28/01/2011 | Yazar: KAOS GL

Hrant’ın İzmirli arkadaşları, dostları 19 Ocak’ı, İzmir'de, “Ayrımcılık ve Nefret Suçları ile Mücadele Günü” olarak anıyorlar.

Hrant’ın İzmirli arkadaşları, dostları 19 Ocak’ı, İzmir'de, “Ayrımcılık ve Nefret Suçları ile Mücadele Günü” olarak anıyorlar. Bu yılki etkinliğe Türkiye İnsan Hakları Vakfı'ndan (TİHV) Coşkun Üsterci, Sosyal Psikolog Prof. Dr. Melek Göregenli ve avukatlar katıldı. 

Coşkun ÜSTERCİ;
Sevgili dostlar, Hrant’ın dostları hoş geldiniz diyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Hrant’ı yitirişimizin dördüncü yılında onu anmak üzere yine biraradayız. Böylesi bir gecede bizleri yalnız bırakmayıp geldiğiniz için çok teşekkür ediyoruz.
Evet, özlemle ve adalet arayışıyla dört uzun yıl geçti. Ne var ki, tüm çabalarımıza karşın adalet taleplerimize bir karşılık alamadık. Çünkü, bu ülkede adalet yok… Hukuk yok… Vicdan yok... Ve en acısı, dört yıldır Hrant yok…
 
Bu akşamüzeri, buraya gelmezden önce Konak Alanı’nda gerçekleştirdiğimiz basın açıklamasında da vurguladığımız gibi Hrant’ı katleden kolektif irade ile yüzleşmedikçe, bu iradenin dayandığı milliyetçilik, ayrımcılık ve nefret söylemi ile hesaplaşmadıkça bu ülkenin karanlıklardan aydınlığa çıkmayacağını çok iyi biliyoruz. 
 
İşte böylesi bir kavrayıştan yola çıkarak, geçen yıl bir karar aldık ve özellikle de Hrant için gerçekleştirdiğimiz anmaların rutine binmiş matem günleri havasından çıkması için Hrant’ın İzmirli arkadaşları, dostları olarak 19 Ocak’ı “Ayrımcılık ve Nefret Suçları ile Mücadele Günü” olarak ilan ettik. Bu amaçla da geçen yıl gerçekleştirdiğimiz anma gecesinde bu ülkede yaşam sürdüren çok farklı toplumsal kesimlerin, grupların maruz kaldıkları ayrımcılıklara dair öyküleri dinledik. Tabi ki en başta Ermeni dostlarımızın maruz kaldıkları ayrımcılıklar ve nefret söylemlerine ilişkin öyküler vardı. Yanı sıra kadınlardan, Kürtlerden, Alevilerden, Roman dostlarımızdan, ataları Osmanlı döneminde zorla bu topraklara getirilmiş Afrikalılardan, LGBTT bireylerden, engellilerden çok etkileyici ama bir o kadar da bizleri düşünmeye sevk eden ayrımcılık öyküleri dinledik.
 
Bu gece ise konuyu bir başka yönüyle, bir başka boyutuyla sorgulamak ve irdelemek istiyoruz. Bu da “ayrımcılık ve nefret suçlarında cezasızlık” olacak.
 
Evet sevgili dostlar, Hrant’ın katledilişinin dördüncü yılında geriye dönüp baktığımızda gerçekler tüm çıplaklığı ile ortada olduğu halde davanın bir türlü ilerlemediğini, halâ yolun en başında olduğumuzu görüyoruz. Öyle ki davanın adım adım cezasızlığa doğru götürüldüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu söylemekle hiçte abartmış olmuyoruz. Aslında, cezasızlık olgusu, bu ülkede gerçekleştirilen insan hakları ihlallerini, ayrımcılıkları ve nefret suçlarını meşrulaştıran, yaygınlaştıran ve failleri cesaretlendiren en önemli unsurdur. Bu nedenle de üzerinde ciddiyetle durulması ve kararlı bir şekilde mücadele edilmesi gerekiyor. Dolayısıyla bu akşam cezasızlık konusunda farkındalığımızı daha da arttırmak, olaylar ve ilişkiler arasındaki bağlantıları daha iyi kurabilmek amacıyla 5 örnek vakayı, davayı bu davalara giren avukatların anlatımlarından dinleyeceğiz.
 
Sevgili dostlar sözü çok daha fazla uzatmak istemiyorum, şimdi sevgili Melek Göregenli’yi nefret suçları ve cezasızlık olgusu üzerine, Türkiye’de genel olarak cezasızlık olgusu üzerine kısa bir çerçeve konuşması yapmak üzere kürsüye davet ediyorum.
 
Melek Göregenli:
Merhaba, Hoş geldiniz.
Türkiye'de nefret suçlarıyla ilgili bir çerçeve konuşma yapmaya bile gerek var mı bilmiyorum.
Adı nefret suçu olarak konmasa da biz kendi aramızda bile bu terimi yeni yeni kullanıyor olsak bile aslında biz bu coğrafyada nefretin ne olduğunu ve nefret suçunun ne olduğunu çok iyi biliyoruz..Çok uzun zamandan beri yaşıyoruz. Biraz önce Konak'ta yürürken, biz başlarken yürüyüşe birisi yolun kenarında “Ermeni misiniz” dedi. Biz “ Hepimiz Hrantız! Hepimiz Ermeniyiz!” sloganı atarken gayet doğal bir şey yaptığını düşünüyordu, onca insandan korkmuyordu bile. Bu bizim çok alışık olduğumuz bir şey. Daha önce de her yerde birtakım eylemler yaparken ben çok iyi hatırlıyorum mesela Irak'ın işgalini kaç sene önce protesto ederken de bu tür laflar duyduğumuzu hatırlıyorum yani çok daha bizim içimizde olmayan bir mesele iken bile. İşte “ne yapıyorsun? Size ne? Memleketimizin insanları mı? gibi gibi.
 
Kimlerin makbul vatandaşlar olmadığını, kimlerden nefret edildiğini ve iktidarın sıradan normal suçlar haline getirdiği tüm bu saldırıları çok iyi biliyoruz. Ama belki de daha farklı mücadele yöntemlerini kullanabilmek açısından bu kavramlara ihtiyacımız var yani nefret suçları kavramına ihtiyacımız var. O nedenle biraz bu kavramdan söz etmek isteyeceğim. Yani burada yapmaya çalıştığım bu. Yoksa nefretin ve nefret suçunun ne olduğunu anlatmaya gerek olduğunu bile düşünmüyorum. Aslında iktidarların, genel toplum üzerindeki egemenliklerini iktidarlarını ve dezavantajlı tabi gruplar üzerindeki baskılarını sürdürmelerinin başlıca iki yolu var. Bunlardan bir tanesi ve yine bizim toplumsal olarak çok iyi bildiğimiz tehdit ya da güç kullanımı, yani açık tehdit ya da güç kullanımı bu işte darbelerle ya da iktidarın güvenlik güçleriyle sürekli olarak uyguladıkları bir hegemonya biçimi. Fakat bu yol sadece bizde değil dünyanın her yerinde özellikle dozu kaçırıldığında çok iyi bir yönetme biçimi değil. Özellikle yaşadığımız dönemde çok ta sık başvurulan bir yol değil. Çünkü bu yol aslında iktidarların meşrutiyetlerinin daha kolay sarsıldığı ve tabi grupların, ezilen sınıfların, grupların, aslında nefret suçunun hedefi olan grupların bir anlamda. İsyan etmesini ve iktidarın meşrutiyetinden şüphelenmesini daha hızlandıran bir yöntem o yüzden giderek daha fazla ikinci yönetimi kullanıyor iktidarlar. O da nedir; ideolojinin ve sıradan insanlar arasındaki meşru sosyal söylemin kontrol edilmesi. Nefret suçları aslında, bu iktidarların meşru sosyal söylemi kontrol etmeleri üzerinden yürüyen ve meşrulaştırılan suçlar.
 
Ne yapılıyor? Ki çok açık yine bu terimlerle biz çok konuşuyoruz. Kimlerin makbul olduğu, kimlerin makbul olmadığı, kimlerin tehlikeli olduğu, kimlerin toplumsallık – toplum neyse- bütünlüğümüzü bozmaya yönelik faaliyetler içinde olduğu, kimlerin illegal olduğu, kimlerin gayrı meşru olduğu, kimlerin ikinci sınıf olduğu-terimler değişiyor gruba göre duruma göre – kimlerin hastalıklı olduğu, kimlerin aile düzenimizi bozacağı.  Bunlar sürekli olarak iktidarlar tarafından tarif ediliyor ve bir toplumda, aslında bugün üzerinde arkadaşlarımızın bugün bize aktaracakları cezasızlık olgusu kadar yani nefret suçlarının yargılanma aşamasına gelebilmiş olanlarının yani görünür kılınmış olanlarının cezasız bırakılması kadar, yasal süreçte çok daha tehlikeli olan yani aslında bundan çok daha tehlikeli olan bir şey var, bazı suçların toplum nezdinde suç sayılmıyor olması. bazı gruplara yönelik saldırıların suç sayılmaması. Yani burada bir vicdani suçtan, vicdani saldırıdan falan bahsetmiyorum. Yasal olarak da bunun suç gibi algılanmamasından bahsediyorum. İktidarlar, ideolojiyi ve meşru söylemi kontrol ederken aslında bu yolu kullanıyorlar. O adam bize orada Ermeni’misiniz yani ne oluyor falan gibi laflar eden adam, Ermenilere örneğin küfretmenin hiç de sorun olmadığını düşünüyor. Şimdi o adamı ne kadar suçlayabiliriz diyemeyeceğim ben artık o kadar barış güvercini ve çok anlayışlı olmaktan yana değilim. Evet suçludur. Yani çünkü en basit vicdani muhasebe bile, bir insana Ermeni diye rahatlıkla küfretmenin ayıp olduğunu, en azından bırakın suçu vs. ayıp olduğunu bir yetişkinin bilmesi gerektiğini bilmesi gerekir diye bekliyorum. Ama o adamı bu kadar rahat konuşturan, bakın bir laf atmaktan bahsediyorum. Bu iktidar tarafından belirlenen meşru söylem çerçevesidir. Yani toplumsal anlamda zaten nefret suçları cezasızdır insanların vicdanında, suç değildir. İktidarlar her şeyden önce bunu yapıyorlar. Ve hangi grupların zaman zaman, dönem dönem iktidarın kullandığı ideolojik söylem ve yaklaşımlar hangi gruplara karşı nefret suçlarının gayet meşru olduğu tanımlanıyor. Bu medya diliyle tanımlanıyor, iktidarların diliyle tanımlanıyor ve bırakın gerçekten biraz önce söylediğim gibi yasal olarak cezalandırılmalarını, toplumun nezdinde bu insanlara yönelik saldırıların suç olduğunu bırakın, ayıp olduğu bile düşünülemeyecek hale geliyor.
 
Gene çok acıdır ki bugün burada toplanmamızın nedeni de bir cinayet yani ölümle sonuçlanmış bir saldırganlık bir nefret suçundan bahsediyoruz. Biz ülkemizde ancak birileri öldüğü zaman paniğe kapılacak hale geldik. Hatta bazı konularda, mesela özellikle Kürtlere yönelik yürütülen şiddet politikaları göz önüne alındığında binler on binlerce ölümden bahsediyoruz. Ve gerçekten artık kılımız kıpırdamıyor. Bugün Hant Dink’in öldürülüşü için buradayız. Birazdan nefret suçu kavramının dünyada ne zaman ortaya çıktığından falan söz edeceğim ama Hrant Dink e yönelik, onu aramızdan alan saldırıya kadar aslında Ermenilere yönelik bizim tarihimiz nefret suçlarıyla dolu ölümleri de içeren nefret suçunun her türünü içeren müthiş zengin bir tarihimiz var. Yine başka kaç tanemiz biliyoruz bu salonda olanların bile, ortalama bu ülkede son 6 aydır belki biraz azaldı. O da ciddi örgütlü mücadeleleri sonucu travesti ve transeksüellerin, eşcinsellerin ortalama bir ara haftada bir transeksüel öldürülüyordu. Çok açık nefret suçu kategorisinde bu olaylar. Sadece travesti ve transeksüel oldukları için, eşcinsel oldukları için öldürülüyorlardı. Tarihsel olarak baktığımızda 6-7 Eylül olaylarından tutun bir sürü şey yani Ermenilere yönelik 1915 teki katliam -en hafif terimiyle katliam-bunların hepsi aslında nefret suçlarıydı ama biz bu terimleri hiç konuşmadık. 
 
Şimdi Nedir nefret suçları? Aslında Batı açısından da çok ilginç. Aynı ikiyüzlülük yani bu iki bizim genlerimizden kaynaklanmıyor. Kaynaklanıyorsa da iktidarların genetik yapısının benzerliğinden kaynaklanıyor. Yani Amerika’daki ya da Avrupa’daki ya da dünyanın başka bir coğrafyasındaki iktidarlarla bizim iktidarlarımızın genetik yapısının benzerliğinden kaynaklanıyor. Nefret suçları terimi ilk kez Amerika’da kullanılıyor, tanımlanıyor bir yasal sistem içinde ve 1980’lerde tanımlanıyor. 80’lerde başlıyor bu terim kullanılmaya. 85’te ‘Nefret Suçları İstatistikleri Hareketi’ diye bir hareket var. 3 tane hukukçunun başlattığı bir hareket bu. Bu önemli bir örnek belki bizim de böyle şeyler yapmamız lazım diye düşündüğüm için bunları kısaca özetlemek istedim. Bir tasarı yayınlıyorlar ve Adalet Bakanlığından ırk, dil ve etnik önyargı ve cinsel yönelim temelli işlenen suçların sayısı ile ilgili istatistiklerin toplanmasını ve yayınlanmasını talep ediyorlar, bir grup hukukçu. Ve 1985 ten günümüze kadar bu kavram kullanılmaya başlanıyor. Ve akademik dünyada da nefret suçlarıyla ilgili çalışmalar yapılmaya başlanıyor. Avrupa da biraz daha yani 90’lı yıllarda önce Amerika’da başlıyor ama aslında Amerika’da nefret suçları 1980’lerde mi başlıyor, yani Amerika’nın tarihi de en az bizimki kadar berbat bir tarih. Siyahlara karşı örneğin işlenen suçlar tamamen nefret suçları. Sadece siyah oldukları için çünkü bu saldırılara maruz kalıyorlar. Ondan da önce örneğin 1624’te gaylere karşı, eşcinsel, transeksüel ve travestilere karşı işlenen nefret suçlarının da çok daha eski olduğu söyleniyor. 1624 ten başlayarak Amerikan kolonilerinde erkeklerin eşcinsellik ve oğlancılık nedeniyle idam edildikleri biliniyor. Son 3 yüzyıl boyunca en azından heteroseksüel olmayan insanlara karşı işlenen nefret suçlarının, siyahların yanında işlenen suçların en eski nefret suçları olduğu biliniyor. Dünyada en az bizim kadar bu konuda ikiyüzlü. Neden 80’ler ve ABD’de özellikle eşcinsel hareketleri, eşcinsel mücadeleleri, çok nefret suçlarını tanımlamasını arkasına alan mücadeleler. Bizde de benzer bir süreç yani suçun varlığı, saldırıların varlığı, iktidarların baskısı yeterli olmuyor. Kendiliğinden de olmuyor. Ancak bu tür kavramların, kavramlar haline gelmesi yasalara girmesi, hukuk sistemlerine girmesi ancak mücadelelerin sonucunda oluşabiliyor. Ne zaman ki bütün kavramları takip ettiğimizde böyle bir iz buluyoruz? Mücadeleler arttığı zaman ancak bir takım şeyler başarılabiliyor. Bunun başka bir yolu yok. Şimdi bu kısa tarihten sonra belki biraz şunu söylemem lazım. Sıradan suçlardan, nefret suçlarının farkı nedir bunu biraz söylemem gerekiyor.
 
Ben bir sosyal bilimci olarak en azından böyle düşünüyorum. Herkes böyle düşünmeyebilir ama Suç dediğimiz anda, aslında hangi suç tipi olursa olsun bir toplumsal arka plandan söz ediyoruz. Basit hırsızlık suçlarından da, bir toplumsal arka plandan söz ediyoruz. Mesela yoksulluktan söz ediyoruz. Basit şiddet olaylarından o toplumun şiddete yönelik hem zihniyet hem sınıfsal arka plandan söz ediyoruz. Ama sonuç olarak suç bir kişisel süreç, yani bir kişiyle diğer kişi arasında oluşan suçlardan bahsediyoruz. Nefret suçlarında bir kişisel husumet gerekiyor ya da bir kişisel çıkar gerekiyor ve bu çıkarın zarar verilen tarafından bir takım mesela hırsızlıkta para sahibi olması gibi bir şey ayırt edilebilir. Yani saldırıya uğrayan tarafın herhangi bir özelliği. Ama bu özellik nefret suçlarında farklı bir özellik, kişisel bir özellik mesela para sahibi olmak gibi. Mesela, karşısındakini öfkelendirmek yani toplumsal bir temeli diğer suçların da vardır. Ama nefret suçlarında farklı bir temel var. Nefret suçlarının hedefi olan insanlar kişisel özellikleri nedeniyle değil ait oldukları grup üyeliği yüzünden saldırıya maruz kalıyorlar. Onlara her nefret saldırısından sonra söylenen şu; ‘ya bu grubun üyesi olmaktan vazgeç ya da bu grubun üyesiysen bile’ bunu reddedemezsen bile yani bu ontolojik bir özellik olabilir ‘o zaman öyle görünme yani gözümüze onlardan gibi görünme.’ O zaman nefret suçları çok açık bir gruplar arası ilişki ideolojisidir.
 
Nefret suçları neden iktidarlar tarafından bütünüyle manipüle edilen suçlardır? Çünkü bir toplumda gruplar arası ilişkilerin nasıl düzenleneceğine ve arzu edilenin ne olacağına, ne olduğuna ve yukarıda olanın kim olduğuna, aşağıda olanın kim olduğuna iktidarlar tarafından verilmiş kararların arkasında duran ideolojiyle temellenen suçlardır nefret suçları. O nedenle dönemden döneme, coğrafyadan coğrafyaya değişir. Mesela ABD’de artık bizimki kadar etnik kökene dayalı nefret suçuna rastlanmıyor. Ya da siyahlara yönelik nefret suçuna Amerika’da giderek daha az rastlanıyor. Farklı, örneğin 11 Eylül’den sonra Müslümanlara yönelik nefret suçları Avrupa’da ve Amerika’da çok yoğunlaşmış durumda. Önceden neredeyse hiç yok gibi. Yani dini temelli nefret suçları. Oysa bizim ülkenizde en sık şu anda gördüğümüz nefret suçları tipleri etnik kökene ve cinsel temele dayalı 2 temel konuda en çok nefret suçları karşımıza çıkıyor. Şimdi ne peki? Ne yapmalıyız? Yani bu konuda çok daha fazla konuşmak mümkün. Şunu söylemek istiyorum, her Hrant’ın ölüm yıldönümünde şu duyguyu çok sık yaşıyorum ve sanıyorum bu duyguyu çok paylaşıyoruz. Bir utanç duygusu yaşıyorum. Yani hani ‘vay gidene’ diye bir laf vardır ya öyle hissediyorum. Biz sonuçta hayatımızı sürdürüyoruz ve Hrant Dink öldü. Ne yapabiliriz? Birbirimizi koruma yönünde bir takım araçlarımızı olmadığı kesin. Bu konuda çok konuşmak istemiyorum bu araçlar konusunda çünkü kendimi tutamayabilirim. Ve bu araçlardan yoksun olduğumuza göre, o zaman yapabileceğimiz tek şey var aslında bu nefret suçlarının ideolojik arka planını teşhir etmekten başka seçeneğimiz yok. Çünkü belki bu topluma şunu anlatabiliriz; nefret suçlarının hedefinin kim olacağı konusunda hiçbir garanti yok. Yani hangi grubun hakim sınıflara ait değilseniz herkes nefret suçlarının hedefi haline gelebilir.
 
Örneğin bu ülkede ekonomik kriz daha derinleşirse, yoksullar nefret suçlarının hedefi haline gelebilir. Ki bir ara hatırlayın ‘kapkaç terörü’ vs. gibi kavramları çok rahat kullanır olmuştuk. Yani Küçük çocuklara düşman olmuştuk. Bu nedenle nefret suçlarının ideolojik arka planını sergilemekten ve daha çok insanın bu söylemin meşrulaştırıcı, iktidarın ideolojisine yönelik meşrulaştırıcı yapısına ve diline kanmama konusunda daha çok insanı uyarma işini yapabiliriz. Çünkü bitmiyor. Size, beni çok rahatsız eden ve utancımı artıran 2 örnekten söz edeceğim. Hrant Dink öldü, artık iktidarlara zarar veremez. Fakat onu aramızdan alan nefret söyleminin yaygınlığı, gücü ve şiddeti aslında ölümüyle de ortadan kalkmıyor. Çok ilginç iki örnekten bir tanesi Ankara’daydım, geçen hafta ve orda geçen hafta Siyasal’da Hrant Dink’i anma etkinlikleri vardı. O etkinliklerin hazırlıklarını yapan bir arkadaşım dedi ki -broşür basacaklar, işte bu bizim afiş gibi bir şey, orada da küçük bir grup yapmaya çalışıyor her yerdeki gibi- o afişleri bastırırken bir matbaa ve her zaman afişleri bastırdıkları matbaa bu da bir Sivil Toplum Örgütü, adam Hrant Dink olduğunu görünce etkinliği “basmam” demiş. “Önce korktu falan zannettik” dedi arkadaşım. “neden basmazsın daha çok para verelim” demiş çünkü acele yetiştirmeleri gerekiyor. “Hayır 1 trilyon da verseniz basmam” demiş. Şimdi bu çok çarpıcı. Yani ölmüş bir insanın anmasının bile tehdit oluşturduğunu düşünün ve bunun ne kadar güçlü bir ideolojik söylem olduğunu düşünün. Ve bu coğrafyadaki sıradan insanların zihninde bu ideolojinin ne kadar etkili olduğunu düşünün ve bunun nasıl bir tehdit oluşturduğunu düşünün hakikaten bu çok rahatsız edici bir örnek.
 
Bir başka örnek gene NTV’de Hrant Dink anma günlerinin yaklaştığını duyuran bir internet haberinde Aşağıdaki yorumlardan birini söyleyeyim size. Birisi şöyle yazmış “Her gün bir sürü vatan evladını kaybediyoruz. Bu herifi 4 senedir habire bu herifi anıyoruz” böyle bir şey işte tam aklımda tutamadım. Bu çok ürkütücü. Bu, bu coğrafyadaki nefret suçu potansiyelini gösteriyor. Cidden, hukuk alanında, siyaset alnında bulunduğumuz hayatın her mikro küçük alanında mücadele etmek zorundayız. Çünkü iktidarlar artık giderek daha çok açık şiddet araçlarını kullanmıyorlar. Onlar eskisi kadar çok işe yaramıyor. Ve gerçekten, sıradan sivil insanlara iktidarın şiddetini, sivil insanları iktidarın şiddetinin aracı haline getiriyorlar ve bu şiddet çok daha zor başa çıkılabilir bir şey diye düşünüyorum.
Teşekkür ederim.
 
Coşkun ÜSTERCİ; Sevgili Melek’e bu kapsamlı ve öğretici konuşması için çok teşekkür ediyoruz. Gerçekten her bakımdan aydınlatıcıydı. Şimdi söz sırası geçen sene Selendi’de hepimizin vicdanlarını kanatan, hepimizi öfkeyle yerinde duramaz hale getiren Roman kardeşlerimize, arkadaşlarımıza yönelik gerçekleştirilen saldırının sonucunda açılan davayı izleyen avukat arkadaşımız Hilal Küey’de. Sevgili dostumuz Hilal Küey, bu dava nasıl gidiyor, cezasızlık olgusu ne durumda bunları anlatacak, bunları paylaşacak bizimle.
 
 
Hilal Küey:
Geçen yıl, 5 Ocak’ta Selendi -bilmeyenler için Manisa’nın bir ilçesi- Ben de duyuyordum Selendi’yi ama bu olaylar nedeniyle gördüm.
 
Selendi’de 5 Ocak gecesi romanların ilçede yaşayan -çok da fazla sayıda değil 75-78 kişi kadarlar- evlerine, araçlarına, çadırlarına, 1000-1500 kişi kadar Selendi halkı, -tamamı değil kuşkusuz ama bayağı geniş bir kesim- “ Çingeneleri burada istemiyoruz”, “ Selendi bizim, bizim kalacak”, “ Burası selendi buradan çıkış yok.”, “Çingenelere ölüm” gibi sözcüklerle -bunlar polis kayıtlarında var yani iddianame ve polis kayıtlarında ve video görüntülerinde olan sözcükler- diyerek saldırıyorlar, çocuk, kadın falan hiçbir şey tanımadan. O gece ruhsatlı silahı olan 3 tane Roman havaya ateş ederek kendini savunuyor, polis yetersiz kalıyor, jandarma gelerek onları önce jandarma karakoluna taşıyor. Ondan sonrada Gördes’e ve daha sonra Gördes’te de istenmemeleri üzerine Salihli’ye yerleştiriyorlar.
 
Bu devirde böyle şeyler olur mu gibi düşünüyor insan, çünkü yağmaya yönelik de bir şey var. Sanki hazırlık ifadesinde kullanılan bir güvenlik görevlisinin kullandığı bir cümleyi söyleyeyim; ‘Burnumuzun dibinde mini bir 5-6 Eylül olayları yaşanmış da haberimiz olmamış.’ İrkilmiştim ben bu tanımlama karşısında. Sanki 1955 bizden çok uzakta, 1915 bizden çok uzakta gibi bir şey, belki aklımızın bir yerinden geçiyor ama 2010’da da oluyor. 75 kişilik küçük bir Roman topluluğuna, 35 yıldır selendi de yaşayan bir Roman topluluğuna sırf Roman oldukları için saldırabiliyorlar.
 
Peki, 5 Ocak, bir gecede mi oldu? diye düşünürsek, yani nasıl böyle bir şey bir gecede olabilir. 35 senedir bunlar aynı yerde bir arada yaşıyorlardı da birden bire ne olmuş diye baktığımızda, bir kahvehane olgusu görüyoruz Selendi’de. 31 Ocak gecesi işte yılbaşında bir kahvehaneye alındın, alınmadın. Yok sigarayla girdin, girmedin tartışması üzerine görünüyor. Biraz daha araştırıyorsunuz, Ekim ayında sırf Roman oldukları için işte ‘ben Romanlara çay vermem’ diyerek, Selendi’de bir kahvehaneye alınmaması olayı olmuş. Şikayet etmiş bunun üzerine Romanlar. Savcılık takipsizlik vermiş, ‘kahvehaneye sonuçta gitme’ anlamında. Küçük yerlerde biliyorsunuz, 9 Eylül, 3 Eylül kutlamaları çok önemlidir. Böyle kutlamalar sırasında havaya kuru sıkı atılıyormuş. 2 Roman’a orada emniyet görevlisi ‘sen çekil atamazsın’ demiş. Yani bir şeyler adım adım gelmiş, onu anlatmaya çalışıyorum. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinin öncesi propaganda çalışmalarına kadar gitmiş bir şeyler. 29 Mart’ta Selendi Belediyesi’ni MHP kazanmış ve tabi iddia bunlar ama en azından araştırılmaya değer diye düşünüyorum. Selendi Belediye Başkanı, ‘ben Romanları buradan göndereceğim’ diye seçim propagandası yaptığına dair mağdur ifadeleri var bu şekilde
 
Evet 5-6 Ocak gecesine tekrar dönersek, yani olay gecesine; bütün eşyalar, evler falan tahrip vaziyette, girilmiyor. Arabalar tahrip ediliyor, araba deyince yanlış bir şey düşünmeyin iş olarak kullanıyorlar. Çoğunluk ‘çerçicilik’ denir ya, yöredeki ilçe pazarlarında, köy pazarlarında züccaciye satarak geçiniyorlar ve o arabaların içinde züccaciye var. Yani onların iş mekanları aslında arabaları. O gece Manisa Valiliği bir kağıt imzalatıyor onlara, ‘kendi isteğimizle gidiyoruz’ diye. Ve zorunlu göçe tabi oluyorlar. Salihli Kaymakamlığı, bir 6 ay kadar kira yardımı yapıyor, şu anda kira yardımı da kesilmiş durumda. Şubat ayından itibaren de -ben de ifadelerde vardım- Salihli’de Cumhuriyet Savcılığı aracılığıyla ifadeleri alınıyor, ‘mağdur’ ifadeleri olarak. Sadece elinde silah olan o 3 kişi, ‘şüpheli mağdur’ olarak düşünülüyor. Bu arada ben kendimi de ifade etmek anlamında söyleyeyim; şiddet karşıtı bir insanım, silah karşıtı bir insanım ve söyledim müvekkillerime “niye silah? ruhsatlı da olsa niye silah?” gibi. Hilal abla diyor onlar bana “abla silahımız olmasa ölmüştük şimdi” dediler. Diyecek bir şey de bulamadım buna.
 
Bu arada Selendi’de o gece görev yapan bütün basın elemanlarına ben çok teşekkür etmek istiyorum. Çünkü o kadar güzel çekimler, o kadar güzel video kayıtları vardı ki, o video kayıtlarını savcılığa sunduk ve oralardan kimlik tespiti yaptık. Yani basının önemini, doğru basının önemini bir kez daha orada kavramış olduk. Çünkü küçük yer olduğu için görüntülerden tanımak kolay. Mahkemede, Savcılık ifadesi var zaten, bütünü tek tek tespit gidildi. Sonuçta bütün orada toplanan 1000 kişinin içinde, önde görünen 80 kişi hakkında 15 Temmuz 2010 tarihli iddianameyle Selendi Asli Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.
Biraz önce Melek hanımda söyledi, ‘Nefret suçu’ diye bir tanımlama biz de yok yani ceza kanununda yok. Amerika’da zaten yeni ortaya çıkmış zaten tanımlamalar. Avrupa’nın birçok kesiminde de yok. Örneğin, Almanya’da yok ‘nefret suçları’. 80 kişi hakkında nerelerden hangi suçlamayla dava açıldı diye bakarsak;
·         Mala zarar verme,
·         Halkı kin ve düşmanlığa tahrik,
·         Toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet (dağılın deyince dağılmamışlar o manada)
 
Burada bir şey daha söylemek istiyorum; Benim bilebildiğim kadarıyla Türkiye’de ilk defa bu halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama bir toplumsal olayda düşünüldü. ilk defa yani. Hep düşünce suçu anlamında bu 216 kullanılırdı. İlk defa nefret söylemi üzerinden bir şey ya ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik’, ilk defa bir iddianamede toplu olaylarda düşünüldü.
 
Peki kimler hakkında dava açılmadı çünkü biz sadece şahısları şikayet etmemiştik orada
Belediye Başkanı hakkında takipsizlik verildi. İddiaların olayların soyut olduğu söylendi. Belediye Başkanı hakkında suçlamalar, 29 Mart 2009 seçimlerinden önce seçim propagandasında, o ayrımcı suçlamaların araştırılmasını istemiştik, kayıtlardan bulunabilirdi bunlar çok kolaylıkla.
 
İkincisi Tokatüstü denilen bir yer var böyle. Belediye’den bir anons yapılmış işte ‘Romanlarla ilgili meselelerin görüşülmesi için herkes Tokatüstü’nde, bütün Selendi halkı toplansın’ diye ve oradan bir topluluk oluşturulup, o Tokatüstü denilen yerden Roman mahallelerine bir yürüyüş ve saldırılar başladı. Yani bir ‘kasıt’ olmasa bile bir görev ihmal soruşturması yapılmalıydı, diye düşünüyorum.
 
Yine İlçe Emniyet Amiri hakkında soruşturma izni verilmedi. Biliyorsunuz devlet görevlileri hakkında bir ön soruşturma yapılır ve önsoruşturmaya dayalı olarak ‘görevi ihmal’ ya da ‘görevi kötüye kullanma’ gibi bir olgu varsa, savcının dava açabilmesi için izin vermesi gerekiyor idarenin, yani kaymakamlığın. O izin verilmemiş ama Belediye Başkanı hakkındaki takipsizlik gibi düşünmemiş Selendi Savcısı burada. Selendi Savcılığı itiraz etmiş ‘soruşturma izni verilmesi gerekiyor burada’ diye. 14 Eylül 2010’ da Savcılık itirazı prosedürü işletmiş, bu sefer Manisa Bölge İdare Mahkemesi’ne gidiyor oranın verdiği karar kesin. İtiraz reddedilmiş.
 
Düşünün bir ilçede bir linç girişimleri var, kıyametler kopuyor, ilçe bir gece sabaha kadar -1500 kişi olduğunu söylüyor Romanlar, ama polis kayıtlarına göre de 1500 kişi- 1500 kişi ayakta, bir saldırı var ve İlçe Emniyet Amiri yetersiz kalıyor ve jandarma çağırılıyor ve olaylar öyle önlenebiliyor.  Ve ‘görevi ihmal etmiş mi acaba bir sıkıntı var mı burada?’ diye bir soruşturma izni dahi verilmiyor. Ayrıca da başka yine mağdur ifadelerinde, örneğin Başkan, Roman mahallesinde elinde silah olan Roman müvekkilin elinden silahı elinden almaya kalkmış. Oradaki saldıran silahlı kişilerin elinden değil de onun. Gene hazırlık soruşturması sırasında ki bir ifade de sanık ifadelerinde, mağdur ifadelerinde var. İşte Emniyet Amirine, kahvehane sahiplerinin gelip ‘siz cezasını vermezseniz biz cezasını vereceğiz’ gibi sözcükler sarf ettiklerini, yani daha önceden de bazı olaylar çıkacağının bilindiğine dair. Hukuk anlamında böyle ihbarlar olduğu zaman, savcılık tarafından araştırılması gerekiyor ya da soruşturma izninin verilmesi gerektiğini, verildiğini ya da zaman zaman görüyoruz ama Selendi’de verilmedi.
Peki mevzuata bakarsak bütün bu yapılanlar ‘suç mudur? değil midir? nedir?’ diye bakarsak; Uluslararası Sözleşmeler kapsamında, ‘herkes eşittir’ diyor malum Evrensel Beyanname, ‘ayrımcılık yapamaz’ diyor. Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesi var ‘ayrımcılığı’ sözleşme ihlali kabul eden. Her türlü ırk ayrımcılığının ortadan kaldırılmasına ilişkin uluslararası sözleşme, zannediyorum 2002 tarihli resmi gazetede yayınlandı ve Türkiye Cumhuriyeti her türlü ırkçılığı önleyeceğine dair söz verdi. Yine ırkçılık, aparthiet ve savaş kışkırtıcılığı ile mücadele edilmesine dair temel prensipler silsilesi var.  Bunları tek tek anlatmak istemiyorum. Yalnız ırkçılık ve hoşgörüsüzlüğe karşı Avrupa Komisyonu’nun 15 Şubat 2005 tarihinde açıklanan bir raporu var. Orada, Türkiye’deki zayıf gruplar olarak Romanlar ve Kürtler gösteriliyor. Devletin onlara yönelik ayrımcılıktan yapması gereken görevleri olduğunu, yapması gereken bir şeyler olduğunu söylüyor 2005 yılında ama 2010 yılında bu olay oluyor.
Ulusal mevzuatta da ırkçılığa, ayrımcılığa tabi tutulmak gene suç. Anayasa’nın 10. madde ‘herkes eşittir kanun önünde’ diyor. Gene Türk Ceza Kanunu 77 nedir? diye açıklarsak insanlığa karşı suç. Çok düşünürseniz öyle bir tanımlama içinde de olunabilir. Çünkü planlı, en azından 1 sene öncesinden hareket edilerek bir şeyler yapılmış orada. Dolayısıyla bu tanımlama içinde de düşünülebilir pekala. İhbar dilekçelerimizde var bunlar.
 
122. madde 2004’teki Türk Ceza Kanunu değişikliğiyle geldi. Ayrımcılık ilk defa 2005’ten bu yana suç, Türk Ceza Kanunu ile suç olarak oluşturdu. Nasıl suç? Bir hizmeti sunmak, bir hizmeti sunarken ayrımcı davranmak, yani ırk, cins, dini düşünce nedeniyle farklı bir hizmet sunumu yapamazsınız yaparsanız Türk Ceza Kanunu 122. maddeye göre suç teşkil ediyor. Ama iddianamede bu yok. Yani savcı, 122’ye tabi gibi görmedi. Oysa bir kahvehaneye alınmama da yani suç oluşturur. Ben de ilk başlarda düşünmüştüm ‘alınmadığın kahvehaneye gitmesen ne olur’ diye. Hilal abla diyorlar ‘Biz misafirlerimizi kahvehanede ağırlıyoruz, evimiz yeterli değil ki’ cümlesiyle karşılaştım.
 
O zaman kahvehaneye alınıp alınmamayı artık biraz kamusal alan gibi düşünmek gerekiyor. Yani çok hukukçu gibi motomot düşünmemek gerekiyor ‘nefret ve ayrımcılık suçlarıyla’ ilgili. Melek Hanım’da bahsetti, aslında sorun sosyologlarda ve psikologlarda hukuktan daha önce bu anlamda. 216 biraz önce bahsettim, ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik’ bundan dava açıldı, yani iddianamede var bu.
Eksik nedir? Mala zarar vermekten dava açıyorsunuz da Selendi Olayları için. Sonuçta asıl amaç burada linç, linç girişimi. Ama Türk Ceza Kanunu’nda linç için bir tanımlama yok, böyle bir suç yok yani. Topluca birilerine saldırırsanız ne yapmışsanız, yani yaralamışsınız yaralamaktan dava açılıyor, malını tahrip etmişseniz oradan dava açılıyor ama başlı başına bir linç olgusu suç değil. Nefret suçları diye bir kavram zaten yok. Eksik olan bunlar.
Nefret suçlarının gerçekten sadece hukukla, yasalarda tanımlamayla falan bir şeylerin çözümleneceğine ben de inanmıyorum. Dünyada tartışılan bir nefret suçları anlamında “onarıcı adalet” diye bir şey var. Bence onu tartışmamız gerekiyor. Bu tür yargılamalarda hukukçuların yanında psikologlar da yer alıyor, yer almalı ya da. Sosyologlar da yer almalı. Yani farklı bir adalet kavramının düşünülmesi gerekiyor nefret suçları için. Yoksa bu yükselen milliyetçi dalga karşısında gücü yeten gücü yeteni kıracak. Yani bir çözüm bulmamız gerekiyor.
 
Peki ne oldu Selendi anlamında düşündüğümüzde? 1 yıl geçti. 5 Ocak 2010’du. İlk duruşması 10 Aralık 2010 tarihindeydi. Hiç bir şey yapılamadı 10 Aralık ta. Çünkü güvenlik gerekçesiyle dava nakledildi.
 
Selendililerin daim düzenleri devam ediyor, hiç tutuklu yok. Romanların bütün hayatları dağılmış durumda ve özlenen güvercinler var. Müvekkillerimden birinin 9 yaşındaki oğlu Hakan’a neyi özlüyorsun Selendi’de yani burada rahat mısın? değil misin? soruma “güvercinlerimi özlüyorum” dedi. Ve Benim avukat olarak ‘özlenen güvercinler’ için ne tür bir ceza maddesi gerekir ben bunu bilmiyorum. Düşünüyorum ki, Hrant’ın güvercinleri ile Hakan’ın güvercinleri arasında bir bağ var. Bunu kurmalıyız. Bu toplum ancak böyle arınır. Başkası türlüsü mümkün değil.
Teşekkür ederim.
 
Coşkun Üsterci: Hilal Küey’e, güvercin metaforuyla sonlandırdığı bu güzel konuşması için çok teşekkür ediyoruz. Şimdi sıra bir başka güvercin’de, kardeşimiz Hrant’ta. Sevgili Ali Koç arkadaşımız Hrant’ı katledenler hakkında açılan davayı takip eden çok sayıdaki avukatlardan biri. Şimdi bizlere bu davanın durumu nedir? Akıbeti nedir? Dava cezasızlığa doğru nasıl gidiyor? Bunları anlatacak.
 
 
Ali Koç:
Merhabalar, benim kitle karşısında konuşma fobim var, zaman zaman takılabilirim. O yüzden peşin olarak özür diliyorum.
 
Hilal sözünü Hrant’ın güvercinleriyle bağlamıştı. Hrant’ın da Türkiye’de kendisinin öldürüleceğinin ilk sinyallerini ya da burada yaşamsal tehlike altında bulunduğunun ilk sinyallerini aldığı yazılarından birisinin başlığı “Ruh halimin güvercin tedirginliği” idi. Hrant’ın Türkiye’de izlenmesi nefret suçları bağlamında ele alırsak, bugünkü bir gazete haberine göre Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun hazırladığı bir rapordan anladığımıza göre 1970 yılında başlıyor. 1970 yılında T.C. Devleti Emniyet İstihbarat Şube Müdürlüğü C Masası Hrant Dink’i, Hrant Dink olarak İstanbul’da izlemeye başlıyor. Onu izlemesinin tek sebebi kendisinin Ermeni olması, Ermeni kimliğiyle bu toplum içerisinde yer almaya ve yaşamaya çalışması. Bu izleme, 19 Ocak 2007 tarihine kadar devam ediyor. Muhtemelen şunda başka Ermeniler, başka Kürtler, başka Aleviler, başka solcular, başka Romanlar devlet tarafından aynı kapsamında izlenmeye devam ediyorlardır. Çünkü Emniyet İstihbarat C şubesi hala faaliyetlerine devam ediyor, hala azınlık olanları izlemeye, kodlamaya devam ediyor.
 
1970 yılından 19 Ocak 2007 tarihine kadar Hrant Dink’i izleyen devletin, bu cinayetten, Hrant Dink’i Ermeni olduğu için izleyen devletin, Hrant Dink’in öldürülmesinde pay sahibi olmadığını, bu cinayeti engellemeye çalıştığını izah etmesinin akıllı insanlar karşısında hiçbir gerekçesi olamaz diye düşünüyoruz.
 
Türkiye’de 1950’lerden bu yana işlenen siyasi cinayetlerin profili incelendiğinde kimlerin cinayete kurban gittiği dikkatle gözlemlendiğinde, özellikle 1980 yılından sonra Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde ve Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) toplantılarında hangi eğilim tehlikeli, iç tehdit olarak nitelendirilmişse bir süre sonra o eğilimin aktörlerinin ya da o eğilimden bir gurup insanın ortadan kaldırıldığını görüyoruz.
 
Peki ayrımcılık sadece devletin ya da devletin hakim ideolojisini üreten ya da altında bulunan insan guruplarının sorunu mu? Bence değil. Şuradan örnekleyebiliriz; Biz Hrant Dink’i Hrant Dink olarak tanıyoruz. Kardeşi Hosrof Dink’ de Hosrof Dink olarak tanıyoruz. Oysa Hrant Dink ve Hosrof Dink resmi kayıtlarda Hrant Dink ve Hosrof Dink olarak yaşamıyorlar. İki kardeşte 1980 öncesi Türkiye sol siyaseti içinde siyaset yapmaya çalışan, oralara ait olmaya çalışan bu toprakların ya da bu dünya insanları için mücadele eden insanlar. Ancak bulundukları örgütler içerisinde ve bir takım sosyal yaşamda yer alabilmek için mahkeme kararıyla isimlerini değiştirdiler ve Hrant Dink Fırat Dink olarak yaşamaya devam etti, Hosrof Dink ise Osman Dink olarak yaşamına devam etti. Ve iddianamede de Hosrof Dink, Osman Dink müdahil sıfatıyla yer alıyor. Hrant Dink’de Fırat Dink maktul sıfatıyla yer alıyor. O zaman bunun üzerine biraz düşünmek gerekiyor, nefret ya da ayrımcılığın çok- derin, kılcal damarları olduğunu ve bir miktarının da bize uzanabileceğini bilmek gerekiyor.
 
Ben davanın müdahil avukatlarındanım onlarca müdahil avukat var. Başka davalarda karşılaşmayacağımız çeşitli örneklerle karşılaşıyoruz. Başka zamanlar olsa, bizim de ait olduğumuz azınlık guruplarına yönelik tepkiler olsa hemen algılayıp anında reaksiyon göstereceğimiz, işte oranın otoritesi kimse, işte mahkeme başkanı, savcı önlem almasını isteyeceğimiz pek çok durumun ya görünmediğini ya da görünmezden gelindiğini yargılamalar sırasında gördük.
 
Bir yazar bir yazı yazmıştı. Rakel Dink’in bu dava sürecinde nasıl yıprandığını ve yaşlandığını anlatmıştı. O da davadaki avukatın cici avukatlığı üzerine yazılmış bir yazıydı. Mesel şuydu; her duruşma salonuna girdiğimizde, gerek sanık avukatları yani Yasin Hayal’in avukatı ve diğer avukatlar, gerekse sanıkların bu yargılama devam ederken kendi vicdani olarak suçsuzluklarının bir kanıtı olarak sürekli Ermenilere ve Hrant Dink’e hakaret etmeye devam ettiklerini gördük. Tüm izleyiciler, bütün müdahil avukatlar, mahkeme heyeti, basın, gazeteciler Hrant’ın dostlarının o mahkeme salonu içerisinde bu tür Ermenileri ve Hrant Dink’i özelde aşağılamaya devam eden söylemler karşısında, herhangi bir tepki geliştirmediğini bunun savunma dokunulmazlığı, savunmanın kutsallığı söylemiyle perdelendiğini ve görmezden gelindiğini gördük. Ben de gördüm. Rakel Dink, bu adalet arayışı olmasaydı, belki kendi acısıyla daha huzurlu şekilde yaşayacakken, duruşma salonunda o adalet arayışı içerisinde yaşlanabileceğinin 10 katı bir hızla yaşlanmaya devam etti.
 
Hrant Dink’i ölüme götüren süreç Aralık 2001 tarihinde yapılan bir MGK toplantısında misyonerliğin Türkiye’de iç tehdit olarak değerlendirilmesi konusu başlıyor. Hepimizin bildiği gibi Türkiye’de toplam Hıristiyan yani Müslüman olmayanların toplam sayısı nüfusun %1’inin altında bir rakam. Misyonerlik çabası sonucu Müslümanken din değiştiren insanların oranı da bu %1’in %1’i kadardır. Mesela Malatya’nın misyonerlikle ilgili şöyle bir macerası vardı; Zirve Yayınevi katliamından hatırlayacaksınız, Malatya’da misyonerlerin büyük bir tehlike oluşturduğuna ilişkin yerel ve ulusal basında propaganda yapılırken Malatya’da ki toplam Hıristiyan sayısı, 1 tane Güney Afrikalı Hıristiyan vardı, 1 Alman Hıristiyan vardı ve onun ailesi vardı, onun dışındakiler Türk Hıristiyanlardı. Toplam sayısı, 30’du biz o zaman hesapladığımızda Malatya nüfusunun 100 binde 7,5 etmiyordu. Ne kadar büyük bir tehlike.
 
2001 yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi değişip de misyonerler iç tehdit olarak değerlendirilmeye başladıktan sonra, daha önce din özgürlüğü kapsamında ele alınabilen İncil dağıtımı gibi benzeri çeşitli faaliyetler, bu sefer iç tehdit kapsamında değerlendiriliyor, Türkiye’nin her tarafından Hıristiyanlar, misyonerler takip edilmeye ve izlenmeye başlıyor. Aynı süreçte Genelkurmay Başkanlığı ‘sözde’ Türkiye’de ki laikliğin koruyucu ve kollayıcısı olan kurum, Sevgi Erenerol’a ve İlahiyat Fakültesi kökenli bir takım insanlara il ve ilçelerde ve kuvvet komutanlıkları karargâhında misyonerliğin ve Hıristiyanlığın Türkiye’de nasıl bir iç tehdit olduğuna ilişkin konferanslar verdirmeye başlıyorlar.
 
Bu süreçte, Hrant Dink’le misyonerlerin yolunun kesiştiği nokta, 2004 yılında Sabiha Gökçen’in Tuncelili bir devşirme Ermeni olduğuna ilişkin yazı dizisi yayınlanıyor. Bu yazı dizisinden sonra Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yapıyor. Bu yazı dizisine devletimizin kadim gazetesi Hürriyet gazetesine Türklüğü tahkir eden bir yazı dizisi ve iddia olarak yansıyor ve bundan sonra Genelkurmay açıklaması geliyor. Genelkurmay açıklamasından sonra, çeşitli yerlerde öldürme planları yapılıyor. Dikkat ederseniz, Hrant Dink daha önce Türkiye’de özel medyaya, basına pek çıkmazken, sadece kendi gazetesinde ve kendi cemaati içerisinde daha çok tanınırken ya da İstanbul entelejansiyası içerisinde tanırken, birden bire çeşitli tartışma programlarına filan davet edilmeye başlanıyor. Parentez dışı bir şey aktarayım. Geçenlerde öğrendim, ben de öğrendiğimde şaşırmıştım. Bir konu tartışılırken konuklardan bir tanesi program düzenleyicisine bu konuyu niye seçtiklerini soruyor, ülkenin başka önemli gündem maddeleri olduğunu söylüyor. O da kendilerine o ay ya da o yıl hangi konularda program yapmaları, kimleri çağırmaları gerektiğine konusunda listeler geldiğini ve bunlar üzerinden yapıldığını söylüyor – Meral’de burada tanık oldu, kendisi de anekdot alarak anlatır- diyor ki kimden geldiğini söylemeksizin ‘bize listeler geliyor biz buna göre konu seçip, konuk davet ediyoruz’.
 
Hrant Dink’in tanınırlığı bu saatten sonra ortaya çıkıyor ve 2006 yılının Ocak ayında Trabzon Pelitli’de bir gurup Hrant Dink’in öldürülmesi için plan yapmaya başlıyorlar. Pelitli’yi ben görmedim ama Pelitli, Trabzon’un yoksul beldelerinden birisi. Yasin Hayal diye bir adam var, Erhan Tuncel diye bir adam var henüz o günlerde ismi bilinmeyen Ogün Samast diye bir adam var, Ogün Samast’an önce Zeynel Abidin Poyraz diye bir adam var. Bunların ortalama yaşları en büyükleri Erhan Tuncel, o zamanlar 23 yaşında, diğerleri Erhan Tuncel’den daha küçük çocuklar. Bunların ortak noktası hepsi Büyük Birlik Partisi üyesi, Alperenlere dahiller ve Büyük Birlik Partisi’nde örgütleniyorlar. Ve misyonerlere karşı, Hıristiyanlara ve diğer azınlıklara karşı, Türkiye’de gerçekleştirilen ve bireysel diye sunulan bütün organizasyonların altında ilk örgütlenilen ve konuşmaların yapıldığı örgütlenmelerden bir tanesi öncelikle Büyük Birlik Partisi, değilse mutlaka MHP ve Ülkü Ocakları. Ama Türkiye’de onlarca yıldır Kürt sözcüğünü programına koyduğu için kapatılan pek çok sayıda sosyalist parti ve Kürt hareketinin pek çok siyasal partisi kapatılmış olduğu halde, BBP, MHP şiddete bulaştığı gerekçesiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı veya yerel savcılıklar tarafından soruşturma konusu yapılmıyor.
 
Öncelikle Trabzon’da Yasin hayal diye bir tip var, tanık ifadelerine göre polisle çok içli dışlı olan ondan sonra Pelitli Jandarma Komutanlığı’nın araçlarıyla Pelitli jandarma bölgesinde fink atan, jandarmayla çok sıkı ilişkileri olan birisi. Yasin Hayal, önce Mc Donalds’ın bombalanması olayını gerçekleştiriyor. Yasin Hayal, Mc Donalds’ın bombalanması olayını Erhan Tuncel’le birlikte gerçekleştiriyor. Tasarlayanlardan bir tanesi, azmettirenlerden bir tanesi, emniyetin muhbiri olan Erhan Tuncel. Ancak Erhan Tuncel’in ismi bu eylemde hiçbir şekilde geçmiyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa bu Mc Donalds’ın bombalanması olayında 14 kişi yargılandığı halde, Yargıtay, bir eylemle birden fazla kişinin yaralanması, her yaralanma için ayrı ceza verilmesi gerekirken, bir eylemle birden fazla kişinin yaralanması gibi değerlendirilip az bir cezayla Yasin Hayal buradan kurtuluyor. Askere gidiyor, askerden gelişte, bir rahibi dövüyor, oradan da kurtuluyor. O arada Trabzon’un Terörle Mücadele Şube Müdürü Yahya Öztürk kendisini Terörle Mücadele Şubesine çağırıyor, Hrant Dink’in resimlerini gösteriyor, ‘Erhan bu bayrak yere düştü, bunu kaldırmak senin görevindir’ diyor. Aynı Yahya Öztürk, Ogün Samast’a kendi cep telefonundaki BBP resimlerini gösterip, ‘Biz aynı taraftayız’ diyor, buna rağmen Yahya Öztürk hakkında yapılmış herhangi bir adli işlem söz konusu değil.
 
Yasin Hayal, Erhan Tuncel’in de yönlendirilmesiyle Pelitli’de kendine göre küçük çaplı bir örgüt kuruyor. Bu arada, BBP ile ilişkileri devam ediyor. Önce Zeynel Abidin Poyraz diye 19 yaşında bir çocuk buluyorlar. Zeynel Abidin Poyraz -hiçbir şekilde bu soruşturulmadı, nedeni merak edilmedi- bir gün bu plandan tetikçi olarak buldukları Zeynel Abidin Poyraz vazgeçiyor. Kendi ifadesine göre ‘Ben yapmayacağım’ diyor. Belki de yaş itibariyle fazla ceza alacağı için 18 yaşından büyük saf dışı bırakılıp, Ogün Samast bulunuyor. Ogün Samast çok enteresan bir tip değil -her sokaktan en az bir Ogün Samast toplayıp, onlarca insan öldürtebilirsiniz- sıradan bir tip. Pedagog raporlarına göre, ‘vicdan gelişimini tamamlayamamış, hatta vicdanı olduğundan bahsedilemeyecek birisi’ olarak tanımlanıyor Ogün Samast. Ogün Samast’a bir silah bulunuyor. Silahın nasıl bulunduğu tartışmalı çünkü yeterince soruşturulmamış. Ogün Samast’a mermileri BBP’nin Trabzon il başkanı ve o kadro içinden birileri teslim ediyor ve birileri araba veriyor. Bu arada Pelitli’de herkes - Pelitli’de ki resmi kurumlar, istihbaratçılar da dahil olmak üzere – Ogün Samast’ın İstanbul’a Hrant Dink’i öldürmeye gideceğinden haberdar. Bu anlamıyla, bu cinayet Marquez’in bir romanından alıntı yaparsak bir ‘Kırmızı Pazartesi Cinayeti’ yani Santiago Nasar bir sabah evden çıkıyor ve herkes onun öldürüleceğini biliyor. Ogün Samast, İstanbul’a şöyle çıkıyor; kendisine bir bilet alınıyor, cebine konuyor, otobüse götürülüyor, uğurlanıyor, cebine bir Türk bayrağı konuyor, cebine az bir miktar da para konuyor, İstanbul’a gönderiliyor cinayeti işleyip geri dönmek üzere. Böyle bir eylemin sanığının cebinde Samsun’da yakalandığında sadece 1 Türk lirası para var. Neyin işareti çok bilmiyorum belki de şunun işareti olabilir, milliyetçi duygularla bu cinayeti işlediğinin kanıtı olabilir. Para karşılığı işlendiği imajı doğmasın diye olabilir mi? şeytanın avukatlığını yaparsak, pekala olabilir gibi geliyor. Ogün Samast İstanbul’a geliyor, Ogün Samast, çok enteresan İstanbul’da 4 kişiyle birlikte zaman geçiriyor. Bir dayısı var Ogün Samast’ın. Gece orada yattığını söylüyor, ancak o dayıda yatıp yatmadığı konusunda yeterince araştırma yapılmamış durumda. Yine enteresan bir şey, Yasin Hayal, cinayetin işlendiği gün kendisinin Trabzon’da olduğunu söylemesine ve tanıklarla bunu ispat etmeye çalışmasına rağmen, Yasin Hayal ya da abisi adına kayıtlı bir cep telefonundan İstanbul’da baz istasyonu sinyalleri alınıyor. Abisi Osman Hayal’de – daha önceki rahibin dövülmesi olayına karışmış bir kişi – kendisinin Bodrum’da bir fırında çalıştığını söylüyor. Ancak bunların birisinin adına kayıtlı telefon İstanbul’da olay bölgesinde sinyal veriyor. Ogün Samast’ın buluştuğu çok enteresan 4 genç var, Ogün Samast’ın ifadesine göre kendilerini internetten tanıdığı ve zaman zaman msn de yazıştığı 4 genç, nasıl oluyorsa Trabzon’dan gelen birisini otogar da karşılayıp, gün boyu dolaşıyorlar sonra dayısında yatıyor Ogün Samast, ertesi gün cinayeti işliyor. Ogün Samast’ın bir başka özelliği aslında İstanbul doğumlu. Ancak çok küçükken, bebekken Trabzon’a gitmiş ve İstanbul’a yalnız başına bir daha adım atmamış birisi. İstanbul gibi büyük bir trafik yoğunluğunun ve keşmekeşin olduğu, insanların bazen 6 ay ayrı kaldıklarında evlerinin bile yolunu kaybedecekleri bir şehirde, Ogün Samast Şişli’nin göbeğinde Agos Gazetesini buluyor ve kendisine bir kez fotograf çıktısı verilmiş Hrant Dink’i tanıyor, giriş çıkış saatlerini biliyor, bekliyor ve Hrant Dink’i öldürüyor.
 
Ogün Samast, cinayetten önce Agos’a bir gidiyor, Hrant Dink’in Agos’ta bulunup bulunmadığını kontrol ediyor, sekreterler ve gazete çalışanları Hrant’ın dışarı çıktığını, öğlen yemeğine çıktığını saat 2’de döneceğini söylüyorlar. O arada, Ogün Samast, gazeteden ayrılıyor, kendisinin ifadesine göre Yasin Hayal’i arıyor ve diyor ki ’Ben cinayeti işlemekten vazgeçtim’ yine Ogün Samast’ın ifadesine göre o da ‘bu işi yapmadan gelirsen biz seni yaşatmayız’ diyor. Yine İstanbul’da hiç tanımadığı şehirde ana cadde üzerinde bulunan bir yere değil, arka sokaklarda işleteni eski bir polis memuru, işletenin oğlu da hala polis memuru olan internet cafeye gidiyor. İnternet cafe de 1 - 1.5 saat birileriyle chat yapıyor, yazışma yapıyor sonra gelip cinayeti işliyor. Peki ne oluyor, internet sahibi ve internet cafenin sahibinin oğlu hiçbir şekilde koğuşturmaya dahil edilmiyor, kim oldukları, Ogün Samast’ın burayı niye tercih ettiği, Ogün Samast’ın o internet cafe de kimlerle iletişime geçtiği hiçbir şekilde araştırılmıyor, o bilgisayarlara el konulmuyor, o deliller kayboluyor. Ogün Samast, Hrant Dink’in Agos gazetesinden çıkmasını beklerken, bir dükkanın önünde ve bir bankanın önünde görülüyor, görüntülere olaydan hemen sonra polis el koyuyor fakat görüntülerin bir kısmı kayboluyor. O görüntülerin ne olduğu, nasıl kaybolduğu konusunda da hiçbir izah yok.
 
19 Ocak 2007 tarihinde Hrant öldürüldükten hemen sonra bütün adli vakalarda olduğu gibi, bir Cumhuriyet Savcılığı’nın olaya el atması ve adli soruşturmasını yapması gerekiyor. İstanbul’u bilenleriniz, Şişli’nin ayrı bir adliyesi olduğunu olay yerinin Beyoğlu adliyesi sınırları içerisinde kaldığını, soruşturmanın Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı tarafından yürütülmesi gerektiğini bilirler. Olaydan da üç çeşit polis ekibinin görevlendirilmesi gerekir; Birincisi Asayiş Şube Müdürlüğü’dür, ikincisi Cinayet Büro Amirliği’dir – olay itibariyle söylüyorum. Bir öldürme olayı için – üçüncüsü de Olay Yeri İnceleme Ekibi’dir. Bu üç gurup polis birimi genel olarak görev alırlar. Biri çevre güvenliği yapar, öbürü delil toplar, birisi olay yerini tespit eder. Ama ne hikmetse, daha henüz failin kim olduğu tespit edilememişken, Hrant Dink’in öldürülmesi olayına Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü el koyuyor, soruşturmasına onlarda el atıyor. Ve soruşturma başında İstanbul Valisinin, ‘bireysel bir eylemdir, siyasi bir niteliği yoktur’ açıklamasını yapmasına rağmen, genellikle siyasal suçları ve örgütlü suçları soruşturmakla görevli olan Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı el koyuyor, henüz olayla ilgili hiçbir şey belli değilken. Peki, olay yerinde henüz bir delil bile toplanmamışken devletimiz bu cinayetin bir örgütlü faaliyet sonucu işlendiğini nerden biliyor? Nerden biliyordu da, sonradan DGM Savcılığı’na gitmesi gereken dosyayı ta en başından DGM Savcılığı’na ‘Bu örgütlü bir cinayettir, örgütlü bir faaliyet çerçevesinde işlenmiş bir suçtur’ diye buraya gönderiyor. Bunun da bir cevabı yok. Bütün yargılama seyrini dikkate aldığımızda buraya gönderilmesinin sebebi şu; devletin kendisi bir iç tehdit, dış tehdit belirlemesi yapıyor. Özel Yetkili Mahkemeler yani DGM’ler, hem devlete karşı işlenen suçların açığa çıkarılması ve özel bir yargılama usulüyle muhalif olanların cezalandırılmasına hizmet etmek için kurulmuştur hem de devletin suçlarını gizlemek için kurulmuş mahkemelerdir. Basit örneklerden birisini vereyim, eğer bu soruşturma Şişli Cumhuriyet Savcılığı tarafından yürütülmüş olsaydı, bütün soruşturma dosyası üzerinde ‘gizlilik kararı’ konamayacaktı. Hrant Dink’in ailesi ve avukatları dosyaya ulaşacaktı ve belki de bazı delillerin kaybolmadan toplanmasını sağlayacaklardı. Ama dosya DGM Savcısı’nın eline geçtikten hemen sonra bir ‘gizlilik kararı’ konduğu, hemen her şeye ulaşılması engellendiği için soruşturma istenildiği şekilde yürütülmüş oldu.
 
Kimler soruşturulmadı? Süreci çoğunuz biliyorsunuz, pek çok haber çıktı, pek çok yorum oldu. O nedenle dava sürecine ilişkin çok bir şey anlatmaya girmeyeceğim, çoğunuz biliyorsunuz. Kimler sorumlu, mesela ben size terfi edenleri söyleyeyim. Ramazan Akyürek, biliyorsunuz Trabzon Emniyet Müdürü’ydü. Aynı zamanda Erhan Tuncel’i yardımcı istihbarat elemanı diye emniyetle irtibatlandıran kimseydi. Dolayısıyla onun eylemlerinden şahsen sorumlu birisi. Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’na getirildi. Bu işlerde ihmali olanları da soruşturup ortaya çıkaracak konuma getirildi. Terfi ettirildi. Yerine Reşat Altun diye birisi atandı. Reşat Altun, hatırlarsınız, İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin üzerine bomba atılması eyleminin sorumlu polislerinden bir tanesidir. Hızla yükselerek Trabzon Emniyet Müdürü oldu. Ramazan Akyürek’ten sonra oradaki ihmalleri soruşturmakla görevli kişi. Daha önce kendisi çeşitli şaibeler altında bulunan, para-militer guruplarla, sağcı guruplarla işbirliği içerisinde bulunan bunu da gizlemeyen bir isim.
 
İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah terfi etti, biliyorsunuz vali oldu. Muammer Güler terfi etti vali oldu. Abdülkadir Aksu, her daim devletimizin gözbebeği olarak şu anda yedek kulübesinde bekliyor ama görevden alınmasının sebebi bu değildi. Bu süreç sonucunda kamuda yer alıp, bu işin organizasyonunda görev alan kişilerden sadece 4 jandarma ve subay ve astsubay ve birde onları komutanı albay Ali Öz hakkında Trabzon’da bir dava açıldı. Bu cinayet hemen işlenir işlenmez bunun örgütlü bir eylem kapsamında işlendiği düşünen devletimiz yargılama aşamasında ve soruşturma aşamasında bu kişileri en azından örgüte yardım kapsamında ismi geçen herkesi, her kamu görevlisini yargılaması gerekirken, bu 4 jandarmayı basit görevi ihmal suçundan yargılıyor. O davaya bakan arkadaşlar, bu kişilerin dosyalarının İstanbul’da ki ana dava dosyasıyla birleştirilmesi istedikleri halde bu istem hem İstanbul’da hem de Trabzon’da ısrarla kabul görmüyor. Ailenin ve avukatların cinayetin aydınlatılması ve toplumsal sorumluluğu olan ya da resmi sorumlu olan herkesin ortaya çıkarılması yönünde mahkemeden talep ettikleri hemen her şey, %90’ı ret ediliyor. Kabul edilen %9 taleplerde MİT, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, İç İşleri Bakanlığı gibi kurumlar tarafından yerine getirilmiyor.
 
Aslında mahkemeler, hiçbir zaman gerçekten suçluların cezalandırıldığı yerler değildir. Hele söz konusu olan politik ya da sosyal, toplumun her kesiminin sorumluluğunun olduğu düşünülen eylemlerse, Hrant Dink cinayeti gibi eylemlerse, Malatya cinayeti gibi eylemlerse mahkemeler sadece işaret edilmiş, zaten kaçmayacak şekilde olaya bulaşmış kişileri yargılayıp onları suçlu olarak işaret edip diğer bütün sorumlulukları atlayan kurumlar olarak işliyor.
 
Bu süreçlerin asıl yargılaması, bu işlerin tarafı olduğunu hisseden insanların, o davaların gerçek vicdanı gerçek avukatı olmaları. Başka bir şey şunu söyleyebilirim; bir davanın çok avukatı olması, davanın çok iyi yürütüldüğünü göstermez. Bazen bir dava da çok avukat olması hiç avukat anlamına da gelir. Çünkü sorumluluğu da temel olarak kimse taşımaz. Eğer, önemsiyorsanız bir davanın avukatı, mesleğine, yaşına, işine bakmaksızın toplumdaki karşı çıkan ve bu eylemin vicdanını yaraladığını söyleyen herkes olmak zorunda. Dolayısıyla Hrant Dink’in avukatı ben değilim, hepinizsiniz. Siz ne kadar çaba gösterirseniz o kadar adalet olacaktır.
Teşekkür ederim.
 
Coşkun Üsterci:  Sevgili dostlar, uygun sözcüğü bulamıyorum ama gerçekten bu kadar üst üste gelen rezillikleri dinlemek insanın yüreğini daraltıyor. Şimdi biraz ferahlamaya ihtiyacımız var. Sevgili dostlarımız Serap ve İsmet’in birkaç güzel şarkısını dinlersek sanırım diğer öyküleri de dinleme cesaretini ve gücünü bulabiliriz. 
 
Serap ve İsmet’in müzik dinletisinin birinci bölümü.
 
Coşkun Üsterci: Önceki konuşmalardan birisinde sanıyorum Sevgili Hilal Küey’in konuşmasındaydı, AİHM’nin altını ısrarla çizdiği bir hususa değinildi. O da Türkiye’de en fazla ayrımcılığa ve nefret suçlarına maruz kalan iki kesimin olduğu idi. Bunlarda Kürtler ve LBGTT bireylerdir. Biz de olan bitene baktığımızda bu iki olguyu, bu iki gerçekliği tek bir hikâyeden, tek bir dava sürecinden ele almamızın mümkün olmadığını gördük. Çünkü, hakikatten çok fazla saldırı var, çok fazla olay var, dolayısıyla bu iki kesimin maruz kaldıkları saldırılar, bu nedenle açılan davalar ve yaşanan cezasızlık olgusu örnekler demeti şeklinde sunulacak.Bugece Diyarbakır’dan bir konuğumuz var. Avukat arkadaşımız Meral Danış. Kendisi, pek çok insan hakları davasına girdi, Kürtlerin maruz kaldığı saldırılarda, bir fiil mağdur oldu veya izleyicisi oldu ya da avukat olarak bu davaların takipçisi oldu. Şimdi söz sevgili Meral Danış’ta. Kürtlerin maruz kaldığı saldırılar, bu saldırılara yönelik açılan davalar ve bu davalarda görülen cezasızlık olgusunu bizlere anlatacak. 
 
Meral Danış; Hepinizi saygıyla sevgiyle selamlayarak başlamak istiyorum. Burada olmak sizlerle olmak güzel, bu havayı solumak güzel. Coşkun söyledi, hangi davayı anlatayım, nasıl anlatayım doğrusu gelince düşündüm ve hala da karar vermiş değilim.
 
En iyisi ben bir dava anlatmayayım çünkü yüzlerce davanın tanığı savunmanı belki de mağduru oldum. Gerçekten birçok faili meçhul cinayete tanıklık ettim gözlerimin önünde cereyan etti. Hani oralara çok gitmek istemiyorum. Ve böyle bir gecede Melek çok duygulandı ve beni de çok duygulandırdı. Deminden beri böyle gözlerinden yaş akıyor hele hele Hrant’ın anma gecesinde gerçekten hava çok ağır daha da ağırlaştırmak istemiyorum ama maalesef anlatacaklarımı nasıl hafifleteceğimi bilmiyorum. Mümkün olduğunca genel perspektifle anlatmaya çalışacağım. Kürtlere karşı işlenen suçlarda cezasızlık ya da Kürtlere yönelik saldırılara açılan davalar benim anlatacağım konu olarak söylemiş.
 
Şöyle bir notla başlamak istiyorum. Kürtlere yönelik yapılan saldırılarda pek dava açılmıyor bir parantez. çok istisnaen dava açılıyor ve bu davalar da cezasızlıkla sonuçlanıyor. Yani ben 90’dan beri avukatlık yapıyorum. Henüz mahkumiyet aldığım yani müdahil avukatı olarak aldığım bir dosya hatırlamıyorum böyle ağır bir suçtan. Ya meşru müdafadır ya haksız tahriktir ya da birçok gerekçedir. 3 arkadaş diğer dosyalara ilişkin bunları anlattı zaten. Aslında Türkiye’de Kürtlere saldırmak serbest. Bir aygıt var devlet, resmi ideoloji ve bu resmi ideoloji nefret suçlarını işleten, uygulatan bunu teşvik eden ve sonra bunu aklayan bir mekanizma üretmiş. Hepsi birbirini üretiyor yani sadece yargı açısından bakmak sorunu eksik tanımlamak olur diye düşünüyorum.
 
Bir de biz hukukçular her ne kadar şu anda siyasetçiysem de 1 yıldır avukatlık yapmıyorum Ali biliyor ama hani bir şeyi severiz dava anlatmayı ama dinleyenler için bu o kadar cazip olmayabilir.
 
Birkaç Yargıtay kararı belki bunlarla başlamak yararlı olacak. Siirt’te hatırlar mısınız bilmiyorum. 4 yıl önce bir gösteride 1o yaşında bir çocuk öldürüldü. Yerel mahkeme mahkumiyet kararı verdi. Ben dosya numarası ve ayrıntıları vermemeye özellikle özen gösteriyorum.
Yargıtay bu dosyayı bozdu. Şöyle bir gerekçeyle bozdu. Bölgenin koşulları gereğince Güvenlik görevlilerinin böyle bir olayda ateş açmasının gerekçeleri anlaşılabilirdir, Heyecanlanabilir, panikleyebilir ve ateş açabilir. Bu nedenle bu dosyada ceza verilmesi yersizdir diye uzun uzadıya bir gerekçeyle mahkumiyet kararını bozdu. Aslında bu kararın hukuk dilindeki tercümesi şudur: bölgede görev yapan asker polis her kimse yani güvenlik görevlileri insan öldürebilir Yani Çocuk olması fark etmiyor zaten. Kim olursa olsun. Panikleyebilirler olaylar karşısında ve bu olay bir yürüyüş en fazla slogan atıldı. Diyelim ki şiddet içeren bir yürüyüş olsa bile orantılı güç, Hukuk vs. bu kavramların ceza tartışılması gerekiyor. Ama bir şeyde böyle bir şey yok. Dava Açılan istisnai davalardan biriydi. Böyle sonuçlandı.
 
Başka bir dosya Aydın ERDEM çok yakından bilinen bir dosya. Kamuoyunda da çok tartışıldı. Yaklaşık 1,5-2 yıl önce öldürüldü, Diyarbakır şehir merkezinde. Ben de BDP il binasındaydım, Hatta söz konusu etkinlikte biz de vardık. genel başkanlarla beraber. Etkinliğe izin verilmedi. Yürüyüşe. Etkinlik DTP kapatılmasıyla ilgiliydi. başka bir şeyler daha vardı. İl binası içine geldik. Telefonuma bir mesaj geldi “Polisler Bir genci öldürüyor” diye. Dışarı çıktık. Cesedin hastaneye kaldırıldığını söylediler. Gittik morga. Ailesini çağırdık, her neyse o işlemleri geçiyorum. Teşhis ettik. Sonra soruşturma başladı.
 
Görgü tanıkları 1-2 değil. Onlarca yüzlerce görgü tanığı var. Biz görgü tanığı değiliz ama görgü tanıklarıyla görüştük. Matematik son sınıf öğrencisi bir genç.
 
Ali anlatırken, terörle mücadele şube soruşturmayı yaptı dedi. Bizde de özel yetkili cumhuriyet başsavcılığı olaya el koydu. Nedense bir cinayet davası ama özel yetkili eski DGM anlamında. Ve polislerin öldürdüğü konusunda hiç kimsenin kuşkusu yok. Savcının da kuşkusu yok ama nasıl akladı? Olay yerinde çok sayıda kovan bulundu. Bunlar toplandı ve boş Kovanlar nerede bulundu biliyor musunuz? Polis tuvaletinde. Savcı her nasılsa çok ciddi ısrarımız üstüne polis lojmanları, emniyet tuvaletlerinde 3 adet boş kovan bulundu. Benim bu olayı anlatmam kolay değil. Ve bu boş kovanlar üzerine polisler ifade verdiler. 5 ayrı polis memuru dediler ki biz polisler görev yaparken boş kovanlarımızı olay yerinden topluyoruz. Kötü niyetli insanlar boş kovanları farklı amaçlarla kullanabilirler, böyle uzun uzadı bir ifade vermişler. Aslında biz olayın failleri değiliz biz bunları biliyoruz ama bulamıyoruz işte göstericiler arasından.
 
Ve savcı uzunca bir süre kendince 1 yıla yakın bir soruşturma yaparak görgü tanıklarını mutlaka getirin dedik. Giden Görgü tanıklarına savcının ilk şeyi şu “siz bu gösteriye katıldınız eğer gelip tanıklık yaparsanız asgari 15 yıl ceza alacaksınız. Siz tanık değil sanıksınız”. Şüphesiz böyle birkaç kişiyi caydırdı. sonuçta insani bir şey. Cezaevine girmek, tanıklık yapmak ve savcıya güven de yok. Bu tanıklardan biri ifade de verdi her şeyi göze alarak hatta şu anda tutuklu bildiğim kadarıyla. Sonra savcılık soruşturmada hiçbir şey yapmadı. Bu polis memurlarının ifadesini aldıktan hemen sonra Silahlarını iade etti. Tutanaklarını tuttu; göstermelik bir soruşturmayla yaklaşık 3 ay önce bir takipsizlik kararı verdi. Ve takipsizlik kararında her ne kadar boş kovanları tuvalette bulunsa da Polis memurlarının ifadelerinin oldukça makul olduğu kanaatine varmış. Polis memurları kovanları toplamış, tuvalete atmış, tesadüfen bulunmuş, ama hani Kötü niyetliler çokmuş o boş kovanları alıp kullanabilirlermiş gibi absürd bir gerekçeyle. Öldürdünüz iyi yaptınız dedi; yani özeti buydu. Cezasızlığın tercümesi buydu. Sonra itiraz edildi, avukat arkadaşlar tarafından. İyi bir gelişme aslında Malatya ağır ceza mahkemesi takipsizlik kararını kaldırdı. Ama kaldırma gerekçesi özel yetkili cumhuriyet başsavcılığının bakamayacağı, bunun bir cinayet soruşturması olduğu, normal cumhuriyet başsavcılığının bakması gerektiği yönünde. Gene böyle genel bir gerekçeyle bozdu. şimdi bakalım umarım iyi bir sonuç çıkar.
 
Buna benzer Tabi çok dosya var. Ben dosya ayrıntısı anlatmayacağımı söylemiştim ama gene girdim.
 
Hepimizin bildiği Samsun olayı var. Ahmet türk e yönelik saldırı aslında o gün ben de oradaydım. Bir dava izlemeye gitmiştik. Olay şöyle gelişti oraya gitmeden önceki vakayı da düşünmek lazım aslında. Muş Bulanık’ta DTP’nin kapatılmasını protesto eden göstericilerin üzerine Bir korucu başının ateş açması sonucu Kemal AĞCA ve Necmi VURAL isimli İki vatandaş yaşamını kaybetti. Biri öğrenci diğeri 45 yaşında köy muhtarı. İki kişi tutuklandı. Metin BİLEN ve Turan BİLEN bunların davası güvenlik sebebiyle samsun’a nakledildi. Beraat etmeleri için Samsun’a gitmeleri gerekiyordu çünkü.
Ayrıca Muş’ta hiçbir güvenlik problemi de yok, takdir edersiniz. Samsun’da güvenlik problemi var. Samsun’da yapılan saldırı hazırlığı için davanın Samsun’a gitmesi gerekiyordu. Bizler samsun a gittik. Sabahki manzara şöyle: 3-4 vekil arkadaşla birlikteyiz. 5-10 avukat, asgari 500-600 polis bizi karşıladı, adliye girişinde. Hatta Ahmet Bey günaydın dedi hiç unutmuyorum girerken hepimiz. Bütün polisler bize çok korkunç baktılar. Hızla geçtik içeri. Hatta ben sabah dedim ki bugün kötü şeyler olacak galiba. Yok dediler, rutin, burası samsun burası dediler. Çıktık bütün basın mensupları orada çıktık gözlerimizin önünde dışarı çıkarken polis memurlarının denetim ve gözetiminde ve teşvikiyle o yumruk atıldı. Ahmet beyin burnu kırıldı ve sonra hemen olayın hemen 1 saniye sonrasında hemen Zorla arabalara bindirmeye çalıştılar. Biz arabalara niye bindirildiğimizi ısrarla sormama rağmen sizi korumak zorundayız dediler. Hani bize yaptırılmak istenen yapılmıştı Çünkü o yumruk atıldı ve şimdi arabaya binmemiz gerekiyordu. Sonra Epey uzun bir yolculuk İşte her gittiğimiz yerde polisler eşliğinde saldırı. Sonra emniyet müdürünü televizyonlardan görünce yanımıza refakat eden vatandaşın emniyet müdürü olduğunu öğrendim. Çok garip bilmiyordum oradayken sürekli yanımızdaydı. geziyordu. En son şu anda ismini hatırlamıyorum; bir ilçede bir hastaneye görtürdüler bizi. Kaymakam geldi. Üst düzey yetkililer. İşin senaryosu da hazır yani size eşlik ediyoruz koruyoruz falan. Ama nedense her gittiğimiz yerde 5-10 genç çıkıyor, hakaret ediyor, küfrediyorlar ama polisler kesinlikle müdahale etmiyorlar. Hatta kaymakama en son gereğini yapın yoksa biz şunu yaparız falan.
Ve çok garip bir şey oldu. Ahmet bey’in burnuna tampon takılması gerekiyor. Bir baktık Emniyet müdürü asıl em. Md değil de başka polis memurları geldiler. Israrla ifade alacağız dediler. Ne ifadesi alacaksınız dedim. Şikayete bağlı bir suç. Acaba Ahmet bey şikayetçi mi? Zanlı elinizde ama ne yapacağız? Bizde bu koşullarda çok hasta olduğunu Ankara ya yetişmesi gerektiğini Şikayetin gerekli olmadığını falan anlatmaya çalıştık. Ama 1,5 saat boyunca hiçbir şeklide buna izin vermediler. Bütün ısrarlarımıza rağmen 4 milletvekili ben de yanlarındayım.
 
Neyse biz usulen bir Ahmet Bey hiçbir şey söylemedi tek cümle. Biz şikayete bunun göstermelik bir işlem olduğunu vs. anlattık, imzaladık. ve Sonra dava işte açıldı. Basına da yansıdı. 7 000 TL, 11 ay 20 gün para cezası 7000 TL’ye çevrilmiş yani hapis cezası falan değil.
 
Tabi davanın ayrıntılarına girmiyorum. Bir sebebim var hem çok uzun hani satır satır onları anlatmak sıkıcı olacaktır. Benim için hani önemli olan sizinle paylaşmak istediğim husus davalardaki temel mantaliteyi çıkarmak. Kürtlere yönelik davalarda buna benzer binlerce örnek var, melek de konuşmasında söyledi on binlerce olay var. Yani cezasızlıkla biten, soruşturma açılmayan, açılan soruşturmaların takipsizlikle sonuçlandığı, açılan davaların da çok çok istisnai beraat ya da meşru müdafayla sonuçlandığı binlerce davadan söz etmek mümkün. Bunlara nefret suçu demek teorik olarak bence mümkün. Devlet nefret suçunun koşullarını oluşturuyor, ayrımcılıkla besleniyor ve Bunlar bir toplumsal tabana hitap ediyor. Yani Kürtlerin kürt halkına yönelik suçlarda çok sistematik bir Süreç işliyor.
 
Bu süreç nasıl işliyor? Bir kere suçu işleyen fail ile soruşturmayı yapanlar aynı oluyor. Polis suçu işlemiş polis tutanak tutuyor. Bütün dosyayı kendi bildiği gibi oluşturuyor. Ne yapıyor? Savcıya götürüyor. Savcının bakış açısı hiç farksız yani. Sonra mahkemeye gidiyor. Ve bu ideoloji bütün bir sürece sirayet ediyor ve tekabül ediyor ve Yargıtay aşamasına kadar sürüyor. Bütün dosyalarda yani Nasıl örnekler vereyim. 96 yılında Çok korkunç dosyalardan biri 11 insan askerlerin darplarıyla öldürüldü. 11 insan ve ben ilk gün işte gittik avukatlar olarak baro adına. morga da gittik teşhis de ettik. Tek bir kişi tek bir saat yakalanmadı, tutuklanmadı. Göstermelik cezalarda vardı 3-4 yıl önce. Görevi ihmal vs. diye. Sonra Yargıtay tarafından usulen bozuldu. Şu anda halen devam ediyor. Dün duruşması vardı tekrar.
 
Yine 28 Mart olaylarında onlarca -onbir insan yanılmıyorsam- öldürüldü, aralarında çocuklar da vardı. Tek bir dava açılmadı ve failler belli. Bunların sayısını arttırmak mümkün. Bu denli cezasızlığa bakarken sadece yargı açısından bakmanın yanıltıcı olacağını yargıya gidinceye kadar o sürecin çok sistematik işlediğini yani birbirini beslediğini ve birbirini ürettiğini. ilk aşamadan soruşturma aşamasından olaya el koyan polis ve jandarmadan kararı veren Yargıtay dairesine kadar hatta Ceza Genel Kurulu’na kadar, aynı ideolojik perspektifle ve nefretle ve ayrımcı bakış açısıyla bu kararların şekillendiğini görmemek için hiçbir sebep yok.
Ben özetle bunları paylaşmak istedim. Tabi bugün Hrant Dink’in anma günü kendisi her 19 Ocak’ta hepimizin canı yanar. 19 Ocak’ta öldürüldüğü tarihte ben de ist katıldım.
 
H. Dink Türkiye’de yeni bir şeye vesile oldu. Onun şahsında bütün devletin fail olduğu cinayetlerde cezasızlığının sorgulanması önemli bir fırsat diye düşünüyorum. Onun şahında bu yolda hayatını kaybeden herkesi tekrar saygıyla anarak hepinize saygılarımı sunuyorum.  
 
 
Coşkun Üsterci: Sevgili Meral Danış’a çok teşekkür ediyoruz. Şimdi, bu aşamada LGBTT bireylere yönelik gerçekleştirilmiş saldırılar ve bu saldırılara yönelik açılmış davalar ve gerçekleşen ‘cezasızlık’ olgusunu konuşacağız. Bu da, biraz önce belirttiğim gibi çok fazla olay ve çok değişik örnekler var. Melek konuşmasının başında söylemişti, zaman geliyor, bir günde onlarca LGBTT bireyin öldürüldüğünü, yaralandığını, saldırıya maruz kaldığını biliyoruz.
Şimdi bize avukat Fırat Söyle arkadaşımız bu yönde gerçekleşmiş davaları ve cezasızlık olgusunu aktaracak.
 
Fırat Söyle: Herkese merhabalar.
19 Ocak 2007 tarihinde öğleden sonraki bir saat de arkadaşımın avukatlık bürosundaydım. Akşam üstü arabasına bindik eve geliyoruz ‘Açık Radyo’ dinliyoruz o esnada açık radyo haberlerinde Hrant Dinkin gazetesinin önünde öldürüldüğünü söylediler.
 
Arkadaşım arabasını evinin önüne bıraktı biz oradan hızlıca Taksim’e Taksim’den gazetenin önüne gitmeye çalıştık ve devasa bir kitle vardı, binlerce insan bir anda orada toplanmıştı. Gece geç saatlere kadar kalmıştık ve ertesi günkü cenaze töreninde yüz binlerce insanın sessizce, hiçbir şey söylemeden yürüdüğünü biliyorsunuz, çünkü söyleyecek hiç bir şey yoktu. Hrant’ı öldüren belliydi.
 
Zaten sadece Hrant’ı değil; Sivas’ta, Maraş’ta, Malatya’da birçok Hıristiyan ve farklı etnik dinsel, dilsel, cinsel farklı insanların katilleri belli. Onları besleyenler, onları dışarı da tutan, yargılanmalarına bir şekilde müsaade edilip de sonrasında bu izni geri alan sistem belli zaten. Yani bu nefret söylemi ve nefret suçlarını üretende zaten devletin ta kendisidir.
 
Şu anda, yanılmıyorsam İçişleri Bakanlığı’nın, yanılmıyorsam yakın bir tarihte Meclis’e getirmeyi düşündüğü ‘Ayrımcılıkla Mücadele Yasa Tasarısı’ yasa taslağı -daha doğrusu- taslak halinde şu anda orada ayrımcılıkla ilgili çok önemli düzenlemeler getiriliyor. Tabi ki, şu anda bu bir taslak. İlgili komisyonlara geldiğinde durumun neye tekabül edeceğini şu an kestiremiyoruz. Ama muhtemelen siyasilerin ve yahut bilhassa AKP’li milletvekilleri ve onları destekleyen dışarıdaki sivil toplum kuruluşları, örgütleri neyse, onların telkinleri ile bir şeylerin değişeceğini düşünüyorum maalesef. 2004 yılında, Ceza Yasası Tasarısı ilgili komisyonlara geldiğinde, oradaki bir tanımlamanın içinde ‘cinsel yönelim’ diye geçiyordu. Oradaki siyasiler ‘cinsel yönelim’ kelimesinin orada olmasının gerekmediğini, zaten cinsiyet kelimesinin birçok şeyi kapsadığını - O dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’ti- bunu söylemişti. Şimdi bu taslak içerisinde, ayrımcıkla ilgili birçok şey söyleniyor ve bu tanımlamalar yapılıp bu tanımlamalar içerisinde ‘cinsel yönelim’de yer alıyor. Türkiye’de şu anda, sadece Türkiye’de değil, dünyadaki faklı ülkelerin de örgütlerin desteklediği bir durum söz konusu. Yani, böyle bir tanımlamanın bu taslağın içine girmesi örgütlü mücadelelerin, birçok hak mücadelesiyle gerçekleştiğini düşünüyoruz. Umarım, bu komisyonlara geldiğinde komisyondan da aynı şekilde geçer. Meclis’te de bu şekilde yasalaşmış olur. Bu, Türkiye tarihinde belki de bir ilk olacaktır. Eşcinsel, biseksüel, transeksüel, travestiler adına bir ilk.
 
Şimdi ben buraya gelirken sizinle birçok şey paylaşmayı düşünüyorum. Az önce de arkadaşlarım ifade ettiler. En başta da Melek hoca da ifade etti, kısa süreli zamanlar içerisinde birçok cinayet, sadece cinayetler değil, İstanbul Taksim civarındaki birçok travesti ve transeksül insan, polis şiddetine, sistematik bir şekilde maruz kaldı. Sonrasında cinayetler vs vs vs.hak ihlalleri çok ciddi anlamda yaşandı, yaşanmak ta ve yaşanacaktır diyorum. Çünkü sadece bu şey değil sadece lezbiyen, biseksüel, gay, travesti, transeksüel, eşcisel birisine karşı olmak değil; aynı zamanda Türkiye’de Kürt, kadın, Alevi, Hıristiyan, Yahudi farklı farklı kimliktekinin, ne sayarsanız sayın, hiç önemli değil bütün bunlara karşı bir ön yargı var, nefret besleniyor. Yani bunu sadece sistemin ve sitemden beslenen kişiler insanlar gruplar örgütlenmeler yapmıyor. Hepimiz bir şekilde bunu yapıyoruz maalesef. Zaten az önce Ali’nin söylediği bir şey var ‘Hrant’ın Fırat olarak ismini değiştirmesinin’ gerekçesi de sol örgütlenmeler içerisinde ki durumuyla ilgiliydi. Yani bu da aynı şekilde. İşte eşcinsel transeksüel, biseksüel insanların bu yapılanmalar içerisinde ve yahut da bu yapılanmaların bu verilere karşı bakış açısı, devletin bakış açısından veya sistemin ataerkil ve yahut ta nedir? hetoroseksist sistemin düşüncesiyle çok da paralel giden bir durum söz konusu.
 
Yakın bir zamanda aileden sorumlu devlet bakanı Aliye Kavaf; ‘eşcinsellerin hasta olduğu ve tedavi edilmeleriyle’ ilgili demeç vermişti ve onun üzerinden gelişen bir sürü olay oldu. Lehte ve aleyhte basın açıklamaları oldu. Kavaf’ın söylemini, lehte basın açıklaması yapan -bilmiyorum belki doğru bir tanımlama değil ama- İslamcı dernekler ve vakıfların yaptığı basın açıklamasıyla ilgili İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundum. İşte bunlar ayrımcılık yapmaktadırlar, halkı, kin ve nefrete teşvik etmektedirler vs bir kaç maddeden, aynı zamanda hakaretten de dava açılması gerektiği yönünde bir dilekçe verdik. Takipsizlik kararı geldi, ‘Takipsizlik Kararı’nın gerekçesinde de Türkiye’de ‘düşünce özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün, var olduğunu, herkesin düşüncesini söyleyebileceği’ şeklinde bir yanıt. Sadece, soyut bir iddia olmanın ötesine geçmediğinden dolayı yaptığımız şikayet ret edildi. Bir üst mahkemeye gitmeye gerek görmüyorum, çünkü üst mahkemeden de aynı cevap gelecek. Aliye Kavaf hakkında da şikayet yaptığımızda da milletvekili olmasından dolayı dokunulmazlığından bahsetmiyor çok başka bir şeylerden bahsederek, -artık anlamıyorum bu savcıların hukuk eğitimi alıp almadıklarından şüphe eder durumdayım- ret oldu.
 
Eşcinsel, transeksüel cinayetleri son birkaç yıl içerisinde hem yazılı ve hem görsel basında sıkça karşınıza çıkmaktadırlar. Bu karşınıza çıkmasını sebebi de eşcinsel, transeksüel, travesti bireylerin daha örgütlendiğini, yeraltından çıkmaları, daha görünür olmaya çalışmalarındandır. Bu cinayetlerin büyük bir kısmının failleri yakalanıyor. Şöyle bir şey söyleyeyim günler sonra değil de, birkaç saat sonra olay polis bir şekilde olayı çözümleyebiliyor. Telefonlardan, internet görüşmelerinden bir şekilde olay çözümleniyor fail yakalanıyor. Ancak faillerin yakalanması çok da bir şey değiştirmiyor. Birçok cinayetteki faillerin, sanıkların ortak bir ifadesi var. ‘Onun kadın olduğunu sanıyordum, erkek olduğunu bilmiyordum, bana farklı bir şekilde teklifte bulundu…’ gibi hep savunmalar söz konusu. Yargılanmalar neticesinde çok meşhurdur Abdulbaki Koşar Kürt kökenli daha doğrusu Kürt diyeyim bir gazetecidir öldürülmesinden sonra İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan yargılaması sonrasında, mahkemenin verdiği karar cidden korkunç. Yani işte ‘sanığın oraya giderken o niyetle gitmediğini cinsel ilişkiye girmek veya öldürmek niyetiyle gitmediğini’ yani sanki şeymiş gibi; maktul Abdulbaki Koşar dayısının oğlunu evine çağırıyor da dayısının oğlu tarafından öldürülüyor muhabbeti gibi görünüyor. Kasten insan öldürme olayı, 37 yerinden bıçaklanarak öldürülüyor, öldürmesiyle birlikte evindeki değerli eşyalar çalınıyor, gasp ediliyor, yağma suçu gerçekleşmiş oluyor burada. Mahkemenin söylediği şey, burada’ bir haksız tahrik söz konusu’ diyor. Yani kişi evine gidiyor, ancak Abdulbaki Koşar’ın bununla aktif ilişkiye girecekken gibi gibi şeyler söyleyerek, haksız tahrik olduğunu söylüyor. Kasten insan öldürmenin ve canavarca hisle, saikle insan öldürmenin cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıdır. Ancak haksız tahrik indirimini uyguluyor ve bu müebbet hapse çevriliyor. Sanığın duruşmadaki iyi hali vs vs. gibi şeylerle cezası 15 yıla kadar düşürülüyor bu insanın öldürülmesi ile ilgili olay. Mahkemelerin, mağdurun eşcinsel transeksüel travesti, biseksüel, gay olduğu zaman ki bakış açısı bir anda o kişinin aleyhine işliyor gibi bir intiba yaratıyor maalesef. Ama bu mahkemenin karar verirken son 2009 yıllarında Ankara’daki çeşitli ağır ceza mahkemelerinin kararında ise tam aksi söz konusu. Birkaç transeksüelin öldürülmesiyle ilgili oradaki yapılan yargılamalar neticesinde haksız tahrik, hiçbir şekilde işlenmiyor ve olması gereken ağırlaştırılmış müebbet cezası veriliyor ama mahkemeler yine kendi takdir haklarını kullanarak verilen bu ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarını, müebbet hapse çeviriyor ve olası çıkabilecek aflardan bu insanların faydalanması bir şekilde sağlanmış oluyor. Sadece yerel mahkemeler değil, aynı şekilde Yargıtay’ın eşcinsel ve transeksüel bireylere karşı, bilhassa eşcinsel erkek ve kadınlara karşı kararları son derece korkunçtur. Bir velayet davasında, Yargıtay çocuğun velayetinin annesine verilmemesi gerektiğini çünkü annesinin eşcinsel sevici, gayri ahlaki gibi bir sürü tanımlama yapılıp, çocuğun olmaması gereken babasına verilmesi kararını veriyor. Başka başka yerlerde ise yine Yargıtay’ın eşcinsellik hastalık AİDS’in yayılması sebebi vs. vs gibi ifadeler kullanılıyor. Hatta yakın bir zamanda yerel mahkemelerin Lambdaistanbul Derneği’nin feshi ile ilgili kararında, belki bir çoğunuz biliyorsunuz yada hiç duymamış olabilirsiniz eşcinsellerin hukuka ve ahlaka aykırı dernek kuramayacaklarını, bir anlamda o insanların kimliklerinin reddi anlamına gelen bir karar verilip dernek feshine karar veriliyor. En nihayetinde temyiz aşamasında Yargıtay bu kararı bozuyor. Ancak Yargıtay bu kararı bozarken de şöyle diyor; “eğer ki bu dernek ileriki süreçte insanları eşcinsel, biseksüel, transeksüel, travesti olmaya özendirirse teşvik ederse bu derneklerin feshi söz konusu olabilir.” Yani bu kadar sığ bir düşünce, bu kadar ilkel bir düşünce ancak bizim Yargıtay’ımızda olur. Zaten Yargıtay’da ki geçmişten bugüne kadarki 100 küsur yıllık geçmişine baktığımızda ciddi anlamda Türkiye’de azınlık grupları lehinde mütaala edilen olumlu bir kararı olduğunu görmek imkansız. Bir yönüyle verse işte kaşıkla verseler kepçeyle geri almaktadırlar. Zaten işte Baskın Oran’ın insan hakları raporuyla ilgili bunu çok rahatlıkla görebiliyorsunuz. İşte, Hrant Dink’in yargılanmasıyla ilgili Yargıtay kararında görebiliyorsunuz. Yine az önce Meral meslektaşımın söylediği gibi Kürt hareketiyle ilgili kararlarında da görebiliyorsunuz. Maalesef Yargıtay, savcı tek başına suçlu değil burada. Aynı şekilde İdare Mahkemeleri ve Danıştay’da bu şekilde çok önemli hatalar işlemektedirler. Eşcinsel bireylerin cinsel yönelimlerinden dolayı, devlet memuru olan eşcinsel erkeklerin devlet memurluğundan çıkarılmaları söz konusu olabiliyor. Devlet memurları kanununun 125. maddesinde ‘devlet memuru eşcinsel olamaz’ denecek şekilde, şuanda maddenin tam lafzını hatırlamıyorum, yok genel ahlaka aykırılıktan değil de, ‘devlet memuru olma vakarına aykırı eşcinsellik’ bu şekilde tanımlıyor. Ve bundan dolayı herhangi bir şekilde eşcinsel bir memura verilen ceza devlet memurluğundan çıkarma cezası yani olabilecek en ağır ceza verilmektedir ilgili disiplin komisyonları tarafından. İşte Milli Eğitim olsun, İçişleri olsun, farklı bakanlıkların komisyonu olsun. İdare Mahkemeleri de verilen komisyon kararlarını aynı şekilde onaylamaktadırlar. 2008 yılında bir polis memurun eşcinsel olmasından dolayı yine İçişleri Bakanlığı devlet görevine son vererek, devlet memurluğundan çıkarıyor, yerel mahkeme yani İdare Mahkemesi kararı onuyor, Danıştay Mahkemesi’ne gidildiğinde ise Danıştay’da aynı gerekçeyle ‘devlet memuru eşcinsel olamaz’ diyerek bu şekilde bir yerel mahkemenin kararını onayarak kesinleşmesine sebebiyet veriyor. Yani Türkiye’de işte ben başında da söylemeye çalıştım; kadın cinayetlerine baktığımız zaman maktul kadın olsa bile işte dar pantolon giymesi, eteğinin kısa olması, birisine bakması, birisiyle konuşmuş olması, cep telefonuyla işte gecenin bir saatinde birisiyle konuşmuş olmasını, ‘öldürülmesinin haklı gerekçesi var’ bir şekilde bunu söyletiyor, söylüyor ve yahut da bir şekilde bunu dile getirmeye çalışıyor, Yargıtay ve önceki yerel mahkemeler. Aynı şekilde Sivas, Maraş, Gazi, Malatya ve birçok davada yargılanan insanlar, yani mağdur olan maktul olan insanlar orada kendileri sanık sandalyesinde olmasalar bile sanıkmış gibi yargılanmaktadırlar. Aynı şekilde -tekrar yaptığım için özür diliyorum- az önce Meral’in söylediği Kürt hareketi içerisinde ki insanların bir şekilde sindirilmeye çalışıldığı, hak arama yollarının önünün kapatıldığı bir dönem söz konusu.
 
Ben biraz daha fikrimi paylaşmak istiyorum sizlerle; AKP’nin, güya insan hakları alanında birçok icraatları olduğu iddia ediliyor, pembe tablolarla çizilmekte. Bir bakıyoruz, RTÜK gibi işte bir bakıyorsunuz farklı farklı kurumlar ile ilgili yapılan yeni yasa değişikliklerinde daha önce kaldırılması, bir şekilde tırpanlanması gereken yetkilerini bir anlamda bu kurumlara kat be kat geri vermektedirler. Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde neyin nasıl olacağını bilmiyoruz, bu konuyla ilgili nefret suçları ve nefret söyleminin yasalara girip girmeyeceğini henüz bilmiyoruz ama örgütlü mücadeleler neticesinde siyasi partiler dernekler vakıflar ve mağdur olan insanların ve sevenlerinin veyahut ta o yönde emek harcayan insanların mücadelesi sayesinde bir şeylerin değişeceğini umuyorum. Bu şekilde olması gerekiyor. Türkiye’deki hukuk sistemi belki bizim elimize bir şey vermemektedir ama en nihayetinde Türkiye’nin taraf olduğu AİHM sözleşmesi ve mahkemesi var. Birçok şey burada gerçekleşmiyor ama AİHM bir şekilde burada gerçekleşmeyen bir adaleti çok çok uzun bir süre sonra orada gerçekleşiyor. Adalet tecelli oluyor ancak bu tecelli eden adalette adalet olmaktan da çıkıyor maalesef.
Dinlediğiniz için teşekkürler.
 
Coşkun Üsterci: Sevgili dostlar, son bir örnek dava kaldı. O da ayrımcılık ve nefret suçları açısından tarihsel anlamda çarpıcı bir örnek. Malatya Zirve Yayıncılıkta gerçekleşen katliam ve bu katliamı yapanlar hakkında çılan davadan söz ediyorum. Şimdi bu davayı izleyen avukat arkadaşımız Özkan Yücel’i davanın akibetini ve gerçekleşen ‘cezasızlık’ olgusunu anlatması için kürsüye davet ediyorum. 
 
Özkan Yücel: (konuşmasına şiir okuyarak başladı)
 
...Böyle sesleniyordu şair, böyle seslenen insanlar, nefret cinayetlerine kurban gitti, gidiyor belki bu nefret iklimi devam edecek, kurban edilmeye devam edecek...
 
Birçok dosyayı, birçok vakayı, bir çok olayı konuştuk. Aslında konu başlığı olarak şunu söylemiştik, nefret suçlarında cezasızlık ortamı.
Bir örneğini Malatya'da yaşadık. Tarih;18 nisan 2007.. İddianama’ye göre yaşları 18-21 arasında değişen 5 tane genç bir sabah akıllarına 3 tane Hıristiyan’ı katletmek gelmiş. Hıristiyan eğilimlerine göre kitaplar basan, kitaplar dağıtan bir yayınevine gelmişler. Ama ne hikmetse yanlarında iplerini unutmamışlar, eldivenlerini unutmamışlar, bıçaklarını unutmamışlar, silahlarını unutmamışlar, yayınevinde bulunan 3 tane Hıristiyan’ı defalarca bıçaklamak sureti ile katletmişler. İddianame böyle söylüyor. Aslına bakarsanız olay yerinde hemen yakalanmış olan sanıklar, bir ihbar sonucu hemen yakalanmış olan sanıklar aslında 3 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemi ile dava açılmış olması, onların cezalandırılmalarını isteyen bir iddianameyle hazırlanmış olması acaba bir şeyler değişiyor mu sorusunu akla getirebilir.. Ama çok da umutlu olmayın isterseniz. Şimdi size anlatacaklarım durumun hiç de böyle olmadığını, aslında ortada yine bir cezasızlık hali olduğunu yine asla gerçek faillerin tümüyle cezalandırmak gibi bir niyetin ortada olmadığını gösterecektir diye düşünüyorum. 
 
Ali arkadaşım söyledi; bu cinayetlerin hemen öncesinde resmi bir kampanya yürütülüyordu Türkiye'de, hala devam eden bir kampanya. Hıristiyanlık ya da misyonerlik faaliyetleri Türkiye Cumhuriyetinin en azılı düşmanlarından biriydi. Öyle söylüyordu resmi kaynaklar öyle söylüyordu ordunun yaptığı araştırmalar, genelkurmayın araştırmaları, MİT’in, MGK’nın araştırmaları. Hatta üniversitelerin, bilim yuvası olması gereken üniversitelerin araştırmaları böyle söylüyordu. Risk ne?  İç işleri bakanının rakamı ile söyleyelim; bir yılda din değiştiren toplam kişi sayısı; bir tahminde bulunun; kaç milyon; 343... 343 tane Müslüman’ın din değiştirmiş olması, Hıristiyanlığa geçmiş olması Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir risk olarak algılandı ve devletin bütün korumaya adanmış güçleri bu riski ortadan kaldıracak, bu riski elemine edecek tedbirleri üretmek, yaratmak için faaliyet göstermeye başladı. Nobel ödüllü edebiyat yazarlarımız var, bunu bu kadar kişi tebrik etti mi bilmiyorum ama İstanbul'da yayın yapan Üsküdar gazetesi sahibi bir kişi tarafından yazılan "Dikkat Misyonerler Geliyor" isimli kitabı kimlerin kutladığını,bu yazarı kimlerin kutladığını ben size söyleyeyim; Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül,  sanayi bakanı Ali Coşkun, 1. Ordu komutanı orgeneral Hurşit Tolon, durum bu.
 
Malatya'da 3 tane Hıristiyan katledilmeden evvel, Malatya gazeteleri aylarca süren bir propaganda yürüttüler. Hıristiyanlığın ne kadar tehlikeli olduğu, her mahallede kaç tane kilise ev açıldığı, ayrıca dinin elden gitmeye başladığı, Hıristiyan’ların bu ülkeyi bölecekleri, işte Türkleri öldürecekleri vs. dilediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Çünkü bunu Kürtler söz konusu olduğunda duyduk, Çingeneler söz konusu olduğunda duyduk, başka alanlarda başka yerlerde herhangi bir risk grubu tarif edilmeye çalışıldığında, ülke birliği üzerine bir söylem geliştirilmeye çalışıldığında, bunları hep duyduk. Bu söylemleri çoğaltabilirsiniz. Şimdi sorulması gereken soru, asıl soru; bu davanın neresinde cezasızlık? 5 tane faili yakalamışlar üstelik de 3 tane ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile yargılıyorlar, bu sefer haksızsınız ama bakın burada failler var ortada. Söyleyeyim size; eğer bir davada, birini cezasız bırakmak ya da gerçek cezanın verilmesini engellemek istiyorsanız ne yaparsınız? Bir kaç yolu vardır bu işin; fazla düşünmeye gerek yok. Birincisi; Gözünüzü kapatırsınız, failleri görmemiş gibi yapar dönersiniz gidersiniz, işte size temel cezasızlık hali. İkincisi; failleri yakaladınız, hasbel kader yakalamak zorunda kaldınız, birileri ihbar etti, dönüp sırtınızı gidemediniz, görmemezlik edemediniz filan, o zaman da yapacağınız şeyler vardır en azında failler gerçek cezalarını almasın diye. Tamda Malatya dosyası, bunların hepsinin bir arada yaşadığı alanlardan bir tanesi. Ne olabilir bunlar? Delilleri toplarsınız ama mahkemelerin mahkumiyet için kullanacakları şekilde toplamazsanız. Yasaya aykırı toplarsınız, eksik toplarsınız, birbirine karıştırırsınız ve sonuçta o topladığınız şeylerden bir bütün elde etmek mahkeme açısından istese bile (altını çiziyorum) mümkün olmaz bir hale gelir. İşte Malatya dosyasındaki cezasızlığa giden ya da cezasızlığı sağlamayı amaçlayan yöntemlerden bir tanesi budur. Üçüncüsü; asıl anmak istediğimiz hedefi yani failleri ortaya çıkaracak araştırmayı derinlemesine yapmazsınız, sorulması gereken soruları araştırılması gereken ilişkileri bulunması gereken delilleri bulmazsınız, bu da başka bir yoldur. Ya olur mu, işte yakalanmışlar, bakın kaç yıldır yargılanıyorlar, hem de tutuklular, biraz da ‘abartıyorsunuz, galiba taraflı davranıyorsunuz’ diyebilirsiniz bana...
 
Şimdi beraber bakalım acaba gerçekler böyle mi?
 
Olayın hemen öncesinde gazetelere çokça yansıdığı için belki herkes hatırlayacaktır, olayın hemen öncesinde olayın temel faaliyetlerinin azmettiricilerinden bir tanesi silah talimi yaparken geriye döndüğü esnada polis tarafından aracı durduruluyor. Araçta silahı bulunuyor, bir silah bulunuyor. ‘Abi biz onu satın almıştık’ diye bir fatura veriyor vatandaşlar! ‘Tamam o zaman sorun yok’ deyip polis memuru fatura ile beraber silahı alıp gidiyor. Bagajda bir silah daha var, verilen fatura ele geçirdikleri silahın faturası değil, arabadaki silahın faturası ve ertesi gün o silah, Zirve yayınevi içindeki insanların susturulması, ellerinin bağlanması, domuz bağı yapılması için tehdit unsuru olarak kullanılıyor.
 
Sanıkları bulmuşsunuz, bir kısmını ama o sanıklar ifadelerinde başka bir sürü insanın isminden bahsediyor, başka ilişkilerden bahsediyor, telefon numaralarından bahsediyor. Siz nasıl olsa 5 tane faili buldum, biri de hastane de deyip, bunları hiç araştırmıyorsunuz, telefon numaralarını sormuyorsunuz, bu ilişkilerin üzerine gitmiyorsunuz. İşte Malatya dosyasında yaşanan durumlardan bir tanesi. Evi aramaya kalkıyorsunuz, sanıkların evini arayacaksınız, eve gidiyorsunuz, 3 katlı triplex bir evden bahsediyoruz, eve giriş ve çıkış saatiniz var arama tutanağına göre bile 5 dakika ve bir suç unsuruna rastlamıyorsunuz. Sanıkların sürekli gittiklerini söyledikleri babalarına ait iş yerini hiç aramıyorsunuz. Böyle bir şey var mı? Hatta olay günü bu cinayetleri işlemeden evvel sabah buluştuklarını söyledikleri, orada bir süre vakit geçirdiklerini söyledikleri yeri hiç aramıyorsunuz. Olay meydana geldikten hemen sonra artık bugünlerde mutat hale geldiği için kimse kanıksamayacak herhalde, savcılık derhal soruşturmaya el koyuyor ve bir kısıtlama kararı geliyor. Dosyaya hiç kimse ulaşamıyor, ne müdahil vekilleri, ne sanık vekilleri. Sanıyorsunuz ki çok büyük işler yapıyorlar, ama maalesef kısıtlama kararından sonra elde olanın dışında herhangi bir veri, herhangi bir delil, herhangi bir bulgu ortaya çıkmıyor... İfade ve sorguları düşünüyorsunuz, 4 gün gözaltında kalmışlar, gözaltı süreleri uzatılmış filan, aslında bazen insan hakları açısından baktığınızda bu olumsuz bir durum da olabilir ama nasıl bir şey olduğunu gördüğünüzde kanınız donuveriyor. İfadeye başlanmış, soru sorulmuş, sorunun yarısında ben biraz dinlenmek istiyorum demiş sanık, şüpheli, olur ara veriyoruz demişler, iki saat sonra tekrar başlanmış ifadeye, toplam alınan ifade iki buçuk sayfa ama saatler sürmüş. Bu saatler süren ifade esnasında ne yapıldığı, hangi işlemlerin gerçekleştirildiği birebir anlaşılamıyor. Oysa bu ifadelerin teknik takiple, teknik araçlarla kayıt altına alınması mümkün, soruyorsunuz neden yapılmadı diye, ifadenin başına da yazmışlar zaten, teknik kayıt için araç bulunamadığından ifade kayıt altına alınamamıştır. Herhalde emniyet müdürlüğünün teknik kayıt için video cihazı yok diye düşünüyorsunuz ama sonra bir bakıyorsunuz olay yeri incelemesi sırasında şüphelilerle savcı olay yerine gittiğinde, iki ayrı kamera, iki ayrı yerden izleme yapabilmiş, olayları kayıt altına alabilmiş. Olay yeri incelemesi sırasında kullanılan kameralar, her ne hikmetse, bu ifadelerin alınması sırasında hiç ortada yok. İfade ve sorgu sırasında şüpheliler ne anlattıysa onunla yetinilmiş, bunların üzerine herhangi bir derinleştirici, geliştirici, ilişkileri   ortaya çıkarıcı herhangi bir soru sorulmamış. İfadelerdeki çelişkiler bile irdelenmemiş, bunlara ilişkin herhangi bir değerlendirme, herhangi bir genişletme yapılmamış. Olay yerinde ele geçen silahlar ve bıçaklar, hepsi birlikte bir torbanın içine atılmış, bu silahlar ve bıçaklar üzerinde bir parmak izi araştırması yapılmadığı için hangi bıçağın kimde, hangi silahın kimde olduğuna dair bir değerlendirme yapmak artık imkansız hale gelmiş. Ve ben kullanmadım, bende yoktu diyen sanığa neredeyse inanmak zorunda kalan bir mahkeme anlayışı ortaya çıkarılmış. 
 
Telefon kayıtlarının toparlanması konusunda çok isteksiz, çok yetersiz davranılmış, olay öncesinde sanıkların nerede ise 60-70'e varan telefon makinesi kullandıkları halde bu durum, telefon numaralarının hangi makinelerde kullanıldığına ilişkin kayıtlardan belli olduğu halde, o makinelere ilişkin başka telefon görüşmeleri var mı, bu telefonlarla başka kimler görüşmüştür, kimlerle görüşülmüş, bunlara ilişkin hiçbir araştırma yok. Banka kayıtları ve hesap hareketleri 18-21 yaşın arasında değişen bu sanıklar yönünden sınırlı olarak yapılmış, ama aile etrafına yönelik, yakınlarına yönelik hiçbir  banka hareketi sorgulaması yapılmamış acaba bir çıkar ilişkisi acaba bir para ilişkisi var mıdır diye hiçbir sorgulama yapılmamış...
 
Daha ilginç bir şey söyleyeyim size; Genel Bilgi Toplama (GBT) kayıtlarına biz hep karşı çıkıyoruz, sanıkların, şüphelilerin GBT  kayıtları dosyaya konmasın diye. Burada da aynı şeyi söyleyebilirdik, eğer şöyle bir durum olmasaydı; dosya içerisinde maktullerin GBT kayıtları var, daha evvel maktuller bir suç işlemişler mi, işlemişlerse hangi suçu işlemişler diye bir kayıt dosya içerisine konulmuş ama şüphelilerin GBT'leri yok. Neden konmuş olabilir maktullerin GBT kayıtları? ‘Zaten daha evvel de tehlikeli faaliyetler yapmışlardı, bakın bu ifadelerinde söyledikleri hususlar doğru aslında bunlar Türkiye Cumhuriyeti aleyhine çalışıyorlardı’ gibi söylemek için olabilir mi acaba? İşte size bir başka yol.
 
Bilgisayar kayıtları, bilgisayar dökumanları; Zirve Yayın evinde bulunan bilgisayarlardaki bütün kayıtlar, döküman olarak çıktısı alınmış. 30 küsur klasördür Zirve Yayınevi dosyası, ilk 16 klasörü Zirve Yayın evinden bilgisayarlardan çıkan dökümanlara aittir. Şimdi birinin de çıkıp açıklaması gerekmez mi? Maktullere ait bilgilerin, maktullerin bilgisayarına ait bilgilerin onlarda yer alan verilerin bir soruşturma dosyasında, maktullerin öldürülmesine ilişkin bir olayda, dosya içerisinde ne işi vardır? Ama buradaki amaçta biraz evvel ki amaç da nerede ise birbiri ile aynıdır. İndirim sebeplerini, hafifletme sebeplerini, acaba bir yerden bulup çıkarabilir miyiz? Acaba bir farklı faaliyet, başka türlü değerlendirilebilecek bir ilgi alanı bilgisayar kayıtlarından çıkarabilir miyiz? İkincisi o bilgisayar kayıtlarında, Türkiye'de başka illerde yaşayan Hıristiyanların bilgileri apaçık orta yere serilmiştir. Yani bir dava dosyası ile muhtemel başka mağdurlar, mahkumlar yaratılmak gibi bir duruma gidilmiştir. Başka hedefler yaratılmıştır. Zaten sanıklardan bir tanesi sonradan alınan ifadesinde şunu söylemiştir; Eğer o gün oradan sağ çıkmış olmayı becerebilmiş olsaydı, daha sonra başka illere gidip, başka Hıristiyanları öldürmek gibi bir niyete sahipti. İşte onlara temin edilecek adresler belki bu bilgisayar kayıtlarının içerisindeydi.
 
Evet, ‘bir hata yapılmıştır, olur bazen’ diyebilirsiniz. Eğer şüphelilere, sanıklara ait bilgisayar kayıtları da dosya içerisine konulmuş olsaydı, onların dökümleri de yapılmış olsaydı, biz de böyle iyi niyetli düşünüyor olabilirdik. Ama maktullerin kayıtları dosyada var olmasına rağmen, şüphelilerin kayıtları dosya içerisinde yok. Dökümleri alınmamış, izleri alınmamış. Daha sonra bilirkişi incelemesi yapmak üzere yine o bilgisayarların içeriğinde hangi bilgilerin olduğuna ilişkin dökümler dosya içerisine yansıtılmamıştı. Olayın baş faili olarak gösterilen, azmettiricisi olarak gösterilen kişi, uzunca bir süre hastanede yattı, bu hastanede yatması sırasında o başlangıçta bulunamayan teknik araçlarla görüntü kaydı alındı. Ama maalesef bir süreye ilişkin görüntü kayıtları, dosya içerisinde mevcut değildir. Mahkeme hukuki bir karar vermiş demiş ki; bana daha evvel bu görüntüleri sunmanız lazımdı, benim de el koyma kararı vermem lazımdı, süre geçtikten sonra bana bunları sunduğunuz için ben el koyma kararını vermem. Çok hukuki gibi görüyor, ama hiçbir hukuki değeri yok. Çünkü el koyma kararı ancak başkalarında ele geçirilen bilgiler, belgeler için söz konusudur. Bu doğrudan savcılığın yaptığı bir kayıttır, bu doğrudan savcılığın yaptığı bir delil toplama faaliyetidir, burada kimseden alınmış bir belge bilgi yoktur, bu nedenle de el koyma kararına ihtiyaç yoktur. Mahkeme bu kararı verirken de hakim bu kararı verirken de, aslında gerçekmiş, hukukiymiş, doğruymuş gibi davranıp, hukuka aykırı bir yol izlemektedir.
 
Bağlantıların araştırılmadığını söyledik, şüphelilerden bir tanesinden ele geçen sim kart, şifreli olduğu gerekçesi ile bugün hala yok dosya içerisinde. O sim kartın içerisinde hangi bilgilerin olduğu şifreli olduğu gerekçesi ile çözümü yapılmamış, dosyaya konulmamış içersinde ne var hala bilinmiyor. Daha evvel bir yurtta kaldıkları ve ilişkilerinin, tanışıklıklarının bu yurda dayalı olduğu söylenmesine rağmen bu yurtta kalan diğer öğrenciler ya da çalışanlar arasında herhangi bir araştırma yapılmamış, bu yurda ilişkin ilişkiler derinleştirilmemiş, sorgulanmamış. Nur evlerinde eğitim gördüğünü söyleyen şüpheliler, sanıklar olmasına rağmen bu Nur evleri ile ilgili soruşturmada eksik bırakılmış, nasıl bir eğitim gördükleri, bu eğitimin neye hizmet ettiği konusunda bir değerlendirme yapılmamış.
 
Cinayetlerin işlenmesinde kullanılan, o esnada yanlarında eldivenleri var demiştim ya, bu eldivenleri temin eden ve yaralı olan sanık uyandığında ilk olarak ismini çağıran ve onunla görüşmek istediğini söylediği kişi hiç temin edilmemiş, hiç dinlenmemiş. Sanıklardan bir tanesinin üzerinde tutuklandıktan yaklaşık 6 ay sonra- üzerinde değil özür dilerim ceketinin astarının iç kısmına dikilmiş halde bir sim kart bulunmuş- bu sim kartın cezaevine nasıl ulaştırıldığı, içeriğinde ne olduğu bugün hala belli değil… 
 
Sanıklardan bir tanesi özellikle azmettirici konumunda olduğu söylenen sanık, değişik birkaç ile gittiği, bu arada aynı illerde jandarmanın ve bazı üniversite çalışanlarının faaliyetlerinin olduğu, jandarma ile istihbarat birimlerinin ilişkisinin olduğu belli olmasına rağmen, buraya gidişlerinde neyi amaçladığı, hangi ilişkilerin peşinde gittiği, kiminle görüştüğü sorgulanmamış.
 
Şimdi biraz evvel söyledim arkadaşlar, bir davada cezasızlık, evet, görmeyebilirsiniz, yok sayarsınız, ya da biraz evvel anlatıldığı şekliyle, abuk sabuk, hiç olmadık gerekçelerle niyet oysa beraat ettirme kararı verirsiniz, beraat ettirirsiniz. Bunların hepsini yaşadık bu ülkede. Zaman aşımına götürür, zaman aşımından düşürürsünüz, maaşını verdiğiniz, devletten maaş ödediğiniz görevli polis memurunu bulamadığınız için işkence soruşturmasında ceza vermeyebilirsiniz, bir de bu yolu var.
 
Bugün aynı yöntem Ergenekon davası için geçerlidir. Delil tartışmalarında yaşananlara bir bakın. Bir çok Ergenekon sanığından ele geçirilen delillerin, hukukiliği konusunda yoğun bir tartışma vardır, emin olun ki bu tartışmalar, daha sonraki aşamada ‘bu delil hukuka aykırıdır’ denilip mâhkumiyet hükmüne esas alınılamayacak hale getirilecektir.
 
Malatya’da yaşanan şey, aslında bunlardan bir tanesi. Bir üniversite öğretim görevlisi var, zor bela tanık olarak dinlettik. 1418 telefon görüşmesinden, 1400 tanesi (tahmin edin) jandarma istihbarat ile. Ailesi ile görüşmüş, 1418 telefon görüşmesinden 1400 tanesi jandarma istihbarat ile yapılmış bir görüşme, nedir içeriği diye sorgulamaya kalktığımızda mahkemenin engellemeleri ile soru sormaya karşı duraksatan tavrıyla karşılaşıyorsunuz. Kolay yanıt vermek için süre kazandıran hamleleri ile karşılaşıyorsunuz ve verdiği yanıtların doğruluğu yanlışlığı konusunda değerlendirme yapmak istediğinizde ya da bunun doğruluklarının araştırılmasını istediğinizde; ‘e canım yanıt verdi, ne yapalım?’ oluyor. Sanki biz tanıkların ya da şüphelilerin verdiği yanıtlarla onların verdiği ifadelerle bağlıymışız gibi, sanki onların doğruluğunu sorgulamak gibi bir yetkimiz, yeteneğimiz yokmuş gibi onların beyanları neyse onu kabul etmek gibi bir eğilim hakim.
 
Şimdi bütün bunları söyledikten sonra, Ali kardeşimde izin verirse, şunun için ben kendisinden izin istiyorum, Biz Malatya dosyası için bundan iki yıl önce basına bir bilgilendirme raporu hazırlamıştık, Raporun son bölümü o zaman yazdığımız bir bölümdü, Ama sanıyorum bugün hala geçerliliğini koruyor ve bu tavır, bu nefret iklimi, bu nefret söylemi devam ettikçe, yarın yine geçerliliğini korumaya devam edecek. Ben son sözü o son bölüm ile tamamlamak istiyorum;
 
Basın açıklamasının son bölümü;
Bu toplum içinde yaşayan ya da yaşamayı arzu eden her türlü farklılığı; şeytanlaştıran, toplum dışına iten, düşman ilan eden ve yok edilmesi için uygun iklimi yaratan resmi ya da gayrı resmi söylemi deşifre ve mahkum etmedikçe adaleti gerçekleştiremeyecektir.
 
Her tür nefret söylemi, yani evrensel kabul gören ifade özgürlüğü sınırları dışında kalan nefret söylemlerinin yasaklanıp cezalandırılmasını sağlayacak bir “Nefret Suçları Yasası” kabul edilip ciddiyetle uygulanmadıkça, verilecek hiçbir karar adil bir toplum olmamızı sağlayamayacaktır ve adil bir karar da olmayacaktır.
 
Tarih bize göstermiştir ki; Türkiye toplumu ve devleti nefret eylem ve söylemlerini, yaslandığı milliyetçi hamaset arkasında hoşgörü ile tolare ettikçe, yaşanan her cinayeti ve her saldırıyı yalnızca talihsizlik olarak addedip, bu eylemlerin sanıklarını zaman içinde kahramanlaşacak meczuplar olarak lanse edip davaları basit saldırı ya da cinayet dosyalarına sıkıştırdıkça, bu “Kırmızı Pazartesi” cinayetlerinin arkası gelmeyecektir. 
 
Mesela, 6-7 Eylül olaylarının müsebbibi olanların tamamı yargılanabilseydi de, bombacı/provokatör vali yapılmasaydı;
 
Mesela, Maraş katliamının resmi/gayrı resmi örgüt ve kişileri soruşturulup yargılanabilseydi de, katliam sanığı milletvekili yapılmasaydı;
 
Mesela, 1 Mayıs 1977 olaylarının resmi/gayrı resmi tüm sorumluları bulunup yargılanabilseydi;
 
Mesela, 16 Mart katliamının sorumluları yargılansa, cezalandırılsa da Emniyet Müdürü yapılmasaydı;
 
Mesela, Bahçelievler Katliamı sorumlularının tamamı soruşturulup yargılanabilse de katillerine yeşil pasaport verilip kahraman kabul edilmeselerdi;
 
Mesela, İpekçi Cinayetinin tüm sorumluları açığa çıkarılıp cezalandırılabilseydi veya en azından tespit edilmiş katilin cezaevinden kaçışını organize eden herkesten hesap sorulabilseydi;
 
Mesela, Aziz Nesin şeytanlaştırılıp katiller hislenmiş duygusal mütedeyyinler olarak lanse edilmeden, Sivas Katliamının tüm sorumluları açığa çıkarılıp cezalandırılabilseydi;
 
Mesela, “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyen zihniyetin de yapılan her saldırı ve işlenen her cinayetten bir miktar sorumlu olabileceği akıl edilip sorgulansaydı da, devletin tepesine çıkarılmasalardı;
 
Mesela, kontrgerillayı soruşturan Ankara Savcı Yardımcısı Doğan Öz ile ülkücü terörü soruşturan Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul cinayetlerinin sorumluları sorgulanıp yargılanabilseydi;
 
Mesela, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Musa Anter vb cinayetleri yaratan iklim sorgulansaydı da tüm sorumlular açığa çıkarılıp cezalandırılabilseydi;
 
Mesela Danıştay saldırısının arka planı iyi okunabilse ve tüm sorumluları yargı önüne çıkarılabilseydi;
 
Mesela, Rahip Sanroto öldürülmeden aylar önce dövüldüğünde sorumluları açığa çıkarılıp cezalandırılsaydı;
 
Mesela, Trabzon McDonalds bombalandığında tüm sorumlular araştırılıp cezalandırılsa da emniyet muhbiri yapılmasaydı;
 
Mesela, Şişli Adliyesi koridorunda Hırant Dink’in yüzüne tükürüp kendisine küfredenlerin kimler olduğu belirlenip, yargı önüne çıkarılabilseydi;
 
Mesela, Şemdinli olayını soruşturan Savcı Ferhat Sarıkaya meslekten atılmasa, mahkeme heyeti dağıtılmasa, müdahil avukatlar hakkında soruşturma açılmasa da “iyi çocuklar”ın hepsine dokunulabilseydi;
Mesela, “hakim ve savcıları yola getirmek için    sağa sola üç-beş bomba attırıveren” paşalar sorumlu tutulup yargılanabilseydi;
 
Mesela, Susurluk Raporunun gizlenen 11 sayfası da bilinebilseydi de olay “fasa fiso” diye tanımlanmasaydı;
 
Mesela, “darbe günlüklerini” yayımlayan Nokta Dergisine değil de darbeci zihniyete geçit olmadığı gösterilebilseydi;
 
BUGÜN; Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesinin duruşma salonunda bu dava belki de hiç görülmeyecek, hala üniversite hayali görüp dershanesine giden beş Müslüman’ı ve onlarla birlikte istediği Tanrıya, Kitaba, Peygambere inanarak YAŞAYAN üç Hıristiyan’ı olan bir Malatya olacaktı.
 
Bütün bunlar yapılmadığı/yapılamadığı için Türkiye toplumu kısır bir döngünün kurbanı gibi sürekli bu saldırılar ve cinayetlerle yüzleşmek zorunda kalmaktadır. Bütün bunlar yapılmadığı için biz bugün buradayız. Ve bugün biz avukatlar olarak burada olduğumuz için HEDEF gösterilmekteyiz.
 
Ve biz inanıyoruz ki; Bu davanın soruşturması aşamasında izlenen yol, yukarıda örneklenen olaylarda izlenen yolun bir benzeri olup, bu soruşturma sonucunda varılan kanaatin hükme dönüştürülmesi asla adil olmayacaktır.
 
Bu dava 5-7 GENCİN 3 HRİSTİYANI ÖLDÜRMESİNDEN İBARET basit cinayet davası değil, toplumun her kesiminin kendisi ve değerleriyle yüzleşmesini gerektiren bir nefret suçları davasıdır.
 
Coşkun Üsterci: Sevgili Özkan Yücel arkadaşımıza bu güzel konuşması çok çok teşekkür ediyoruz. Çok fazla uzatmadan sözü yine müziğe bırakıyoruz. Sevgili Serap’la İsmet gecenin son sözlerini bize yine müziğin dili ile söylesinler.


Etiketler: insan hakları, nefret suçları
İstihdam