir yandan da bazı şeyler değişmeden kalıyor. Gazeteci Karin Karakaşlı olarak sen medyanın LGBT’lere dönük nefret söylemi açısından durumunu nasıl yorumluyorsun? Ve asırlık temel soru: Ne yapmalı?
Basın zaten nefret dilinden bağımsız olarak siyasetten de daha fazla kirlenmiş bir alan. Kutuplaşmadan, kendi köşelerini tutmadan selam bile veremez haldesin. Sadece habercilik refleksleriyle bir şeyleri aktarmak isteyen insanların enayi yerine konulduğu bir dönemden bahsediyoruz. Maddi manevi, ana akım dışında durmanın yalnızlığı ve saldırılara açık olma haliyle yaşıyor belli kesimler.
Homofobik, transfobik dil ise olduğu gibi duruyor. Ha tabi hareketin görünürlüğüyle birlikte bilinç gelişti. Kurulan insan ilişkileriyle bir değişim yaşandı. Ama aşırı sağ ve köktendinci diyebileceğimiz basında bu hedef gösterii dil olduğu gibi, bütün hıncıyla duruyor. Ana akımda ise yeni tehlike diyebileceğimiz, “Benim de eşcinsel arkadaşım var” modası var.  Aslında iyi bir şey yapıyorum derken kullanılan dil öbür taraftaki homofobik, transfobik dilden dana tehlikeli. Niyet iyi hesapta ama o kadar magazinel, ya üstten, ya dışarıdan, ya nesneleştiren, şehvetli, seksi bir şey oluyor ki... Bu daha da fena. Çünkü berikine karşı zırhlısın. Hep bunu bekliyorsun. Ona karşı refleksler geliştirmişsin. Bu tarafa iyi kötü güveniyorsun veya böyle olmayacağını varsayıyorsun. Oradaki o nesneleştirme hali, çok daha acıtıcı.
 
Rüzgar Erkoçlar örneği belki...
İnanılmaz bir şey yani. Bir insanın o devasa cinsiyet değiştirme, varoluşsal geçiş sürecini bir yana bırakıyorum. Ki bu çok üzerine titrenmesi gereken bir hikaye. Ama oyunculuğu bırakıp bir fırında çalışıyorsa ve sil baştan bir hayat kuruyorsa yeniden, sen o fırına gidip onu takip edemezsin. Bu seni gazeteci olarak yüceltmez.
 
Ya da bir haber vardır, o haberin en “iç gıcıklayıcı” yeri vardır. Çok atla deve de değildir. Manşeti oradan görürsün. Ama eğer senin yine sözün oradan devam etmesi, bir fayda güdülmesi, bir güven ilişkisinin tesisi gibi gayet anti-gazeteci ama insani reflekslerin varsa o başlıktan feragat edebilmelisin. O başlığı hepimiz biliyoruz. Biraz içeriden gazeteci olarak çalışınca ilk atılacak başlık belli olur refleks olarak. Ve büyük başarıdır, onikiden vurursun. Ama çok ucuzdur. Bundan feragat etmek esas olay bence. Ve ben bunu gazetecilikte bir kayıp değil; alan genişlemesi olarak görüyorum. Bu tip hamlelere ihtiyaç duyuyorum.
 
Öyle bir kapan ve otosansür halindeyiz ki zaten baştan yazılan her şeyin yalan olduğu üzerinden yaklaşıyoruz ki. Bunların hepsi öyle ayıplı ve yazık şeyler ki... Ben kendimi ancak şahsen tanıdığım insanların yazdıklarına bakarken buluyorum. Tamam saflığa gerek yok. Medya her dönem manipülatif ve çok özel bir kuvvet olmuştur. Ama darbe gibi bir devasa belirleyicinin hesapta görece olmadığı bir ortamda ben böylesi bir kötülüğe teslim oluş çok az yaşadım. Tüylerim ürperiyor. Olayların yaşanma hızından, hamlelerden, bunların sahipleniş biçiminden ve bu yolda mübah olan her şeyden ve her an hedef haline gelebilirliklerden nefesim kesiliyor.
 
Bu kötülüğe teslim oluştan çıkmak için aşkla bitirelim öyleyse… Bana aşkın resmini çizebilir misin Karin?
Aşk alıp götürür. Bendeki görsel olarak karşılığı bir çağlayan imgesidir. Bırakırsın, akarsın, arınırsın, hayata teslim olursun, kenarında durmazsın, dışında durmazsın... Bir an vardı mesela Gezi sürecinde: Parktan çıkmıştım. İstiklal Caddesi boyunca gidiyordum. Şehir bir nabız olarak atıyordu. Gümbür, gümbür, gümbür... Kalp atışıydı şehir. Ben kendim bizzat bir aşk yaşamıyordum ama aşk denen duyguya en yakınlaştığım an o herhalde.
 
Aşk benim için gözdür. Bir göze bakmaya doyamamaktır. Hani var ya, “Bakmalara doyamadım.”
 
Dinlemeye doyamamaktır sonra. Konuşmak, çok gülmek ve birlikte susmaktır.
 
Çok kolay aşık olamıyorum ben. Aşkı hep içimde yaşıyorum o ayrı ama. Birine aşık olmayı çok rahat yaşayamıyorum. Çünkü onun içine güven duygusu giriyor. Çok rahat artık güvenemiyorum. Dolayısıyla da iş dönüp dolaşıp nefesimi kesen anlara geliyor. Müzik benim nefesimi keser... Unutamadığım ve kendi hayatıma dahil ettiğim film kareleri var. Böyle salyalarını, tükürüklerini, kusmuklarını üzerime akıtan; onlarla beraber büyüdüğüm çocuklar var.
 
Hemhal oluşu da aşk olarak yaşıyorum ve sevişmenin kendisini de ibadet olarak görüyorum. Hakikaten bir dua ve ibadet... O yüzden oraya yönelik her nevi genel ahlakçı, muhafazakar yaklaşıma karşı çok tepkim var. Bir insanın yaşayıp yaşatabileceği en güzel şey sevişmek. Özellikle bir tür kültür fizik hareketlerine indirgenmedikçe... O bir olma, kendinden çıkma ama aynı zamanda her şeyinle kendin olma halidir. Hiçbir şeye benzemez...
 
*Bu söyleşi ilk olarak Kaos GL dergisinin “Queer Pedagoji” başlıklı 135. sayısında yayınlandı.
 
*Bu söyleşi Kaos GL ve Pembe Hayat Dernekleri'nin yürüttüğü ve Avrupa Birliği Demokrasi ve İnsan Hakları için Avrupa Aracı’nın finansal olarak desteklediği Nefret Etme Projesi kapsamında gerçekleştirilmiştir 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam