14/07/2006 | Yazar: Kaos GL



‘Varlığına alıştığım bir nesneden kopmak güç gelebilir. Yaşamak, pek çok şeyden kopmasını öğrenmektir de. Ama (ister yaşarken, ister okurken) başkalarında gördüğüm için varolduğunu öğrendiğim "bir nesneye duyulan yakıp tüketici tutku", sanıyorum, bilmediğim bir şey. Bir nesneyi, hatta daha genel olarak bir "şey"i, bütün varlığımla istemeği, yani içimden istemeği, ya da, birinden, bir başkasından istemeği, beceremedim.’ Bilge Karasu’nun "Ne Kitapsız Ne Kedisiz" adlı kitabından...

KAOS GL

*Bu metin Bilge Karasu’nun "Ne Kitapsız Ne Kedisiz" adlı kitabından alınmıştır. 1987, s. 7-12

Hangi yazar –okumayı yaşamının bir parçası saymışsa– kitap üzerine, kitaplarla ilişkileri üzerine bir şeyler yazmamış? Öncellerime bir kandille ben de katılayım, nesne-kitapla ilişkili bir soru sorduğunuza göre(*) oradan başlayayım.

Yaşamımın en pahalı, en imrenilir üç kitabını, 20-22 yaşlarım arasında "yaşadım". Pahalıydı, ama bana göre; değeri, imrenilirliği ise, benim için, geniş ölçüde metindeydi. Bugün, gene de çok güzel kitaplar sayarım onları. Aradan geçen 35 yıl onları bir parçacık "tarih" de kıldı. Ciltleri, kâğıtları, baskıları… Ama o gün de, büyük olasılıkla bugün de, kitap "pazarı" kurtlarının (canis lupus anlamında) dönüp bakacakları şeyler değil. Diyeceğim, öylesinin elime geçmesi, bu metinlerin daha ucuz baskılarının bulunmayışındandı. Yaşamımın tek yatırımı kitap oldu ya, "pazar"lık değerliye önem vermediğim için paramı "hava"ya yatırsaymışım durum pek değişik olmazmış.

Binlerce kitabımın arasında "numaralanmış" kitap olsa olsa üç beş tane. Besbelli, "özellik" de aramamışım.

Bir iki kitabın ardından koştum koşmasına. O anda okunması, görülmesi gereken kitaplar hiç olmadı değil yaşamımda. "Kitaplık hizmetleri" sağ olsun! Azrak kitabı, gerektiğinde buldum; ama edineceğim diye hiç çırpınmadım.

Okumak istediğim için –genellikle ucuz baskısını bularak– aldığım kitaplar, yani bugün dolaplarımı dolduran kitapların çoğu, bana ilk on-on iki yıl içinde birkaç şey öğretti: Okun/a/mayan kitap, ölü bir nesnedir, bir yüktür. Ne yazık ki okunmuş kitapların birçoğu da zamanla böyle bir ölü yük olmaya adaydır. İster tozdan ister güneşten (kimi zaman da bir kedinin aşırı ilgi ya da sevgisinden) korumak için pek çoğunu kapılı, kapalı dolaplara doldurduğuma göre kitaplarımı, malımı sergilemek gibi bir merakım da yok; okuduğumla kendi "ellik-imgem" arasında görünür bir bağ kurmak, derdim değil. İnsan okumaya meraklıysa, birçok kitabı okumak ister, alır (edinir). Okumanın düzeni ise, değişebilir; hızı önceden kestirilemez (örneğin, okunmak üzere sıraya koyduğum beş-on kitap olmuştur ama beşini-onunu art arda okuduğum olmamıştır. Araya, gerekli ya da gereksiz, başka kitaplar girmiştir. Sonraları, okuma üzerine geliştirdiğim düşüncelerde, okuma hızları, okuma düzeni üzerine bu ilk gözlemlerimin payı önemli oldu). Uzun süre içinde "iyi" okuma ile, edinilmiş kitap sayısı biribirine bağlı değil. Belli bir dönemin bütün ilgileri yaşam boyu sürüp gitmez; ilgilerde değişiklik olduğu için "başka" dönemlerden söz edebiliyoruz zaten. Ana ilgiler, yani dönemden döneme, bir biçimde sürüp gidebilenler de, pek başka şeylerle beslenmek isteyebilir, ister. Her adımda ölü kitap yükü artar durur. Kimi zaman alındıktan yıllar sonra okunabiliyor bir kitap (şimdi, aldıktan otuz, hatta kırk yıl sonra okuduğum kitaplardan söz edebiliyorum. İşin tuhafı, bu okumaların hemen hemen hiçbiri "geç kalmışlık" duygusu vermedi bana. –Verecek olan kitapları zaten okumuyor muyum ne?– Tersine, ancak kırkına ellisine gelindiğinde okunması gereken kitaplar hiç de az değilmiş diye düşündüğüm çok oldu. "Birçok kitabın, yazar kaç yaşında yazmışsa o yaşta okunması galiba pek yerinde olur," dedim sık sık). Ama artık nesne-kitaptan değil, metinden söz etmekteyim.

Okur kitap arar ama, kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm. Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama "rastlantılar"ın çoğu, açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi?

18. yüzyılın ortalarından bu yana "Serendipli Üç Şehzade" masalından yola çıkılarak türetilmiş bir sözcüğü var İngilizcenin: Serendipity; aranmakta olmayan değerli/hoşlanılır bir şeyin insanın karşısına çıkıvermesi anlamında kullanılan… Elbette, aranmayan şeyin bulunması, olacak şey değil. Ne var ki, "aranmama"yı "o anda aramakta olmamak" ya da "aranması gerektiği düşünülen yerde aramakta olmamak" diye yorumlarsak, birçok kişinin bu "Serendiplilik"ten (az ya da çok) pay aldığını kestirebiliriz. Serendip yağmuru benim de tarlama yağmıştır ara ara.

Bir şey (birçok şey, bir şeyler) öğrenmek için okumak, kitaba yönelmek ile, haz duyulduğu (duyulacağı umulduğu) için okumağa oturmak arasında, gerçekten, büyük bir fark var mı? Hatta, herhangi bir fark var mı?

Bir buçuk yıl önce (18 yıl oturduğum evden) taşınmam gerektiğinde kitaplarıma duyduğum öfkeyi yakınımdakiler hep gördü. "Hepsini satacağım!" diye haykırdım, söylendim günlerce. Bir iki "göstermelik" satış bile oldu. En az iki bin kitabımı satmağı tasarladım ya, bugüne dek bu satışın bir parçacığı bile gerçekleştirilmiş değil. Yıllardır "satacağım" deyişim, beceremeyişim, "mal"ımdan kopamayışım, alıcı çıksın diye beklerken alıcı çıktığında mızmızlanacağımı bilişim… Çok başka bir düzeyde de tanıdığım bir duygu bu… Çok sevdiğiniz, birlikte yaşadığınız, onsuz bir yaşamı düşünemeyeceğiniz ölçüde yaşamınızda yer etmiş kişiler, varlıklar da, sizi bezdirir arada bir; içinizin bir kuytularında onlardan kurtulmak istersiniz. O kişinin, o varlığın ölümünü bile geçirirsiniz usunuzdan, getirirsiniz gözünüzün önüne (tepkinin ilkelliği apaçık değil mi?). Kendinizi ne kadar bağlı (sözcüğün hemen hemen her anlamıyla bağlı) duyduğunuzun bir kanıtı değil midir zaten bu çılgınlık? Çılgınca şeyler düşündüğünüzü de bilirsiniz (suçluluk duygularından falan söz etmiyorum) çünkü bilirsiniz ki onsuzluk, sizin de, en azından bir parça ölümünüzdür. Düpedüz. Evet, ölenlerin ardından yaşandığını, ölenle ölünmediğini herkes bir gün öğrenir. Ama eksilerek, azalarak, sakatlanarak, bir yeri koparak yaşandığını…

Oysa nesne-kitaptan kopabilmek gerek. Metinden ya da öğreniden söz edilecek olursa diyeceğim ki, o metin sizi uzun ya da kısa süre besleyip yaşattıysa, ondan da kopmasını öğrenmek gerek. Özümlediğinizle yetinebilirsiniz. Vazgeçilmez metinler yok mu? Elbette var; ama ne kadar az! Onları mezarımıza taşımayacaklardır gene de, cenazemizi kaldıranlar.

Bunları bir yazar, kitap üreten bir kişi söylüyorsa, birilerine bir süre yoldaşlık edebilecek, birilerini uzun ya da kısa bir süre besleyebilecek bir metin üretmiş olmanın mutluluğuyla yetinebileceğini çoktan öğrendiğindendir. Yazarın avuncu, 3200 yılı aşkın bir süre önce, bir papirüs üzerinde şöyle dile getirilmiş:

…İnsan ölür, gövdesi yeniden toz olur

benzerlerinin hepsi toprağa döner yeniden

ama kitap, anısının ağızdan ağıza

iletilmesini sağlar.

Bir kitap, sağlam bir evden yeğdir

ya da Batı'da bir tapınaktan,

bir kaleden de yeğdir……

(Chester Beatty IV, arka yüz)*


Kitap aracılığıyla zenginlik ya da beğeni inceliği gösterisi, kitap dışında yaşam bilmemek (kitap dışında bir yaşamı unutmak), bilgililiğiyle övünmek… Pek anlamsız göründü bunlar bana. Hem kitapça zenginlik, bulunmaz kitapların ardına düşme, bir çeşit spor; sınırları vardır, tanımak zorundasınızdır; "el elden üstündür" demesini öğrenirsiniz. Bildikleriyle övünmekse, bilmediklerimizin –bir şeyler öğrendikçe daha da büyüyen– uçsuz bucaksız ummanı karşısında ne kadar zavallı bir çaba!

Kitap yığdım, hata etmişim; kitap edinmeği marifet sanmışım. "Aradığım şu kitabı bulmazsam ("yaşayamam" der gibi) işimi yapamam" demenin abartı olduğunu sanıyorum. Hiçbir kitap her güçlüğü çözmeyecektir. Tamam.

Ama, okudum. Yaşamım boyunca, durmamacasına; okumaksızın yaşayamayacağımı duya duya. Birçok şeyin ölüp gittiği –ölüp gittiği düşünülen– bu yaşımda bile, en çılgın çeşitliliği içinde okumalarımı sürdürmemek, usumdan geçirebileceğim en büyük "olmazlık". (Özimgemle ilişkili bir şey olsa gerek.) Geçenlerde bir soruşturmacıya vermiş göründüğüm yanıt, sözümün biraz yanlış anlaşılmasının sonucuydu; bu yazı, o yanlışı düzeltmemi gerektiriyor: Okumalarımın "mevsimi" yok; örneğin, yazın okumağa daha çok vakit buluyor değilim. Çok okuduğum, yani okuduklarım listesine sık sık birer satır eklediğim dönemler de var, listenin neredeyse donup kaldığı dönemler de var. Çeşitli nedenlerden ötürü… (Kitap karıştırmaktan, parça bölük okumalardan değil, birim-metin okuyup bitirmekten söz ediyorum.) Okuma hızımdaki bu yükselmeler ya da alçalmalar yaza da rastlayabilir, kışa da; bir bütün olarak şu yıla da, bu yıla da. (Liste tutmanın yararından söz etmeyeceğim burada; ama gene bu yazı çerçevesi içerisinde bana sorulabilecek bir soru var galiba: Liste de, bir edinti özeti olarak, kitaplarından değilse bile okuduklarından övünç payı çıkarmanın bir dayanağı sayılmaz mı? Övünmem güç çünkü listeyi kendim için tutuyorum, ayrıca, yıl sonunda okumalarımın sayısını genellikle pek yetersiz buluyorum. Çok daha fazla okumam gerektiğini düşünerek yaşadığım söylenebilir, bu durumda.) Temel ilkem, herhangi bir kitabı, herhangi bir anda, istediğim için, istek duyduğum için okumak. İstek duymadığım bir kitap, karşımda duruyorsa, beni rahatsız bile edebilir.

Kitabı bıraktım, okurdan söz ettim. Mısırlının dediği gibi kitap pek güzel de, okur da olmalı: Nasıl okumak gerektiğini, gerekebileceğini durmaksızın araştıran, öğrenmeğe çalışan, biraz olsun öğrendiğini düşünebilecek hale gelmiş okur… Okumasını bilen, gerçi, okuyarak öğrenmiştir; her okuyanın (hatta "yazanın" demeli) okumasını öğrendiği ise hiç söylenemez.

Varlığına alıştığım bir nesneden kopmak güç gelebilir. Yaşamak, pek çok şeyden kopmasını öğrenmektir de. Ama (ister yaşarken, ister okurken) başkalarında gördüğüm için varolduğunu öğrendiğim "bir nesneye duyulan yakıp tüketici tutku", sanıyorum, bilmediğim bir şey. Bir nesneyi, hatta daha genel olarak bir "şey"i, bütün varlığımla istemeği, yani içimden istemeği, ya da, birinden, bir başkasından istemeği, beceremedim. Avdan, avcıdan çok söz ettim, ama onlar nesne değil; onlar, yaşamın akıp gidişi içinde, kişinin temel tutumları. Avlığı, avcılığı becerdim mi ki? Avcı da, av da, kendileri üzerine bir şeyler düşünürler elbet; ama avı avcıdan, avcıyı avdan sormak gerekir; mutlaka!

(*) Gösteri dergisinin bir soruşturması.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam