25/08/2009 | Yazar: Yusuf Eradam

Hayatı cinnet mekâna dönüştürür ötekileştirme illeti.

Hayatı cinnet mekâna dönüştürür ötekileştirme illeti. Yaz okulunda Yaratıcı Düşünme üzerine ders vermeye hazırlanırken yola çıkış düsturum bu oldu: Mutluluk Bulaşıcıdır! Rousseau gibiyim: İnsan doğuştan iyidir. Sonra, öğretilmiş zaaflarına, korkularına yenik düşer ve hayatının muhasebesini yaparken Yurttaş Kane’in kızağı ‘Rosebud’ ile Değirmenler Mahallesi’ndeki evin kilerine kaçan ‘biricik’ topunu değer meselesine atar tutar. 

Yusuf Eradam yazdı.

‘Makul ve vasat’ bir hayatın ortasındayım. Bilge Karasu ne demişti: ‘En çok korktuğumuz masal, bilmediğimizdir.’ The belirteci ile ezberlenen mutlak doğrular, kesin belkiler yüzünden, tarif edilemeyenlerden korkuyor ve ötekileşip ötekileştirip kendimizi emniyete alıyoruz. Sol kolunu dışarı sarkıtan şoför de, caddeyi geçmeye çalışan insan da sahipsiz ve Allah’a emanet. ‘İktidar düşkünü kifayetsiz muhteris, öteki avına kendisini güvende hissetmediği için çıkar,’ der bilge Ayşe Lahur Kırtunç. Amerikan Güzeli’ndeki oğlanın ötekileşme abidesi babasına dediği söz ne ağırdır: ‘Ne zavallı bir ihtiyarsın sen!’ LGBTT kuruluşlarının ‘Ahlâkınız batsın!’ diye slogan atmalarının sebebi de bu riyadır; kendini bilmemekten kaynaklı yanlışları öğrenenlerin üzerine kuruludur sistemin ayrımcılığı. Şair Emrah Erkan da şöyle der: ‘Ben aslında terbiyesiz değildim/Ne var ki sistemin konuştuğu lisanı öğrendim.’
 
Bahçeşehir Üniversitesi’nin Yeşim Korkut önderliğinde düzenlediği Ben-Öteki sempozyumunun finalinde Cem Mansur’un Güney Afrika varoşlarından çello solistliğini alan öğrencisinin de söylediği gibi ben de ‘duygularımla çalıyorum.’ Tevazu abidesi Mansur güldürdü de bizi. Orkestranın ‘kara koyunu’ viyola için yazılmış fıkra şöyle: ‘Viyolanın soğandan farkı nedir?’ Yanıt: ‘Viyolayı kesince, kimse ağlamaz.’ Kardelen Kado da viyola gibi. Geniş açıları müsrifçe kullanmış, travesti Kado’nun finalde yere düşüşünde grotesk halin gerisindeki güzellik belli değil, yuva yitimi filmi gibi başlayıp ansızın Kado’nun varoluş savaşımının öyküsüne dönüşmesinde tek etki zayıflamış diye eleştirmeme karşın, Güneşi Gördüm izlenesi ve ötekileştirme illetine karşı işe yarayacak bir yapıt. Mahsun’a burun kıvırmasak ya. Hepimiz kardeşiz diye önce türküsünü söyledi, şimdi de filmini yaptı. Daha ne yapsın? Yuvası Güney Doğu, son katliamda da kanıtlandığı üzere, paranoya aşılayan filmlerdeki vahşi doğaya dönüşüvermiş. Yetimlere Darüşşafaka uzanır, aileleri katledilen çocuklar katil olmasınlar diye. Yetim kalan çocuklara duyarsız kalmamak, insan olmuşluğun da kanıtıdır. Arkadaşım Fuat Çelik de sevgili Buket Uzuner’in yol öykülerini yemek tarifleri ile bezediği yeni kitabı Yolda da böyle hassas ürünlerdir. Küçük Goytisolo’nun başına gelenlerden sonra kendi sınıfının gerici değerlerine ayması (ss. 87-88) okunmalı. Yola çıkmalı, başkasına kendimizi maruz bırakmalı. Ötekinin varlığını kabul edince, öteki sevilir de, ondan öğrenilir de, aynı tastan yemek yenir de. Korku penceresinden arketipik gösterimleri hayat sanarsak olmuyor bu. Bir şey yapmalı, diyenlere katılmalı, onlarla omuz omuza yürümeli ki mutluluk bize de bulaşsın. Soğanı elden ele dolaştıralım da kokusu hepimize bulaşsın. Paul Theroux da yapmış bunu, yeni kitabı Ghost Train to the Eastern Star’da (s.55) ona anlattığım, ötekileştirme illeti yüzünden George Steiner’in beni azarlayışını, git halkına iyi davran deyişini aktarmış Paul: ‘Yusof diye bir yazar da bunu anlattı’ diyerek. İlahi Paul. Olsun, niyet iyi. Bu soğanın kokusu, kendisi gibi bir kadına aşkını soğana benzeten ve tehdit gibi şiddetli bir şiir (‘Valentine’) yazan Carol Ann Duffy’i, İngiltere’nin şair-i azamı yapıyor. Bizdeki LGBTT kimlikleri açık ya da dolaptan çıkabilmiş, ‘ezik’ cinsel kimliklerini doğallıkla karşılayan ve müfredatlara girebilecek sanat yapıtları üretmeleri için (Duffy gibi) daha çok yol almamız gerek, görüyorum. KAOS GL’nin İzmir’de düzenlediği ‘Homofobi ve Ayrımcılık’ panelinde de vurguladık ki homofobi iktidarı sürdürmek için gerekli temel direklerden, baskın ideolojinin illet silahlarından biridir. Aşkın da, nefretin de kokusu soğan kokusu gibidir: ‘çıkmaz parmaklarımızdan, çıkmaz bıçağımızdan’.
 
İKSV film festivalinde, Selçuk Artut yardımı ile John Malkovich’le de görüştüm. Bu kadar çok seveni oluşu sadece iyi oyuncu olmasından değil, evliya gibi oluşundan da. Sesine, beden diline vurmuş kalbinin, zihninin ekberliği. Oysa Peter Greenaway öyle değil. Kurtlar Vadisi’nden çıkmış gibi, hınç dolu. Sinemanın öldüğünü söyledi; Hıristiyan Batı’nın resim sanatının en ‘ünlü’ örneklerini klonlamaya ve onları öyküleştirerek yarı belgesel, yarı kurgu sanat filmleri yapmaya adamış kendisini. Ateistim dedi ama Vatikan’dan maddi yardım aldınız mı sorumu yanıtsız bıraktı. Din kurumlarının dünyayı kana buladığını, yayılmak için de bir öcü, öteki yaratmak ya da tutmak zorunda olduğunu da biliyoruz. Yükselen İslamiyet’in karşısındaki öcülerden biri ise Darwin olmuştur. Akıllı Hıristiyan İngiliz, Darwin sempozyumu düzenledi ve sahnede izlediğim oyunda Darwin ile dindar Gray yazışmaları sonucunda temel çatışma yokmuş gibi gösterildi ve tıpkı iki asker ya da kardeşin savaşta ortak düşmana karşı sırt sırta verişi gibi bu iki farklı görüş sahibi insanın fotoğrafları sırt sırta konuverdi masa üstüne. Kürtçe oyun Mirina Zimanekî de Harold Pinter ve Memed Uzun metinlerini birleştirip Aydın Orak yönetiminde Tiyatro Avesta tarafından sahnelendi ve yine hem mapusta, hem de dışarda ötekileştirme illetinin mağdurlarına dikkat çekerken, annenin sessizliği Ciwan Haco’nun müziği denli ağır geldi, oturdu içimize.
 
Bu yıl Altın Lale’yi faşizmi anlatan ‘ağır’ bir film hakkıyla aldı: Tony Manero. Alfredo Castro’nun ödüllü oyunculuğu ile Pinochet faşizmi özdeşleşmiş. Popüler kültür ikonlarından John Travolta’yı fetişleştirip filme girmek, filmdeki Tony olmak isteyen ötekileştirme kurbanı 52 yaşındaki dansçı Raul, amacına ulaşmak için seri katile dönüşür. Hiç değişmez faşizmin yüzü, kurbanlarına hiç acımaz, geri dönüp hiç bakmaz. Vicdan sıfırdır. Sıfır, oda arkadaşım Ertuğrul Özdamar hocanın bana öğrettiği gibi, düşüncenin, fikrin, varoluşun başlangıç noktasıdır. ‘Ötekinin var olduğunu kanıtlayamazsınız’ diyor bana ve gülerek ekliyor: ‘Benim var olduğumu kanıtlayamazsınız, kabul etmekle başlayacaksınız.’ Ben uzatıyorum sohbeti: Öldürmekle de kanıtlarım, yadsıyarak da, ötekileştirerek de kanıtlarım; bir yazıma, bir şiirime alarak da kanıtlarım. Size inanarak ya da farkınızı görerek kanıtlarım. Farklı olanları topluma kaynaştırmak yerine, onları dışarıda bırakan, tuzu kuru kalabalığın görünürlük alanlarından onları acıyarak uzak tutan sistemin bu yanlışına önemli oyuncularımızdan Hatice Aslan’ın hayali ne güzel bir yanıttır. Yaşlılar evi ile öksüz-yetim çocukları bir araya getiren bir çatı düşlermiş meğer. Karşılıklı sevgi ve şefkat alıp vererek yaşasınlar diye. Üç Maymun’un daha ilk oyunculuk denemesinde ödül alan kötü adamı Erdal Kesal da altın kalpli bir doktor. İyilik, sürpriz bekletmeyenin yüzüne de saklanır bazen. Sean Penn’e Oskarı öyle bir yüz ve bakış getirdi ya.
 
Ötekileştirme söylemli bir sistemin kurbanlaştırma, atıklaştırma sürecine güzel örneklerden biri de Çağlar Yiğitoğulları’ndan geldi. Handan Ergiydiren yederliğindeki gösterimde empati kurup katarsisten geçişime kızmak üzereydim ki Çağlar, önce ‘sana’ yazılı duvarın yanından geçip karşımızdaki panolara yansıtılan ve kendisini Beckettvari telef etmek üzere arabaların önüne atan meczubun görüntüleri içine girmeye, ona yoldaş olmaya çalıştı boşuna. Sonra ay yıldızlı bayrak önünde elleri ayakları bağlı, mikrofonu yutarak ilkokul andımızı okudu, rampadan yukarı aşağı yuvarlana tırmana ve yükselme hülyasını tıpkı Sisifus gibi gerçekleştirmeye çalıştı. Daha sonraki bölümde ‘Akşama babacığım, unutma Ülker getir!’ sloganı ile büyüyen bir kuşağın da altını çizdi. Ayakkabılarını yan yana koyup beyaz çoraplı ayaklarından birini ötekinin üstüne hafifçe koyuşu masumiyetin resmiydi. Greenaway’e sormak gerek: ‘Sen bu resmi klonlayabilir misin, Peter? İzleyici olmak kahretti bizi; oysa bu gösterim izleyeni katılıma, müdahaleye davet etmişti. Ben bir öğretmenim ya, uzanmak istedim ama kendimi tuttum, onu değil. Maruz kaldığımız haksızlıkları izlemeye alışmışız ya; bu farkındalık daha da acı geldi bana. Çavdar tarlasındaki çocuk uçurumdan düşmesin diye elimi uzatmak istedim, gerçek hayatta ‘sunduğuma’ inandığım ‘performansı’ sahnenin –mış gibiliği yüzünden içime attım. Bizi çevreleyen bu ötekileştirme sonucu hasarlı ve atık ama trajik olduğundan yüce bireyin yüzümüze vurduğu gerçeğe etkileşim ile katkıda bulunabilirdik. Yaratıcı edimlere maruz kalmayı mazoşistçe sevdiğimin ayırdına vararak izledim sunumu. ‘Devam edemem, edemeyeceğim’ diye bitirişi, sürdürülemeyecek denli ağır bir ötekileştirme sürecindeki mağdura çıkış yolunu da ima ediyordu.
Kes at süreğen yalanı. Bilinci uyandırmak, izleyeni gerçeklere aydırmak onların görevi ya, bana düşen de uyanmış bilincimle ayakta durmayı bilmek, hayattan ve sanattan aldığım enerji ve sevinci başka yaratılarla süreğen kılmak ve yaymak. Sanatın temel işlevlerinden biri de bu. Bu bellek sakat. Kolektif belleğin temsili, mirasın yeniden gözden geçirilişi, kafanın içindekini dışarı atmak ihtiyacı ile belirlenen telef olmuş insan, izlenesidir, ders alınasıdır. İnsan olmaya öykünmek için, öykü anlatmak gerek, özellikle de çok insana ve farklı kültürlere maruz kalmak, çocukları böyle büyütmek gerek. Farklı olana şaşırmasın, farklı olanı yadırgamasın diye. İnsan olmayı öğrenmeden ölmemek gerek. Ölmeden önce hiç değilse bir fikrimiz olmalı, hayatın bunu öğrenme yolculuğu olduğuna dair. Başta ve sonda hayatı sevinçle karşılayabilmek için. Ah Tosca! Ah Bartleby! Ah Plath!
 
‘Sütünü iç Yusuf! Put your pencil down Yusuf! Büyü de gel Yusuf! Yaptığını gördün mü Yusuf! Shut up Yusuf! Yazma Yusuf! Zehir zemberek sözün, kopar tellerini Yusuf!’
 
Onur Caymaz’ın Yaz Tarifesi’nin son dizesi ile bitireyim yazımı:
orada bir şeye gülüyordun, gülüşünden öpüyordum...
 
*Bahçeşehir Üniversitesi         
 
 
Yusuf Eradam’ın bu yazısı daha önce Milliyet Sanat Dergisinde yayınlandı.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam